Altınoluk Dergisi, 2005 – Subat, Sayı: 228, Sayfa: 006
Hayatın merkezine insanı, insanın merkezine de kalbi koymuş Yüce Yaratan. Kalb, insan hayatının rotasını belirleyen pusula ve yol gösterici konumundadır. Kalp, bilginin, sevginin ve imanın merkezidir. Kalp deyince elbette “kalb-i sanevberî” denilen ve çam kozalağını andıran et parçasını kasdetmiyoruz. Kasdettiğimiz rûhun fonksiyonlarından biri olan kalbdir. İlâhî, râbbânî bir lâtifedir o. Farsça’da “Dil” kelimesiyle ifâde edilen kalbin Türkçe’deki karşılığı gönüldür.
Hayatı anlamlı kılan kalbin yönelişleridir. Kalbin meyli neye ise insan hayatı oraya akmaktadır. Kalpte irâde olmadığından bir şeye rabtedilmesi gerekmektedir. Kalbin rabtedilmesi yaratılış sırrının kavratılması demektir. Yenişehirli Avni Bey’in dediği gibi insanoğlu bu dünyaya mal ve makam sağlamak için değil, Sevgililer sevgilisi Yüce Allah’a kul olmak, O’nun hasretiyle ağlayıp kavrulmak için gelmiştir:
Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik
Biz âleme bir Yâr için âh etmeye geldik
Rabbının “Elestü bi-rabbiküm” (Ben sizin rabbınız değil miyim?) sorusuna, “Evet” (Belâ) diyen insanoğlu, bu dünyaya ibtilâ için belâ çekmeye gelmiştir. Zor olan insanın sıkıntı ve belâlara sabretmesi, sâdece O’na kul olma kaygısı taşımasıdır. İnsan, ağyârdan gelen bütün bu sıkıntıların acısına bir olan Yâr için katlanırsa kınanmaz. Nitekim bahçivan da bir gül için bin dikene katlanmaktadır. Fuzûlî der ki:
Yâr için ağyâra minnet ettiğim aybeyleme!
Bağbân bir gül için bin hare hizmetkâr olur.
Kalb ya da gönül, yaratılışı itibarıyla Allah’a ve âhiret yurduna doğru yol almaktadır. Kalbin huzûr ve mutluluğu Allah’ı bilmek, O’nu sevmek, O’nun zikrinden lezzet ve tad almaktır. Bu ise âdetâ dünyâda cennet hayatıdır. Aslında Allah’ın kullarına hazırlığı biri dünyada, öbürü ahirette olmak üzere iki cennet vardır. Bu mânâdaki dünya cennetine eremeyen, âhiret cennetine asla eremez.
Kalp, duyu organlarıyla aldığı uyarı ve mesajlar vâsıtasıyla uyarılma istidâdındadır. Bu uyarılmalar onu asıl ilgi alanı olan Allah ile olma hâlinden uzaklaştırır. Kalbin bu tür dış etkilerinden soyutlanması ancak mânen güçlenmesiyle mümkündür. İbrahim Havvâs kalp hassâsiyetini korumanın ve gönlü güçlendirmenin beş şeyle mümkün olduğunu söyler:
1-Mânâsını düşünerek Kur’an okumak;
2-Halây-ı batın (çok yememek);
3-Geceyi ibâdetle değerlendirmek;
4-Seher vaktinde niyazda bulunmak;
5-Sâlihlerle beraber bulunmak.”1
Kalbi en çok etkileyen şeylerin başında insanlarla sınırsız, ölçüsüz ve gereksiz ihtilât gelmektedir. Bir gayeye mebnî olmadan halkın arasına karışan, onların nefesleriyle kirlenir; nefislerinden de etkilenir, sonuçta irâdesi zaafa uğrayarak çevresinin boyasına boyanır. Daha doğrusu lokomotif olup çevresindekileri hayra götürecekken vagon olup şerre düşer. Kur’an’ın ifâdesine göre takvâ sâhipleri müstesnâ bütün dostların birbirine düşman olacağı2 kıyâmet gününde insanlar bu lüzûmsuz ihtilât ve irtibatlardan hayıflanacaklardır. Çünkü hiçbiri bir işe yaramayacaktır.
