Altınoluk Dergisi, 2005 – Mayis, Sayı: 231, Sayfa: 006
Yetim” yalnız babası, ya da hem babası ve hem annesi olmayan yavru için kullanılan bir terimdir. Efendimiz önce babasını, sonra annesini kaybederek yetimlikte sembol olmuştur. Çocukluk ve gençlik yıllarını “Ebû Tâlib’in yetimi” unvanıyla geçirdi.
Büyük insanlar büyük bir hazırlık sürecinde çilelerin olgunlaştırdığı insanlardır. Çekilen çileler ve sıkıntılar onları yoğurur, olgunlaştırır. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz de yetimliğin çileli hayatı ile pişti, ilâhi tedîbin yürekleri olgunlaştıran rüzgarıyla kemâle erdi ve “dürr-i yetim” oldu. “Dürr” inci demektir. “Yetim” in bir mânâsı da tek ve eşsiz demektir. Böylece “dürr-i yetim” eşsiz inci demek olur. O, bir yetim iken bu ümmetin biricik rehberi, Yüce Allah’ın seçkin peygamberi oldu.
Yetimlik bir kader ve baht işidir. Kimsenin elinde olan bir husûs değil. Bizim de, çocuklarımızın da başına gelebilirdi, her an da gelebilir. Hal böyle olunca yetimlikteki imtihan sırrı açıktır. Cenâb-ı Hakk’ın “Canlardan, mallardan ve mahsûllerden eksiklikle sınayacağını haber verdiği”1 alana giriyor bu konu. Yetimlik sınavı ile karşı karşıya kalmış insanlara, yakınlarımızdan başlayarak, iyi davranmak; haklarını gözetmek insanî, İslâmî bir görevdir. Nitekim bir âyette: İyilik ve takva anlamına gelen “birr” şöyle tarif edilmektedir: “Birr yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz değildir. Gerçek birr Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanmak; yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere hoşa giden mallardan harcamak, namaz kılmak, zekat vermek, antlaşma yaptığı zaman sözünü yerine getirmek, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabretmektir. İşte bu vasışarı taşıyanlar birre erişmiş gerçek takvâ ehlidir.2
Âyette iman esaslarının hemen ardından onların mütemmim bir cüz’ü gibi sosyal yaraların tedâvisine yönelik emir ve buyruklar serdedilmektedir. Burada yakınların ardından yetimlerin yoksulların, yolda kalmışların ve diğer ihtiyaç sahiplerinin sayılması ve nihâyet ibâdet esasları sayılan namaz ile zekâtın anılması çok mânidardır. Bu sıralamaya göre merhametin tezâhürü olarak yakınlara ve yetimlere sâhip çıkmak, ibâdetlerin bile önünde yer almaktadır.
Yetimlere iyi davranmayı hemen Allah’a kulluğun arkasında zikreden iki âyet daha var. Bunlardan biri İsrâiloğullarına Allah’ın yüklediği sorumlulukları anlatan şu âyettir: “Vaktiyle biz İsrâiloğullarından şöyle bir ahid almıştık: Yalnızca Allah’a kulluk etmek, ana babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik etmek, insanlara güzel söz söylemek, namaz kılmak, zekat vermek. Sonunda pek azı müstesna yüz çevirip gitmişti.”3 Bu âyet de aşağı yukarı önceki âyettekine benzer tarzda önce Allah’a karşı tevhid inancı, yakınlara ve yetimlere şefkat, hemen peşi sıra maddî olarak iyilik yapmaya güç yetirilemeyen insanlara hiç olmazsa güzel söylemek sûretiyle iyilik ve bunun arından namaz ve zekat emrediliyor.
Diğer âyet ise şöyle: “Yalnız Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, elleriniz altında bulunan (köle, câriyeler vb.) iyi davranın. Şüphesiz ki Allah kendini beğenenleri, sürekli böbürlenip duranları sevmez.”4
Varlık ve darlık, bu dünyada cemâl ve celal mazharı iki tecellî. Ama insanoğlu cemâlinin mazharı olarak imtihan kasdıyla bir varlığa kavuştuğunda Rabbinin ikrâmına mazhar olduğunu düşünür ve âdetâ bunu hak ettiğini zanneder. Oysa yine bir ibtilâ ve imtihan gereği rızkında meydana gelen daralma sebebiyle ise Rabbının kendini küçümsediğini ve ona değer vermediğini düşünür.5
Aslında varlığı ve zenginliği mutlak hayır görmek ne kadar yanlışsa; darlığı da mutlak şer sanmak o kadar yanlıştır. Rabbimiz bu konuya işaret buyurduktan sonra insanların merhamet ve şefkat gereği yetime karşı kerem içerisinde bulunması gerektiğine; oysa darlığa düşenin de varlık içinde olanın da bunun farkında olmadan, yetime ikramda bulunmak şöyle dursun, yoksula yemek yedirmeye teşvikte bulunmak diye bir derdinin bulunmadığına dikkat çekiyor.
