Altınoluk Dergisi, 2003 – Subat, Sayı: 204, Sayfa: 005
Allah Teâlâ kullarını sevmeğe ve sevilmeye istidâdlı olarak yaratmıştır. Ancak bu sevgiyi ve dostluğu bir takım şartlara bağlamıştır. Kur’an’daki Allah dostluğunu ifade eden âyetlerde bu şartlar bütün açıklığı ile ifâde edilmiştir. Nitekim Yûnus sûresinde şöyle buyrulmaktadır: “İyi bilin ki Allah’ın dostlarına korku yoktur. Onlar üzüntüye de uğramazlar. Veliler Allah’a imân edip O’nun emirlerine aykırı hareket etmekten sakınan insanlardır. Onlara dünya hayatında da âhirette de müjdeler vardır.” (10/62-64)
İnsanoğlu bu dünyada ve âhirette korktuklarından emin, umduklarına nâil olmak ister. Korku ve ümid dengesi içinde güvene ulaşmak ister. Bir başka ifâdeyle insan bu dünyada elemlerden kaçıp hazlara ulaşmak arzu eder. Yani emel peşinde koşar. Emel peşinde koşarken de çoğu zaman elemle karşılaşır. İnsanın elemlerden kurtulması veya elemleri hazz ve zevke dönüştürmesi kalbî derinlik ve duyarlılığına bağlıdır. Bu âyet başındaki tenbih edâtı sayılan “elâ” lâfzı ile bir alarm gibi dikkat çekmek için uyarıda bulunduktan sonra diyor ki: Siz yerli yersiz korkulardan ve anlamsız üzüntülerden kurtulmuş bir Allah dostu mu olmak istiyorsunuz? Öyleyse bilin ki Allah dostu olmanın yolu O’na imandan, O’nun emirlerine aykırı hareket etme duyarlılığı demek olan takvâdan geçer.
Takvâ bir kalb olayıdır. Tâat ve kulluk sâyesinde kalbi günahlardan arındırmak ve bu sâyede ilâhî cezâdan kurtulmaktır. Bir başka ifâdeyle takvâ kişiyi Allah’tan uzaklaştıracak şeylerden sakınmaktır. Kur’ân’da “takvâ sahipleri, Allah’ın dostudur.” (el-Enfal, 8/34) âyeti, takvâ ve dostluk ilişkisini teyid etmektedir. Ayrıca bir başka âyetteki “Allah’tan takvâ üzre olun ki Allah size öğretsin.” (el-Bakara, 2/282) ifâdesi takvâ ile mânevî ilim, basiret ve firâset arasındaki ilgiye dikkat çekmektedir. Allah Rasülü’nün: “Müminin firâsetinden sakının; çünkü o, Allah’ın nûruyla bakar.” (Buharî, Tevhid, 63) hadisi bu anlamdadır. Nitekim şâir der ki:
Erenlerin nazarı toprağı gevher eyler
Erenler kademinde toprak olasım gelir.
Kur’an’da genel anlamda müminler Allah’ın dostu olarak görülmüştür. Nitekim: “Allah müminlerin dostudur ve onları karanlıktan aydınlığa çıkarır” (el-Bakara, 2/257) buyurulur.
Âyetin ifâde ettiği anlama göre Allah’ın aydınlığa çıkarıp gönlüne nûr-ı ilâhî yerleştirdiği mümin, Allah’ın dostudur. Bu yüzden bu iman ve nûr üzre olmaya çalışmak müminin boynunun borcudur. Değilse Allah onları bu duygulara sâhip olanlarla değiştirir. Nitekim Kur’an’da buyrulur: “Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücâhede ederler ve bu hususta sataşanların sataşmasına aldırmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah ihsanı boldur ve herşeyi hakkıyla bilir. Sizin dostunuz Allah’tır, O’nun Rasûlüdür ve Allah’a tam olarak teslim olan namazlarını hakkıyla kılan, zekâtlarını veren müminlerdir.”(el-Mâide, 6/54-55)
Bu âyetlerin işâretine göre Allah’ın dostluğuna erebilmenin şartlarından biri de Allah’ı sevmek O’nun tarafından sevilmek, müminlere karşı tevâzu, kâfirlere karşı vakar sahibi olmaktır. Allah yolunda kınayanın kınamasına aldırmadan hizmet sevdâlısı olabilmektir. Bu mazhariyete erenler Allah dostluğuna lâyıktır. Bu âyetlerden Allah dostluğunun hem kesbî, hem de vehbî bir yanının olduğu anlaşılmaktadır. Kınayanın kınamasına aldırmadan hizmet sevdalısı olma çabası kesbî olabilir ama; Allah tarafından sevilmek ve izzetle taltif edilmek elbette Hak vergisidir. Allah Teâlâ, vehbî olan Hak sevgisine ermede de bize bir yol ve adres göstererek buyuruyor ki: “Ey Rasûlüm, de ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran, 3/31) Bu âyete göre Allah’ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin yolu, Allah Rasûlü’ne uymaktan geçmektedir. O’na uymadan Hak sevgisine erişilmeyeceğinden Allah dostluğu bir bakıma Peygamber’e tâbi olma ön şartına bağlanmıştır.
