Altınoluk Dergisi, 2004 – Mart, Sayı: 217, Sayfa: 006
Emânet, inanılmak, emin ve güvenilir olmak anlamında bir Kur’an kavramıdır. Kur’an’da beş ayrı yerde geçmektedir. Ancak bu beş ayetteki emânet kavramını genel ve özel iki grupta toplamak mümkündür.
I- Genel anlamda emânet: Kur’an’daki “Biz emâneti göklere, yere, dağlara sunduk, onlar bunu yüklenmekten sakındılar ve ondan korkup titrediler, fakat pek zâlim ve câhil olan insan bunu yüklendi;”1 âyetinde anlatılan emanet duygusu budur.
Bu âyette insanın “Allah ile sözleşmesi” demek olan elest bezmindeki muâhedesi anlatılmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ilâhî nefhayı ve rabbâni aşkı göklere, yere ve dağlara sunmuş, fakat onlar bu ağır mes’uliyeti yüklenmekten çekinmişlerdir. Aslında bu âyetle ilâhi rûhu yüklenmeye, rabbani kokuyu koklamaya insandan başkasının istidâdı olmadığı anlatılmaktadır.
İnsanoğlu bu ilâhi emâneti kabûlde mahzur görmeyecek kadar aşk ateşiyle yanmaya cür’etli, ama sorumluluğunu çabucak unutarak kendini yakacak kadar zâlimdir. Cesareti sebebiyle ilâhi râyihaya; gaflet ve ihâneti sebebiyle ilâhi cezâya adaydır. İnsan rûhu Lokman yaratılışlı olduğu halde ten kafesinde lokma derdine düşünce büyük hazdan mahrûmiyetle cezâlandırılır.
Benzemek istersen Lokman’a
Dikkat edeceksin lokmana
Çünkü insanın çektiği ıstırap hep lokma yüzündendir.
Tasavvufta “bâr-i emânet” adıyla anılan bu sorumluluk duygusu, insanda fıtrî olarak mevcuttur. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Şüphesiz ki emânet insanların kalplerinin derinliklerine kök salıp yerleşti. Sonra Kur’an indi. Bu sâyede insanlar Kur’an’dan ve sünnetten emâneti öğrendiler.”2 buyrulur. Bu emânet Allah’ın ve insanların hukuku ile Allah’ın kullarına farz kıldığı ibâdetler; yâni kulluk ve dini hayatın tamamıdır. “Emânetin insanların kalplerinin derinliklerine yerleşmesi ve kök salması” ifadesi bu duygunun fıtratta var olduğunu gösterir. Hadis’in devamında geçen “emânetin kalkması” ifadesi imânın zayıflamasını, semeresinin azalmasını, Müslümanlarda emânet hassâsiyetinin kaybolmasını ifade eder. Bir başka hadisteki “Emâneti olmayanın imânı yoktur ”3 ifadesi emânetin şumûlünü gösterir. Ayrıca Kur’an’da Mü’minûn ve Meâric sûrelerinde tekrarlanan: “Onlar öyle Mü’minlerdir ki, emânetlerine ve ahidlerine riâyet ederler.”4 ifadesi ise hem ilâhi muâhedeyi; yani genel mânâdaki ahid ve emâneti, hem de özel olarak insanlar arasındaki sözleşmeleri kapsar.
Genel anlamdaki emânet kavramının kapsamı şu üç alanı ihâta etmektedir:
1. Kulun Rabbına karşı emânetini,
2. Kulun diğer yaratıklara karşı emânetini,
3. Kulun kendi nefsine karşı emânetini.
Kulun Rabbine karşı riâyetle sorumlu olduğu emânet, O’nun emrettiklerini yapmak, nehyettiklerinden sakınmaktır. Bu, bütün organlarımızı ilgilendiren vazifelerimizdir. Çünkü her organ bir emânettir ve onun yerli yerince kullanılması gerekmektedir. Meselâ dil emânetini korumak yalan konuşmamakla, gıybet etmemekle, dedikodu yapmamakla, küfre düşmemekle, çirkin sözler sarfetmemekle olur. Göz emânetini korumak onu harama bakmada kullanmamakla olur. Kulak emânetini korumak yalan ve iftira gibi boş ve yasak şeyleri dinlememekle olur. Diğer organlar da buna benzer.
Diğer yaratıklara karşı emânet, onların hukukuna riâyet etmek onlara zarar vermemek ve aldatmamaktır. Alınan emâneti geri vermek, tartıyı eksik yapmamak, insanların kusurlarını yaymamak, hanım kocasının, koca hanımının iffet ve emânetini korumak gibi şeylerdir. Toplum içindeki ilişkileri düzenleyen emânet duygusu, insanlar arasındaki güven ve sevginin temel sebebidir.