Toplum içinde yaşamak zorunda olan insanın sosyal çevreden soyutlanması mümkün değildir. Öyleyse toplumdaki mümin nasıl hareket edecek? Kalbî hassâsiyet taşıyan bir mümin, toplum içinde hem hâzır hem gaib; hem yakın hem uzak, hem uyuyan hem uyanık olacak. Yani insanlara bakacak ama her şeyi görmeyecek, onların sözlerini işitecek ama her şeyi duymayacak. Seçici olmasını bilecek. Nefsine karşı irâdî otoriteyi elden bırakmayacak ki nefs kalbi etkileyip asıl meşguliyetine engel olmasın. Bütün mesele kulun Allah’a verdiği söze; “Elest bezmi”ndeki ahde sâdık kalmasındadır.
Kalbî en çok meşgul eden, gönlü etkileyen şeylerin başında ümid duyguları ve emel tutkuları gelmektedir. Ümid, Farsça kökenli ve Türkçe’de ummak, yeni dilde “umud” denilen şeydir. Geleneksel kültürümüzde bunun üç karşılığı vardır: Emel, temenni ve recâ.
Emel, elde edilmesi mümkün olan bir şeye ulaşmak istemek demektir. O şey elde edilemeyince temennî, başlar. Recâ ise gönlün sevdiği bir şeye ileride kavuşmak ümidiyle takılmasıdır. Temennî ile recâ arasında fark vardır. Temennî sâhibine tenbellik ve gevşeklik verir. Kişi arzûsunun gerçekleşmesi uğrunda ciddî olarak çalışmaz. Recâ sahibi ise maksadının gerçekleşmesi için çabalar. Bu bakımdan recâ, faziletli özelliklerden sayılmıştır.
Temennî ile emel ise recâya göre kötü hasletlerden sayılır. Allah Rasûlü emel ve ecel arasındaki ilişkiyi ve emellerin kalbi meşgul etmesini bir takım şekillerle açıklar. Allah Rasûlü önce yer üzerine bir kare çizer. Karenin tam ortasından dışına çıkan bir düz çizgi çeker ve o çizgi üzerine de küçük dikey çizgiler çekerek buyurur ki: “Bu karenin ortasından dışına taşan düz çizgi insandır. Kare ise insanın ecelidir. Ecel onu her taraftan kuşatmıştır. Şu kare dışına uzanan düz çizgi ise insanın emelleridir. Bu çizgi üzerindeki dikey çizgiler de insana ârız olan âfet ve musibetlerdir. İnsana bu âfet oklarından biri değmese diğeri mutlaka isâbet eder ve ecel onu yakalar.” Bir başka rivâyet şöyledir: “İnsan uzaktaki emelini beklerken ecel onu yakalayıverir.” 3
Şu âyet-i kerime insanoğlunun sınırsız emelinin onu ne hâllere sokacağına işâret ediyor: “Habibim, Kur’ân’ı inkâr eden kâfirleri bırak, yesinler, hayvânî isteklerini tatmin etsinler, dünya nimetlerinden yararlansınlar. Dünyada sorgusuz suâlsiz yaşayacağız emeli onları oyalasın. Onlar başlarına gelecek âkıbeti görecekler.”4
Emelin kötü olanı sorgu ve suâl kaygısı taşımadan kalbi peşisıra götüren tûl-i emeldir. Yoksa hiç emel olmadan amel de olmaz. Nitekim Hz. Mevlânâ der ki:
“Allah, herkesi bir iş için yaratmıştır. Herkesin gönlüne bir işle meşgul olma emeli koymuştur. Gönülde bir istek olmadan el ayak nasıl hareket eder? Su akmazsa, rüzgar esmezse çerçöp nasıl gider?
Eğer gönülde yükselme emeli varsa devlet (hümâ) kuşu gibi kanat aç, yüksel! Gönlün gökyüzüne değil de yeryüzüne meylediyorsa hâline ağla, feryâd et!”
Dünya hayatı gemi yolculuğuna benzer. İflâs eden kimseler, gemiden sâhili olmayan denize dalanlar gibidir. Çünkü ümid, müflislerin sermâyesidir. Bu yüzden uçsuz bucaksız denize inci toplayacağım, diye kendilerini bırakıverirler. Asılsız ve hayâl ürünü olan ümid dalgaları, kemiklerin köpekleri meşgul etmesi gibi insanları meşgul eder. Nefsânî duygulardan kaynaklanan ümidler, nefsin sermâyesidir. İnsanlar bu hayallerin peşinden koşup dururlar. İdealsiz, hayalsiz ve heyecansız insan, insan olamayacağına göre iman ehlinin emel ve ideallerini mârifet ve hikmet ekseninde toplaması gerekir. Marifetsiz bir emel, hikmetsiz bir ideal insanı boş heyecanlarla peşinden koşturur, gözüne at gözlüğü takar. Marifet ürünü bir emel ise hedefe yöneltir.
