Altınoluk Dergisi, 2004 – Eylul, Sayı: 223, Sayfa: 006
Ferdiyet ve şahsiyet, insan kimliğini ifâde için kullanılan kavramlardır. “Ferdiyetçilik” ya da “bireyselcilik”, insanı ferd olarak, kendi kendine yeterli bir varlık görür. İnsanın varlığını meydana getiren parçalara yabancı olan unsurlar bu tarifin dışında kalır. Bu anlayışta birey kendi dışındaki her varlığa karşı koyar. Ferdiyetçilik insanı, kendi varlığının ortaya koymadığı değerlerden uzaklaştırmak sûretiyle taşkın, azgın ve hoyrat bir hâle sokar. Bu anlayışın zıddı cemiyetçiliktir. O da ferde kendi hür irâdesiyle benimsemediği bir takım değerleri dayatır; ferdi esir gibi uysal ve tepkisiz bir varlık olarak görür, sürü içinde erimiş bir hâle sokar.
“Şahsiyetçilik” anlayışı ise insanı, kendi hür irâdesiyle bağlandığı inançları, ruh dünyası ve yüklendiği sorumlulukları itibarıyla ele alır. İnsanı bir bütün içinde eriyip kaybolmuş bir parça gibi değil, mânevi hüviyeti ve irâdesiyle bağlandığı değerler sistemi içinde bir varlık olarak görür.
İslâmî telâkkide insan, ferd yâni birey değil, şahıs yâni özel bir kişiliktir, hattâ her insan ayrı bir âlem, ayrı bir dünyâdır. “Allah’ın insanı kendi sûretinde yaratmış olması”1 gerçeği, onun basit bir yaratık olmadığını gösterir. Diğer varlıkları değiştirebilme özelliği vermek sûretiyle Allah onu, imtiyazlı kılmıştır. Şahsiyet olarak hiçbir insan, diğerinin aynı değildir. Bir şahıstan diğerine değişen psikolojik ve fizyolojik eşikler, refleks ve meyiller bulunmaktadır.
İslamda cemiyet; kalbine yerleştirdiği imanla birleşen ve iman sorumluluğunu yüreğinde hisseden, omuzunda taşıyan şahsiyetlerden oluşan bir cemâattır, ferdlerden oluşan, dışarıdan aldığı emir ve kumandalarla kımıldanıp hareket eden, toplum mühendislerince manüple edilip şekillendirilen bir sürü değildir.
İslâm cemiyetinde şahıs, cemiyete sığınan birey olmaktan ve sadece kendini kurtarma çabası içinde bulunmaktan çok, kendi sorumluluğu ile toplum sorumluluğunu aynı oranda hisseder. Böyle bir insan hilkat gâyesine yönelmiş olur. İslam’da insan şahsiyetinin inşâsında “büyük model”in çok önemli bir yeri vardır. Büyük model Hz. Peygamber (a.s.)’dir. Onu müşahhas hâle getiren de mürşidlerdir. Sevgi, modele uymada önemli bir motivasyondur.
İnsanı insan yapan ve fazilete erdiren özellik, onun şahsiyeti; kişiliğidir. İnsana saygınlık kazandıran çalışkanlık ve başarı gibi özellikler kişiliğin üzerine ilâve edildiğinde bir anlam ifâde eder. Şahsiyet yâni kişilik “1” ise diğerleri sağına ilâve edilen sıfırlardır. Nasıl solundaki sayı silinince sıfırlar bir anlam ifâde etmiyorsa, kişilik olmadan bunlar da bir anlam ifâde etmez.
Kişilik insanın sâhip olduğu insanî kuvvetleri dengeli bir biçimde kontrol edebilmesidir. İnsanda üç önemli güç bulunmaktadır. Akıl, gadab ve şehvet. Bu üç kuvvetin üç derecesi vardır. İfrât, tefrît ve vasat. İfrât en ileri ve en yukarı, tefrit en geri ve en aşağı derecesi, vasat ise orta ve itidâl çizgisidir.
Bu tasnife göre aklın en yukarı derecesi cerbeze ya da şeytânet, en aşağısı hamâkat ya da gabâvet, ortası ise hikmettir. Aklın cerbeze ve şeytanet denilen ileri noktada bulunması, kişinin kendinden başka doğru görüşlü kabul etmemesi, kimsenin nasihatine kulak asmaması, ortak aklı önemsememesi gibi ârızalar meydana getirir.
Aklın geri ve aşağı derecesi olan hamâkat ve gabâvet ise insanın bönlüğü ve âcizliğidir. Aklın ileri noktası da geri noktası da zararlıdır. Şahsiyeti yaralar. Aklın güzelleşmesi, doğruyu eğriden, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırd edebilecek seviyeye gelmesi demektir. Aklın salâh ve kemâli sâyesinde insan hikmete erer. Çünkü hikmet, aklın itidâl çizgisinde bulunması ve ondan fazilet ve güzelliklerin sâdır olmasıdır. Akıl kuvvetini itidâl çizgisinde tutamayan rûhî bakımdan hasta kabûl edilir. Mutedil bir akıl sâhibi hikmet ehlidir. Hikmet ehli fâziletlere sahiptir, çünkü iyilik ve ahlâkın başı hikmettir.