Peygamberlerde bulunması vâcib olan beş özellikten biridir emânet. Peygamberin sözünün, özünün doğru olması; güvenilir olması demektir. Nitekim Peygamberimiz’in nübüvvetten önce Mekke toplumunda “Muhammedü’l-Emin” sıfatıyla anılması, onun emânet anlayışını ve bu anlayışın toplumdaki etkisini gösteren önemli bir ipucudur. Çünkü insanlar karakter sahibi güvenilir kişilerin peşinden giderler.
Kulun kendi nefsine karşı emâneti, din ve dünya işlerinde en doğru ve kendine en faydalı olanı tercih etmesi, zararlı olandan uzaklaşmasıdır. Şehvet ve öfke sebebiyle âhiretine zarar verecek şeylerden kaçınmasıdır.
Hem Rabbe, hem nefse ve hem de yaratıklara karşı sorumluluklar demek olan emânet, göklerin, yerin ve dağların dayanamayacağı kadar ağır ve yerine getirilmesi zor bir yüktür. Emânetin ifâsı bir kerâmet, terki ise hıyânet ve rüsvâylıktır. Emânet ile gaflet arasında bir zıddiyet ilişkisi vardır. İnsanın gafleti arttıkça imânı zaafa uğrar. İmânı zaafa uğradıkça emânet duygusu ortadan kalkar. Böylece kişinin dini hassâsiyeti hak ve hukuka riayeti yok olur. Kalpte günahlardan oluşan siyah lekeler artar ve nihayet kalp kararır. Kalp kararıp katılaştı mı insan hâin ve nankör bir yaratık haline geliverir. Ne güven ve emânetten, ne de din ve diyânetten eser kalır.
II- Özel anlamda emânet: Toplumda yönetim ve idâri görev ile ilgili bir kavramdır. “Şehremâneti” kelimesi bu kökten olup “belediye başkanlığı” anlamına kullanılmıştır. Nisâ sûresindeki şu âyet bu tür bir emânete, idârî sır ve sorumluluğa işâret etmektedir: “Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah böylece size öğüt verir. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işiten ve kemâliyle görendir.”5
İslam alimleri genel olarak bu âyetin iş başında bulunan idareciler hakkında nâzil olduğu kanâatindedirler. Çünkü her işi ehline tevdi etmek ve adâletle hükmetmek, öncelikle onların görevidir. Ancak bugün yöneticileri seçme şansına sahip toplumlarda bu sorumluluk, seçme imkânına sahip herkese râcidir. Çünkü seçmek de emânete ehil aramak demektir.
Âyette emânetin ehline verilmesinin ilâhi bir emir oluşundan sonra hakimiyet sırasında adâletin emredilmesi, âdil olmak için önce emin olmak gerektiğine işarettir. Emin olmak emânete ehil olmakla eşdeğerdir. Emâneti bilen, onu ehline verir. Hasan Basrî der ki: “Allah Teâlâ idarecilere üç şey yüklemiştir: Boş şeylere ve hevâya uymamak, insanlardan değil Allah’tan korkmak, Allah’ın âyetlerini dünya çıkarları uğruna satmamak.”
Özel anlamdaki emânet kavramının içine kamuya âid iş ve makamlar, idârecilik, yöneticilik ve her türlü toplum hizmetleri dâhildir. Âyette idârecilere, hâkimlere, iş başında bulunanlara emânetleri ehline vermek emredilmektedir. Elinde bulunan emâneti sahibine geri vermek kadar emânet edilecek işlerin de ehil ve lâyık olanına verilmesi önem arz eder. Kamu hizmetlerinde bu çok önemli bir keyfiyettir. Çünkü dünyanın düzeni, emânetlerin ehline verilmesiyle pâyidâr olabilecek bir husustur. Nitekim Allah Rasûlü (s.a) kendisine kıyâmetin ne zaman kopacağını soran bir bedeviye: “Emânet zâyi edildiği zaman” cevâbını verdi. Ardından bedevinin “Emânet nasıl zâyi olur” diye sorması üzerine ise: “Emânet ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyâmeti bekle!” buyurdu.6
Emânetin ehil olmayan kimselere verilmesi demek, bilgi ve liyâkatine bakmadan insanlara yetki ve sorumluluk vermek demektir. Bilgisiz, liyâkatsiz, nâ-ehil insanlar üstlendikleri işi gereği gibi yürütemeyeceğinden işler çığırından çıkar. Bu da o işin, ya da o ülke ve bölgenin kıyâmeti demektir. Burada kastedilen öncelikle dünyanın sonu demek olan kıyâmet ise de büyük kıyâmetin şartlarını hazırlayacak olan bu tür küçük kıyâmetlerdir.