Kur’an’da yetime ikram, yoksula it’âm-ı taâm; yâni yemek yedirip karnını doyurmak gibi bir derdi olmayanın kendi önüne düşen her türlü mirâsı oburca silip süpürdüğü anlatılmaktadır. Böyle bir miras yiyici, yetim hakkı Şlan gözetmeden, haram-helal demeden götürür. Üstelik böyleleri malı yığmayı; depolamayı çok severler. Hedeşeri sâdece oyun ve eğlenceden ibârettir. Âhiret kaygısı taşımazlar.6
Dünyada neŞs engelini mal ve dünya mâniasını aşmak ve Allah’ın koyduğu kâideler çerçevesinde yaşamak kolay iş değildir. Nitekim Allah Teâlâ yukarda geçen âyetlerin devâmında buyurur: “İnsanoğlu sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle âzâd etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi ve aç-açık bir yoksulu doyurmaktır. Sonra iman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine merhameti tavsiye edenlerden olmaktır.”7
Kur’an’ın “akabe” adını verdiği insanın göğsünü daraltan; büyük kahramanlık gerektiren, zor, yüksek bir iş ve sarp yokuş anlamına bu kavram; köle âzâdı, miskin ve yetime yemek yedirmek şeklinde açıklanmıştır. “Fekkü rakabe” kelimesiyle ifâde edilen kölelik bağından kurtulmanın içinde insanın kendi nefsinin esâretinden kurtulması anlamı da saklıdır. Nefsinin esâretinden kurtulup o engeli aşabilen elbette elinde avucunda bulunanı yoksul ve yetimle paylaşacak ruhî olgunluğa ulaşmıştır. Son âyetteki birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edecek hâle gelmek şeklindeki ifâde bunu anlatmaktadır.
Kahır çekmek, başkalarının acılarına, sancılarına ve sıkıntılarına katlanmak dertlerini paylaşmak gerçekten sarp yokuşu aşmak gibi zor bir iştir. Arkasında hürriyet olan bir mücâdele, şereşi bir mücâdeledir. Hem kişinin değerini yükseltir, hem de fertleri ve toplumları hürriyet nimeti ile tanıştırır. Çünkü en büyük esâret nefse kulluktur. En büyük hürriyet ise Allah’a kulluktur.
Cenâb-ı Hakk, bir âyette sevgili Peygamberimiz’e olan ihsanlarını sayarak buyuruyor ki: “O seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup yol göstermedi mi? Fakir bulup zengin kılmadı mı? Öyleyse yetimi sakın ezme! El açıp isteyeni de sakın azarlama! Rabbinin nimetini minnet ve şükran ile an!”8 Allah Teâlâ Peygamber’inden yetimliğini unutmamasını, kendisinden bir şey isteyene vermesini ve Rabbının nimetlerini anmasını istiyor. Peygamberimiz yetim olduğu için toplumda boynu bükük yetimlerin halini en iyi anlayacak oydu. Çünkü yetimliğin ne demek olduğunu ancak yetim olan bilir. Acı ve tatlı haller, yaşanmadan, tadılmadan bilinmez.
Bir buçuk yaşında babasını kaybettiği için yetim büyümüş bir talebemiz evlendiğinde kayınpederine nasıl baba diyeceğini uzun süre düşündüğünü, çünkü hiç kullanmadığı bu kelimeye dilini nasıl alıştıracağını bilemediğini anlatmıştı. Demiştir ki: “O, yüreğimde öyle bir boşluktu ki tariŞ mümkün değil. Ama kayınpederime “baba” demeye başladıktan sonra babalığı; çocuklarım dünyaya gelince de evlâd sevgisini tattım.”
Bugün değişen sosyal şartlar çocukları çeşitli şekillerde ebeveynlerinden koparıp yetim hâle getiren çocuklar getirmektedir. Gerek ekonomik, gerekse sosyal problemlerle ailelerinden koparak madde bağımlısı hâline gelen bu yavrular büyük bir âile niteliğindeki toplumun çocuklarıdır. Toplumun ferdleri olarak bu yavruları kazanmak; onlara gerekli şefkati göstererek yetimlikten dürr-i yetimliğe (eşsiz inci) taşımak borcundayız. Bu zirvedir. Zirveye ulaşılamasa bile civarında dolaşmak da güzeldir. Akarsularından güzel havasından istifâde imkânı verir.
Dipnotlar: 1) bk. el-Bakara, 2/155. 2) el-Bakara, 2/177. 3) el-Bakar, 2/83. 4) en-Nisâ, 4/36. 5) bk. el-Fecr, 89/15-16. 6) bk. el-Fecr, 89/19—20. 7) el-Beled, 90/11-18. 8) ed-Duhâ, 93/6-11.