Altınoluk Dergisi, 2006 – Mart, Sayı: 241, Sayfa: 011
Anadolu Kaplanları”nın başarısı yeni bir tartışmayı gündemimize taşıdı: “Kayseri başta olmak üzere Anadolu’da yeni gelişen sınaî ve ekonomik hamlenin ateşleyicisi kimdi? Anadolu’da küçük esnaflıktan gelen insanlar, hangi değişim ile büyük sanayici olmuşlardı?” Batı’da bu tür büyük hamlelerin sosyolojik zemini ile ilgili verileri değerlendirenler Anadolu’da da böyle bir değişim zemini arıyorlar ve işi Kalvinizm’e taşıyorlar. Bununla demek istiyorlar ki Batı’da insanlar reform hareketleriyle dini baskıdan sıyırılıp ekonomik güce ulaştılar ve kapitalist oldular. Acaba Anadolu’daki bu dindar işadamları bu kabuğu nasıl kırdılar? Anadolunun bu küçük esnafları Kalvinist düşünce ile mi büyük fabrikatörler haline geldiler?” Bazıları ise “bu gelişimin zemininin bizde” olduğuna işaret ediyor ki işin doğrusu da bu bize göre. Çünkü bizim toplumumuzda zihniyet değişimini etkileyen en önemli etken tasavvuf ya da modern tabiriyle sufizmdir. Olaya kısaca tarihi bir atf-ı nazar bunu anlamamızı kolaylaştıracaktır.
Kalvinizm, XVI. Asırda yaşamış Fransız reformist John Calvin’in liderliğini yaptığı Protestan hareketin adıdır. Kalvinizm Hristiyanlığın özüne dönmeyi savunan, bununla birlikte hidayetin kader işi olduğunu öne süren bir inanç ve düşünce sistemidir.
Calvin katolik inançtan farklı olarak Hristiyanların inanç ve ibadet esaslarının kutsal metinler olması gerektiğini savunur. Kilisenin tarih boyunca oluşturduğu totaliter rejime karşıdır. Kalvinist fikrin, sömürgecilik ve kapitalist düşüncenin de alt zeminini oluşturduğu ve bu inancın yaygın olduğu toplumların ticarete ve ekonomiye yatkın olduğu iddiası vardır.
Anadolu’da ciddi bir değişim yaşanıyor. Uzun yıllardan beri uyuyan bir dev uyandı. Onu uyandıran güç acaba Batı’da olduğu gibi reformcu bir tavır mı? Batı’da Calvin’in yaptığını Anadolu’da kim yapmıştı? Said Nursi mi, Fethullah Gülen mi? Ya da bir başka düşünce veya lider mi?
Bütün bu soruların temelinde İslam ile Hristiyanlığı ile bir gören kilise, camiyi dünya işlerinde aynı konumda algılayan bir telakki var. Bu yüzden de Hıristiyan toplumlar nasıl reform sayesinde dinin baskı ve hegemonyasından kurtulmuşlarsa İslam toplumu da ancak böyle bir düşünce ve sosyal hareketle toparlanabilirdi. Bundan başkası mümkün değildi.
Bu yorumları yapanlar şu gerçekleri gözardı ediyorlar. Evet, bütün dinler insan ile Allah, insan ile diğer insanlar ve dünya arasındaki ilişkileri düzenlemek üzere vardır. Semavi kökenli Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık da bu maksadla gelmiştir. Ancak bu dinler, tek tek ele alındığında farklı özellikler taşımaktadır.
Yahudilik, şer’i esaslarını Tevrat’ın oluşturduğu, milli özellikli bir dindir. Tevrat’ta mevcud dini kurallara rağmen Yahudiler, zaman içerisinde dünyevileştiler. İbadet ve gündelik hayata aid pek çok emri terk ettiler. Hristiyanlar ise “Allah’ın kendilerine emretmediği bir ruhbanlığı ortaya atarak ve ona da tam olarak uymamak suretiyle yoldan çıktılar.”1 Hristiyanlık zamanla tamamen ahiret kaygısını öne çıkaran bir din haline geldi. Kilisenin gücü de buna eklenince papazlar cenetten yer satan ve insanları Allah adına bağışlayan veya aforoz eden statüler kazandı. İnsanların insan oluşlarını idrak edebilmeleri için bu prangalardan kurtulması gerekiyordu. Nitekim Batı, İslam dünyasındaki gelişmeleri Endülüs vasıtasıyla görüp İstanbul’un fethi ile ciddi bir darbe alınca dini reformun yolu açılmış oldu.
İslam ise “orta yolu” izleyen; vasat ve itidal dini olması sebebiyle dünya malını orta bir noktaya koymakta, onu Allah’a kullukta vasıta, hayatın devamında ise dayanak olarak görmektedir. Nitekim Kur’an’daki: “Allah’ın size dayanak yaptığı mallarınızı aklı kıt, dini nakıs, sefih insanlara yedirmeyiniz”2 emri bu ilişkiyi düzenlenmektedir. Ayette dünya malının hem hayatın kıyam, kıvam ve devamı için esas olduğuna vurgu yapılmakta, hem de sefih insanlara verilmemesi gerektiğine işaret edilmektedir. Sefih, aklı ile arası iyi olmayan, dini konularda Allah’a isyan etmeye yatkın özellikleri bulunan fasık insan demektir.