Konuya bu açıdan baktığımızda emânet ve kıyâmet ilişkisi önem arzetmektedir. İşi ehline vermek; ya da her iş için ehil adamlar yetiştirmek ve yönetimi muktedir ve ehil insanlara vermek, işin doğrusu budur.
Öyleyse liyâkatin ölçüsü ne olacak? Söz bu noktaya gelince Mahir İz hocamızın yıllar önce söylediği, ama o zaman tam olarak anlayamadığımız ölçü hâtırama geliyor. Rahmetli hocaya gerek siyâsi konularda, gerekse gündelik hayatta aradığımız insanın özelliklerini sorduğumuzda şu cevâbı alırdık: “Bir iş için aradığınız adamda sırasıyla şu üç vasıf bulunmalı” derdi Hoca:
1. İşini iyi bilen ve yapan (liyâkat ve ehliyet sahibi),
2. Doğru ve dürüst,
3. İnançlı ve dindar.
Biz derdik ki: “Hocam inançlılığı ve dindarlığı birinci sırada bulunması gerekmez mi? Siz onu üçüncü sıraya bıraktınız.” Hoca’nın cevâbı çok ârifâneydi:
-“Oğlum siz câmiye imam veya tekkeye şeyh arıyorsanız dediğiniz doğru. Ama işe adam arıyorsanız, doğrusu adamın önce işini bilmesidir. İşini bilmeyen bir doktor, beceriksiz bir avukat veya âciz bir siyasetçi inançlı ve dindar olsa, ama doğru ve dürüst olmasa ne faydası var? Öyleyse doğru sıralama budur.”
Aradan otuz yılı aşkın bir zaman geçti. Türkiye’de köprünün altından çok sular aktı. Biz de hocanın söylediğinin doğruluğunu otuz yıllık tecrübe ile daha iyi kavradık. Evet seçim arefesinde, seçilecek ve oy verilecek adaylarda iş bilirlik; yani ehliyet ve liyâkati ilk şart görmek gerekir. Ondan sonra doğruluk ve dürüstlük gelir. Bunlardan biri başarıyı, diğeri güveni beraberinde getirir. Dindarlık ve inanç da elbette önemli, ama ilk ikisi olmadan kişinin ancak kendisine faydalı, topluma ve halka değil!
İnançlı ve dindar insan genel anlamda emânet şartlarını taşıyan iyi bir kuldur. İş bilen ve doğru insan ise yönetim anlamındaki özel emanetin şartlarını taşıyan kimse demektir.
Özel anlamda emâneti belirleyen Nisâ sûresindeki bu âyetin nüzûl sebebi de hocamızın haklılığını ve tesbitinin doğruluğunu teyid ediyor. Bilindiği gibi Mekke fethi sırasında Allah Rasûlü, Kâbe’ye girmek üzere geldiğinde Kâbe anahtarı kendisinde bulunan Abduddâroğullarından Osman bin Talha kapıyı kilitlemiş ve anahtarı da Hz. Peygamber’e: “Allah’ın peygamberi olduğunu bilsem vermekten çekinmezdim.” diyerek vermek istememişti. Hz. Ali, Osman’ın kolunu büküp anahtarı zorla aldı ve kapıyı açtı. Allah Rasûlü de Kâbe’ye girip iki rekat namaz kıldıktan sonra dışarı çıktı. Çıktığında amcası Abbas anahtarın kendisine verilmesini istediyse de bu âyetin inmesi üzerine anahtar Osman’a olay safahatıyla anlatılarak ve inen bu âyet kendisine okunarak teslim edildi. Osman derhal iman ediverdi. Demek ki önce iş bilmek; ehliyet ve liyâkat sonra sözüne sadık olmak… İnanç da onu taçlandırıyor.
Bir başka âyet daha var emanetle ilgili, o da şöyle: “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygambere hâinlik etmeyin. Sonra bile bile kendi emânetinize hâinlik etmiş olursunuz.”7 Bu âyet Ebû Lübabe’nin iş bilmezliği sebebiyle Yahudilere yaptığı yersiz bir açıklama yüzünden nâzil olmuştur. O’nun şahsında, idârî görev sâhibi bulunanların dillerine sâhip olması gerektiğini, her doğruyu her yerde söylemeye izin olmadığını göstermektedir.8
Dipnotlar: 1) el- Ahzâb, 33/72. 2) Buhâri, Rikak, 35; Fiten,13; Müslim, İmân, 230. 3) İbn Hanbel, Müsned, III,135. 4) 23/8; 70/32. 5) en-Nîsâ, 4/58. 6) Buhâri, İlim, 2, Rikak, 35; İbn Hanbel, Müsned, II, 361. 7) el- Enfâl, 8/27. 8) bk. Hey’et, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meâli, Medine 1992, s.179.