Allah’ı sevmek, O’ndan başkasından yüz çevirmek demektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî’ye göre kalb hastalığı kalbin Hakk’tan başkasına ilgi duyması ve sevmesi ile teşhis edilir. Özellikle de insanın kendi nefsine olan alâkası ciddi bir göstergedir. Çünkü insan sevdiği şeyi, nefsi için sever. Mal sevgisi, baş olma sevdâsı nefsin tutkularıdır.
Emeller sonucu insan nefsinin hevâlarını putlaştırmasından korkulur. Nefsini putlaştıran Allah’dan başkasına bel bağlamaya başlar. Allah Teâla kendisinden başkasına bel bağlayanı ona havâle eder. Ona olan yardım ve desteğini keser. O da başarısızlık ve sıkıntıya düçâr olur. Zihni karmaşa, kalbi teşvişle dolar. Kalb sâfiyet ve hassâsiyetini kaybeder. Kalbin dayandığı ve güvendiği sâdece Allah olmalıdır. Oysa kötü arzularına uyan ve aşırılığa giden kimselerin kalpleri Allah’ı anmaktan gâfil olur.5 Kalb, hassâsiyetini kaybedince gönül sarayını bir takım sanal putlar ve sahte tanrılar işgal eder. Allah Teâla gönüllerini korumayan böyleleri için buyurur ki: “Kendilerine destek olsunlar diye Allah’tan başka tanrılar edindiler. Hayır o edindikleri tanrılar onların tapmalarını inkâr edecekler, onları tanımayacaklar ve onlara hasım olacaklardır.”6 Bir başka âyette de Allah’tan başka tanrı edinenin kınanmış ve yalnızlığa terk edilmiş olacağı haber verilmektedir.7 Allah’ın hüküm ve alâmetlerine saygı göstermek ise kalplerin takvâsının göstergesidir.8
Ağızdan giren lokma ile ağızdan çıkan sözün de kalb hassâsiyetine merbût bulunduğu bilinmektedir. Bir başka ifâdeyle haram ve şüpheli lokmaların kalbde iz bıraktığı ve gönlü kararttığı mâlûmdur. Haram ve şüpheli olmasa bile mubah ve helâlde sınırtanımazlık ve isrâf da kalbi bozar. Şeytanın insana nüfûz yollarını açar.
Kalb hassâsiyeti insanı selim bir kalb sâhibi olmaya hazırlar. Selim kalb, Kur’an’da iki yerde9 geçer. Mal ve evlâd kaygısından arınmış, nefsânî zaaf ve hastalıklardan kurtulmuş kalb anlamınadır. Allah’ın nazar ve tecelli ettiği kalb odur. Selim kalb aynı zamanda Hakk’a teslim kalbdir. Kıyâmet gününde fayda verecek olan ne mal ne de evlâddır. Sâdece selim kalb, berrâk gönüldür. Bu yüzden Hz. Mevlânâ der ki:
Ey zengin! Sen Allah’ın huzûruna yüz çuval altın götürsen Cenâb-ı Hakk buyurur ki: Ey getirdiği yükler altında iki büklüm olan kişi, bana gönül getir gönül.
Eğer o gönül senden râzı ise ben de senden râzıyım. Ama gönül senden yüz çevirmişse ben de senden yüz çeviririm.
Ben sana bakmam, gönüle bakarım. Ey cân, armağan olarak bana gönül getir.
Gönlü kirleten, kalbi hasta eden şeylerin başında ucüb, hased, şehvet, mal ve baş olma sevdâsı ile gadab gibi nefsânî duygular gelir. Bunlardan temizlenmenin en kestirme yolu model insan Yüce Peygamber’e, O’nun halef ve vârisleri velilere tebeıyyet ile kulluk bilincine ermektir.
Dipnotlar: 1) Kuşeyri Terc. s. 117. 2) bk. ez-Zuhruf, 43/67. 3) bk. Tecrîd-i Sarîh Terc., XII, 361 vd. 4) el-Hıcr, 15/3. 5) bk. el-Kehf, 18/28. 6) Meryem, 19/81-82. 7) bk. el-İsrâ, 17/22. 8) bk. el-Hacc, 22/32. 9) eş-Şuarâ, 88-89, es-Sâffat, 37/84.