Altınoluk Dergisi, 2007 – Mayis, Sayı: 255, Sayfa: 010
İnsan Allah’tan gelip yine O’na giden bir yolcudur. Nitekim insanoğlunun atası Hz. Âdem cennette yaratılmış ve eşi Havvâ anamız ile oraya iskân edilmişti. Allah onları yerleştirirken: “Ey Âdem! Sen ve eşin berâberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nîmetlerinden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendinize kötülük eden zâlimlerden olursunuz”1 buyurmuştu. Âdem ve Havvâ bu meyveden yemekle sınanarak hikmet-i ilâhiyye gereği yeryüzüne indirildiler.
Yeryüzüne indirilen insan neslinin tekrar döneceği yer âhiret yurdu ve kısmetinde varsa cennettir. Hz. Mevlânâ Âdem’in cennetteki gücünü ve yeryüzüne indirilişini şöyle anlatmaktadır:
Hz. Âdem cennette iken aslan gibi çok güçlüydü. Şeytanın tuzağına düşüp dünyaya indirilince, bedenden kopmuş bir el hâline geldi. Kaza ve kader onu kedilerin pençelerine düşürdü. Şimdi, kediler et parçası hâline gelmiş o aslanı o tarafa bu tarafa çekip duruyorlar. Bu duruma düşmek insan için ne büyük felakettir? Cenneti kaybetmek ne büyük talihsizliktir? 2
Cennetten dünyaya indirilen Hz. Âdem ve evladları içinden hak edenlerin tekrar cenneti bulacağı ilâhî bir vaaddir. “Ölmeden evvel ölmek” sırrına mazhar, Muhammedî yola girmiş ve onun güzel ahlâkını benimsemiş talihli kullar daha dünyâda iken kaybettikleri cenneti bulacaklarıdır. Çünkü tabiî ölümle ölen ya da kötü huylarından kurtularak “Ölmeden evvel ölen kişinin rûhu” cenneti de cehennemi de görür ve bütün sırları anlar.
Cennetten uzaklaşan insanoğlu onun hasretiyle yanıp yakılmaktadır. Bu hasret cennetteki vuslatla bitecek ve insan ezeliyetten gelip ebediyyete uzanan yolculuğunu orada noktalayacaktır. Ancak her şeyin bir bedeli olduğu gibi cennete girmenin de bir bedeli vardır ki bu dünyanın cilvelerine, kulluk çilelerine katlanmak, nefs engelini aşmak, dünya tuzağına takılmadan gerçek hürriyeti soluklamaktır.
İnsanoğlunu cennetten uzaklaştıran ve dünyâya sürgüne göndermeye sebep olan en azılı düşman hiç şüphesiz şeytandır. Âdem sebebiyle huzûr-i ilâhîden kovulan o mel’ûn, bu dünyâda da cennete giden sırât-ı müstakîm üzere karargâh kurup insanın yolunu kesmeye soyunmuştur.3 Şeytanın bu konuda en büyük yardımcısı da insanın öz nefsidir. Nefis, dünyâya olan zaafı sebebiyle kolayca oltaya takılmakta ve insanı cennet yolundan uzaklaştırmaktadır. Nitekim bir hadiste buna işâret vardır: “Cehennem zevklerle, şehvetlerle; cennet ise hoşa gitmeyen, istenmeyen şeylerle kuşatılmıştır.”4
Hz. Mevlânâ insanın kurtuluşu konusunda hevâ ve nefsânî hevesler menzilinden bir iki adım ilerleyenin, şeref ve ululuk haremine konabileceğini, bunun da riyâzat suyu ile yıkanmakla arınacak bir kir olduğunu ve bu sayede gönlün temizlenebileceğini söyler. Ancak gönlü dünya gamından ayırabilen kimseler bakâ bahçesinde ve ölümsüzlük yurdunda neşelenmeye hak kazanacaktır.5
Mevlânâ yine nefsi hayvan gibi yiyip içmekten başka bir şey düşünmez olarak görmekte ve onun riyâzat ve mücâhede ile çabucak ıslâh edilebileceğini, ardından rûhun akıl ve şuûr ile yeniden hayat bulacağını belirtmektedir.6
Nefsin gönül olması için bedenî isteklerin susması, gönlün konuşur hâle gelmesi gerekir. Nitekim Hak âşıkları emellerinden, dileklerinden vazgeçtiler, amellere sarıldılar da Mevlâlarından haberdâr oldular. Muratsızlık, emelsizlik cennete kılavuz olmuştur.
Gönlü arıtmanın en güzel yolu aşk ve cezbedir. Çünkü aşk derdine tutulan, gönlünü yaratıcıya âşık hâle getiren, O’nun imtihan için verdiği belâlara kolaylıkla sabreder, bu sâyede gönül huzûra kavuşur. Belâlara uğramadan, ıstırap çekmeden hamlıktan kurtulmak ve pişmek mümkün değildir. Pişen, “neden, nasıl, niçin?” dikenliğinden kurtulur ve daha dünyadayken cennet hayâtı yaşamaya başlar.
Dînin emirlerini yerine getirmeden, iyi ve yararlı işler yapmadan cenneti istemek insana yakışmaz. Hakk’a lâyık bir kul olmak için Hz. Âdem gibi tövbe etmek gerektir. Allah aşkı uğruna tâcı tahtı terk edip, dünyâyı gönülden çıkararak İbrahim Edhem gibi Hakk’a dönmek lâzımdır. Ancak bu sâyede cennete geri dönmek mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ cennetin müminlerin canları ve malları mukâbili ulaşılabilecek bir vaadi-i ilâhî olduğunu belirtmektedir.7
Vâkıa müminlerin cennet nîmetlerinden çok cemâlullahı ve bizzat Hakk’ı ve rızâsını tercih ettikleri bilinmektedir. Âyetlerde “rıdvânun minallah/Alllah’tan bir hoşnutluk”8 ifâdesiyle buna işâret edildiği gibi Râbia Adeviyye, İbnu’l-Fârid ve Azîz Mahmûd Hüdâyî gibi pek çok veliyy-i kâmil bunu talep etmektedir. Nitekim Yûnus Emre de şöyle der:
Cennet cennet dedikleri
Birkaç evle birkaç hûrî
İsteyene ver anları
Bana seni gerek seni!