İslam’ın iktisadi hayat ve ticaret ile ilgili kurallarını düzenleyen fıkıh; yani İslam hukukudur. Ancak İslam tarihi boyunca iktisadi hayat ve zihniyet konusu tasavvufi hayatın bir parçası olmuştur. Böyle olması da çok normaldir. Çünkü ticari ve iktisadi hayat, hukuk kurallarından çok, ahlak kuralları ve vicdan ile işlemektedir. Bu durum ise ferdi eğitim ve zihniyet değişimi ile sağlanabilecek bir husustur. Nitekim, ilk zahidler tamamen zühd anlayışı ile her türlü dünya nimetinden uzak yaşamayı, saltanat libasından ve servetten soyunmayı şart koşan bir anlayışın sahibiydiler. İbrahim bin Ethem bu konuda en meşhur örnektir. Onun zühd ve tasavvuf yoluna girişi, sırtındaki sultanlık gömleğini çıkarıp bir çobanın yün hırkasını giymesi, saltanat ve zenginliği de tamamen terk etmesi ile gerçekleşmiştir.
Daha sonra ortaya çıkan “melamet” anlayışı ile tasavvufta el emeğiyle geçinme ve bir meslek sahibi olma anlayışı öne çıkmıştır. Böylece bu fikirle birlikte sufilerin isimlerinin yanına bezzaz (manifaturacı), kazzaz (ipekçi), hayyat (terzi), serrac (derici), harraz (eskici), neccar (marangoz) ve sarraf gibi sıfatlar eklenerek maişetlerini temin için icra ettikleri işe aid ünvanlar belirtilmiştir. Hatta fütüvvet geleneği ile genç yaşlarda insanların meslek sahibi olabilmelerini sağlayacak tekkeler kurulmuştur. Dünyadan uzaklaşmanın fiili değil, kalbi bir eylem olduğu kabul edilerek, insanın dünya nimetleri içinde de Hakk’a vasıl olacağına işaret edilmiştir. Hatta Abdülkadir Geylani hazretlerine izafe edilen bir söz vardır ki, bu söz dünyaya karşı tavır hususunda tasavvufi değişimi ifade etmektedir: “İbrahim bin Ethem benim zamanımda yaşasaydı, ben onu, saltanat libasını çıkarmadan Hakk’a erdirirdim”, Mevlana’nın ve diğer sufilerin “dünyayı Allah’tan gafil olmak” şeklindeki yorumları da aynı noktaya işaret etmektedir.
Orta çağın sınırlı imkanları içinde sufiler genelde insanları, özelde mensuplarını meslek sahibi olarak nezih bir hayat yaşamaya ve toplumda ahlaki esasları eğemen kılmaya çağırmışlardır. İnsanları el emeği ile geçinmeye teşvik ederek meslek sahibi olmaya yönlendiren tasavvufi düşüncenin değişen zaman ve şartlara uyum sağlama konusunda ortaya koyduğu “ibnu’l-vakt” anlayışı “dünün ve dündeki şeylerin dün ile beraber gittiğini ve bugün yeni şeyler yapmak lazım geldiğini” insanlara talim etmektedir. Dolayısıyla, böylesine gelişime açık bir anlayışın gelişen yeni şartlarla insanları yönlendirmesi elbette daha kolaydır. Ayrıca bunu yaparken reforma, yeni bir düzenlemeye ihtiyaç da yoktur. Çünkü İslamın bütün zamanları kuşatmaya açık yapısı müslümanlara bu imkanı vermektedir. İslam’da değişmeyen ayet ve nasslarla sabit olan hususlar; inanç, ibadet ve ahlak konularıdır. Sosyal, ekonomik ve siyasi hayata ait meselelerde ona çerçeve içinde çözümler üretmeye engel yoktur. Sadece insanların içine bir rüzgar ekmek, gönüllerindeki heyecanı tutuşturmak gerekmektedir. Bu da bazen insanların bizzat kendilerinin mazhar oldukları bir duygu seli, coşku ve özgüvenle; bazen de saygı duyduğu irfan ehli insanların irşadıyla olmaktadır.
Devletin “Hasta adam” ilan edildiği XIX Asır’da bile bir takım tasavvuf ehli insanların ekonomik teşebbüslerde bulunması A. Ziyaüddin Gümüşhanevi’nin bankalara alternatif yardımlaşma sandığı kurması, Bahriye matbaasını tesis etmesi, zamanına göre hızlı bir değişim sayılabilir.
Anadolu’da son yıllarda görülen ekonomik gelişme ve sanayinin de motor gücünü reform hareketi gibi görmek yerine insanımızdaki kabiliyeti, dinimizdeki her çağı kuşatacak genişliği ve tassavuf kültüründeki etkileyici değişim potansiyelini görmek gerektiğini düşünüyorum. Hakan Yavuz’un dediği gibi Anadolu’daki bu değişimin temelinde Kalvinizmin değil, tasavvufi ruhun yani Sufizm’in müessir olduğunu düşünüyorum3.
Dipnotlar: 1) bk. el-Hadid, 57/27 2) en-Nisa, 4 /5 3) Bu konuda geniş bilgi için Sabri F. ÜLGENER, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, (İSTANBUL, 1981) adlı eserine müracat edilmelidir. Sn. ÜLGENER bu kitabında zihniyet değişiminin iktisadi hayata etkisini, tasavvufi düşünce ve hayatın da zihniyet değişimine katkısını anlatmaktadır.