Gadab kuvvetinin ileri derecesi tehevvür denilen düşünmeden saldırmaktır; işin sonucunu anlamadan parlamaktır. Gadabın geri derecesi cebânet denilen korkaklık ve pısırıklık; yeri geldiğinde bile kendini savunmadan âcizliktir. Gadab kuvvetinin itidal çizgisi “şecâat” denilen hikmet gereği cesârettir. Cür’et ile cesâret arasında fark vardır. Cür’et sonunu düşünmeden yapılan ataktır. Cesâret ise duruma ve muktezâ-yı hâle göre yürekli tavırdır. Dolayısıyla şahsiyet sâhibi bir insanın gadap kuvveti, hikmet gereği şecâat ve cesâret çizgisindedir.
Şehvet, insandaki en güçlü içgüdü olarak kabûl edilmektedir. Bunun ileri ve geri seviyeleri vardır. İleri seviyesi “sefihlik ve fuhşiyât” denilen meşrûiyyet sınırı tanımazlıktır. Şehvet içgüdüsünün eksiklik ve azlığı ise “cümûdet” denilen durgunluk ve uyuşukluktur. Şehvet içgüdüsünün insanı yönlendirme özelliği dikkate alındığında donukluk ve durgunluk seviyesindeki azlığı da makbûl değildir. Hattâ bu yüzden şehvet gücünün tabiî olmayan yollarla yok edilmesi meşrû sayılmamıştır. Şehvet içgüdüsünün, ne büsbütün yok edilmesi, ne de esiri olacak bir konuma düşülmesi uygundur. Aksine aklî ve şer’î ölçüler içinde tutulması esastır. Bu da iffet denilen faziletin ortaya çıkmasını sağlar.
İffet, şahsiyeti korumaya en müessir olan hasletlerin başında gelir. Çünkü iffet mâkûl ve meşrû olmayan şehevî duygulara boyun eğmemektir. Bir bakıma inanan insanın, şehvet içgüdüsünü kontrolde aşılmaması gereken kırmızı çizgileri koruması demektir. İnsanı kişilik zaafına sevk eden ve esâret altına alabilen şehvet içgüdüsü iffet sâyesinde aşılır. İnsan, akıl ve hikmetle şehvet arzularını tartar, iffetle tasallutundan korunur. İffet; şeref, haysiyet, nâmus ve toplumdaki itibârı koruyan ve insana insanlık değeri kazandıran bir fazilettir. İffetin kaybı istikbâlin ve istikbâle âid ümidlerin kaybı demektir.
İç motivasyon denilen teşebbüs ve cezbe kuvveti ile bağımsız hareket kabiliyeti demek olan hürriyet ve akıl, insan şahsiyetini inşâ eden önemli unsurlardır. Bu ifâdeden yola çıkıldığında şahsiyetin temel unsuru olarak “hürriyet” kavramı ortaya çıkmaktadır. Hürriyeti selbeden ise şehvet içgüdüsüdür. Nefsin hevâ denilen isteklerinin putlaştırılıp tanrılaştırılmasıdır. Bu durum ferdlerin kendi elleriyle hürriyetlerini, irâdelerini yok etmesidir. Bunun devlet eliyle ferdlerin bağımsızlığının, serbest irâdelerinin yok edilmesinden pek fazla bir farkı yoktur. İkisi de şahsiyeti yaralayan sonuçlar doğurmaktadır.
Bugün toplumların ve toplumumuzun mübtelâ olduğu şahsiyet erimesi ve kişilik erozyonu denilen hastalığın temel sebebi şehvet içgüdüsünün sınırsız bir hürriyetle insanları ve toplumları esir etmesidir. Ferdiyetçiliğin egemen olduğu toplumlarda insanların sınır tanımayan tavırları kişileri doyumsuz bir şehvet çılgınlığına mübtelâ kılmaktadır. Basın-yayın organları ile desteklenen, toplum mühendisleri tarafından sistemli şekilde uyarılan şehvet içgüdüsü, sağlıklı nesillerin önünde hem ferd plânında hem de toplum bazında bir maraz olarak durmaktadır. Bu marazdan kurtulmak için genelde şu husûslar tavsiye edilmektedir:
1- Güçlü bir irâdeye sâhip olmak,
2- Şehvet içgüdüsünden gelen düşüncelere direnç göstermek; bunlara uyulduğu takdirde görülebilecek maddî-mânevî zararları düşünmek,
3- Süblimasyon yoluyla zihni sürekli yüksek duygularla meşgul etmek,
4- Kötü ve sefih arkadaşlardan uzak durmak; çünkü “insan insanın şeytanıdır” derler,
5- Nefsânî telkin ve dürtülerin çok olduğu ortamlardan uzak durmak.
Netice itibarıyla insanın hürriyeti, kişiliğin temel unsurudur. Hürriyet, en kolay biçimde şehvetle selbolunur. Şehvete kurban edilen hürriyet, insanda şahsiyet erozyonuna yol açar. Şahsiyet parçalanması, insanın dayatmalarla inanmadığı; istemediği şeyi yapmak zorunda bırakılması ise şahsiyet erozyonu da farkında olmadan şehvet içgüdüsünün insan kişiliğini aşındırmasıdır.
Dipnot: 1) Buhârî, İstizân, 1; Müslim, Birr, 115.