Bu seviyede bir duyguya ermek için kulun ibâdetlerini dünyâ menfaati karşılığı ve riyâ ile değil ihlâs ile yapması gerekir. Aksine ibâdetlerini dünyevî maksatlar ile yapanların ise ibâdet diye yaptıkları gizli günah olur. Çünkü Hakk’tan gayrı için yapılan ibâdet suçtur. Gösteriş için kılınan namaz dıştan temiz, saf görünse de içten gizli şirke bulanmıştır.
İbâdet, tâat, riyâzat ve mücâhede nefis ile baş etmenin yollarıdır. Bunların temelinde de sabır vardır. Nitekim Mevlânâ sabrı, sırat köprüsüne benzetir. Bu köprünün üzerinden dikkatle, titizlikle öbür tarafa geçilir. Öbür tarafta ise cennet vardır. Cennet güzellik yurdudur. Her güzelin yanında çirkin bir lala bulunduğu gibi cennetin önünde de sabır köprüsü vardır. Güzele ulaşmanın yolu lalayı görmekten geçtiği gibi cennetin yolu sabırdan geçmektedir.9
Mevlânâ’ya göre Allah âşıklarının kalbleri kırıktır. Onlar kalblerinin kırık oluşu sebebiyle Hakk’a daha yakın olmuşlardır, Hakk’ı sevdikleri için yüzlerce emelden ve yüzlerce istekten kırılmış, dökülmüşlerdir. Bu yüzden Allah’ın kazâ ve kaderi, ne türlü zuhûr ederse etsin ondan lezzet duyarlar. Akıllılar ise Allah’ın emrine, kazâ ve kaderine bağlı kullardır. “İstemeyerek, zorla gelin!”10 emri akıllıların yuları, “dileyerek, isteyerek gelin!”11 emri de âşıkların bahârıdır.12
Sonunda bir gün gelip ecel ve ölümün insanın yakasına yapışacağı kıyâmet, âhiret ve hesap kaygısına sahip bir müslümanın hiç bir insanın kalbini incitmemesi gerekir. Çünkü yeryüzünde insanların birbirleri ile didişmesi cennet yolunda en büyük engeldir. Cennet yolunu kapayan, şeytanı cennetten uzaklaştıran benlik olduğu gibi insanların cennet yolunu kesecek olan da bu tür bir benliktir. Benlik nefsin azması ve “ben, ben” demesidir. Gönül hâline gelmiş bir nefiste ise “senlik ve benlik” yoktur.
Cennete giden yol, Kur’an’daki en kısa sûrelerden olan ve inananların kurtuluş reçetesi sayılan Asr sûresinde hulâsa edilmiştir. Asra yemîn eden Yüce Allah zaman ve dünyâyı değerlendirme konusunda genelde ziyânda olan insanoğlunun kurtuluşunu ve cennete yönelişini şu dört şarta bağlamaktadır:
1. Sağlam bir îman,
2. Sâlih/dönüştürücü bir amel,
3. Hakk’a bağlılık ve tavsiye,
4. Sabra sarılmak ve sabrı öğütlemek.13
Bu şartlar temel esaslardır. Bütün bunlardan sonra yine cennete girmek için Allah’ın sonsuz rahmetine, sınırsız mağfiretine ve yüce şefkatine ihtiyaç vardır. O’nun şefkatine ermek için de duâ ve ilticâ etmek, nebîlerin şefâatine sığınmak gerekir.
Allah’ın rahmetinin nereden geleceği bilinmez. O, bazen çok büyük bir şeyde, bazen de çok küçük sandığımız şeyde gizlidir. Bu yüzden her vesîleyi değerlendirmek gerekir. Rivâyete göre Ashab-ı Kehf’in köpeği onlara yoldaş olmuş, kapılarını beklemiş ve nasıl cennetlik olmuşsa inanan insanların da müminler ile yoldaş ve velîlere dost olması kurtuluş vesîlesi olacaktır. Nitekim Molla Câmî’ye ait şu ifâdeler ne kadar anlamlıdır: Ey Allâh’ın Rasûlü! Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi ben de ashâbın arasına karışsam, cennete girsem ne olur? Ashâb-ı Kehf’in köpeği cennete girer de ben nasıl cehenneme girerim? O Ashâb-ı Kehf’in köpeği, ben de senin ashâbının köpeğiyim.14
Velhâsıl cennete girmek için önce inanmak, sonra gereğini yaparak sabırla yolunda bulunmak gerekiyor.
Dipnotlar: 1) el-Bakara, 2/35. 2) Şefik Can, Dîvân-ı Kebîrden Seçmeler, İstanbul 2006, I, 82. 3) el-A’râf, 7/12-18. 4) el-Cami’u’s-Sağîr, I, 123. 5) Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler, I, 271-72. 6) Mesnevî, II, b. 1439. 7) et-Tevbe, 9/111. 8) Âl-i İmrân, 3/15. 9) Mesnevî, II, b. 3133. 10) Fussilet, 41/11. 11) Fussilet, 41/11. 12) Mesnevî, III, b. 4464-70. 13) el-Asr, 103/1-3. 14) Şefik Can, Mesnevî Tercümesi, III, 44, dn. 2.