Bir başka âyette yine “yüzünü ihsân duygusuyla Hakk’a döndüren kimsenin ecrinin Rabbı katında olduğu ve böylelerinin korkudan ve üzüntüden uzak bulunacakları” (el-Bakara, 2/111-112) anlatılmaktadır.
Buhâri’nin rivayet ettiği bir hadis-i kudside Allah Rasulü, Rabbından naklen şöyle buyurmaktadır: “Kim benim bir dostuma düşmanlık ederse Ben ona harb ilan ederim. Kulum kendisine farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben onu severim. Ben onu sevince de onun görmesi, duyması, tutması, yürümesi benimle olur. Benden bir şey isteyince dileği kabul edilir. Bana sığındığında onu korurum.”(Buharî, Rîkak, 38)
Bu kudsî hadisin ışığında Allah dostluğuna ermenin yolu sağlam bir imandan sonra, farzların edâsından ve nâfilelere devamdan geçmektedir. Nitekim tarih boyunca Allah dostlarının düzgün bir ibâdet hayatının mevcudiyeti bunu teyid etmektedir. Allah dostluğuna ermek bir müminin nihâî hedefidir. Bir Allah dostunun özellikleri ise şöyle özetlenebilir:
1.İlâhî dâvete icâbetle imânı seçmiş,
2. Allah’tan her durumda râzı olmuş,
3. Farzları yerine getirip yasaklardan kaçınan,
4. Dünyada üstünlük ve riyâset sevdâsı gibi bir dâvâsı olmayan,
5. Dünya kaygısıyla mal toplamaya ve biriktirmeye yönelmeyen,
6. Dünyanın azlığına kanâatle sabreden, çokluğuna tasadduk ve infakla şükreden,
7. Övülmekle yerilmeyi müsâvî gören,
8. Allah’ın verdiği güzel hasletlerle ucbe kapılmayan,
9. Güzel ahlak sahibi,
10. Arkadaşlık ve dostluğunda kerem sahibi,
11. İnsanî ilişkilerinde hilm sahibi ve yük kaldıran,
12. Allah’ın teşvik ettiği güzel amellerle meşgul.
Bu sıfatlarla muttasıf; yâni Allah ile ilişkilerinde müstakim, insanlarla ilişkilerinde sağlam, dünyaya karşı zâhid kimseler gerçek Allah dostu denilmeye lâyıktır. Bu sıfatlardan bir kısmına sâhip olanlarda da “velâyet” sırrı vardır ama tam değildir.
Allah dostluğuna ermiş insanların istikamet kaygısı, sünnete riayet titizliği herşeyin önündedir. Nitekim Zünnûn Mısrî’nin bir sözü bu konuda çok yaygın bir anlayışı ve genel bir kabulü ifade etmektdir: “Allah dostu ârifin alameti üçtür: Ma’rifetinin nûru, veraının nûrunu söndürmez. Zahiri ahkâma ters düşen bâtın ilmine inanmaz. Allah’ın nimet ve kerametine nâil olması onu haramların sınırını zorlamaya sevketmez.”
Marifetin nûrunun veraın nûrunu söndürmemesi demek, ulaşılan keşfî bilgilerin ermişlik duygusunu harekete geçirip dînî hassâsiyeti engellememesi demektir.
Sözü Mevlânâ’nın diliyle tamamlayalım: Ben Allah’ın selâmını alırım ümidi ile velilerimin yanına gider, onları gönül gözüyle dinlerim. Onların candan daha tatlı sözlerinden Hak selâmını duyarım. Çünkü o veli, kendi varlığını tevhid ateşine atmış, yok etmiş olduğu için onun selâmı Hak selâmı gibidir. O velî, kendi varlığından ölmüş Rabbıyla dirilmiştir. Bu yüzdendir ki, Hakk’ın sırları onun iki dudağı arasındadır.
Ne mutlu bu sırra erebilen güzel insanlara!…