Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Değişim ve Tasavvuf

Altınoluk Dergisi, 2002 – Eylul, Sayı: 199, Sayfa: 014

Daha önce “Tasavvuf ve Değişim” başlığı altında tasavvufun gerçekleştirmeyi hedeflediği değişimi yazmıştık. Bu sayıda toplumdaki değişim konusuna tasavvufun yaklaşımını inceleyeceğiz. Tasavvuf burada değişimi belirleyen (özne) değil, var olan değişime karşı nesnel bir tavır içindedir. Değişimin bu boyutu özellikle teknoloji ve sanayi devrimi ile birlikte  kültürlerin birbirlerini etkilemesi sürecinde ortaya çıkan değişime intibakla ilgilidir. Özellikle Batı’daki sanayi devriminden sonra meydana gelen değişimin iletişim araçları ve kültür istilâları tarzında farklı toplumlara ve İslâm toplumuna dayatılmasıyla alakalıdır. Bu tür bir değişim sürecine karşı müslümanların yaklaşım tarzını üç grupta toplamak mümkündür. İfrât, tefrît ve vasat.

İfrât tutum: İslâm’ın klasik metodlarını reddederek dînî nas ve kaynakları bağlayıcılık bakımından yeni bir tasnife tâbi tutulmasını öngören ve ahkâmın tarihselliği ile sünneti ve bazı Kur’an hükümlerini devre dışı bırakan anlayıştır. Modernistlerin yoludur.

Tefrît tavır: Geleneğin her türlüsünü dondurup din diye anlamak ve algılamak; dinin hiçbir konusunda ictihâd ve yeni yorumlara izin vermeyen anlayış. Katı gelenekçilerin yoludur.

Vasat, ortayol: İctihâdın bir ilim ve ahlâk yolu olduğunu bilerek yeni çıkan durumlara göre dinin aslını muhafaza ile birlikte kitap ve sünneti gözden geçirerek değerlendiren ve ictihâd kapısını açık görenlerin izlediği ortayol.

Tarihi seyri içinde olaylara baktığımızda tasavvuf geleneğinde her türlü gelişim ve değişimi belli bir perspektiften değerlendiren bir anlayış vardır. Sûfiler değişen zamana ve zamanın getirdiklerine açık yüreklilikle yaklaşan bir telâkkiye sâhiptir. Bu yüzden sûfîleri değişim sürecinde orta yolu izleyen grupta mütâlaa etmek mümkündür. Tasavvuf geleneğinde  her devrin sûfî ve mutasavvıfları, değişim ve gelişmeleri ya onaylamakta veya karşı çıkarak yeni ictihâdlarda bulunmaktadır. Fıkıh alanında mezhep imamları nasıl müctehid ise tasavvuf ricâli de bu alanın müctehidleri sayılırlar.Vâkıa tasavvuf ricâli fıkıh bakımından bir mezhebe bağlı olmakla birlikte, mânevî ve tasavvufi konularda bir müctehid gibi hareket ederler. Nitekim onların semâ, musiki, seyr u  sülûk konularındaki yorum ve uygulamaları bu türdendir. Bu ictihadlarda usûl ve gaye müşterek olmakla birlikte sonuçlar farklıdır. Nitekim Ahmet Kâsânî,  tasavvuf yolunda ilk farklı ictihadın Cüneyd’e âid olduğunu söyler. Cüneyd, önceki eğitim metotlarıyla kendi zamanındaki insanların yola getirilemeyeceğini düşünmüş ve müridlerin dağılan gönül ve düşüncelerini yoğunlaştırmaya faydalı olur düşüncesiyle semâa izin vermiştir.1 Semâ, güzel sesle okunan ilâhileri dinlemek, demektir.

Tasavvuf geleneğinde yenilik ve değişiklik getiren sûfiler ‘müctehid’ sayılmıştır. Nitekim Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ’sında Hamdûn Kassâr (ö.271/884)’ı tarikatta müctehid ve mezhep sâhibi2 diye tanıtmaktadır. Diğer ictihad sâhibi sûfiler için de aynı şeyi söylemek mümkündür.

Sûfiler Kur’an’daki: “O, her an yeni bir iştedir.”3 âyetinden kalkarak her vaktin Hakk’ın, celâl ve cemâl sıfatlarıyla tecellî ettiğine kâildirler. Allah Teâlâ, her zaman, her ferdin kâbiliyet ve istidâdına göre ayrı ayrı tecelli eder, O’nun tecellilerine sınır yoktur.4

Bu sınırsız tecellî tasavvufta genelde “Vakt” kavramıyla ifâde edilmiştir.

Tasavvufta mânevi hallerden sayılan “vakt”, mâzi ile istikbal arasındaki zaman dilimidir. Geçmiş zaman ile gelecek zaman arasında alınan nefestir. Cüneyd-i Bağdadî’ye göre vakt, kulun kendini bilmesi, Rabbına muvafakat etmesi, vaktinin gayrısiyle bulunmamasıdır.5

Her anı, her günü, o ânın ve  günün şartlarına göre yaşamak, diye özetlenebilecek bu ilkeyi Mevlânâ şöyle seslendirir:

“Her gün bir yere konup geçmek, akarsu gibi bulanmamak, donmaktan kurtulmak ne hoştur. Dün de geçti, düne âid söz de dün gibi gelip geçti. Bu gün yeni bir söz söylemek gerek.”6

Bu ifâdelerin manzûm anlatımı şöyledir:

Dünle beraber gitti cancağızım,

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım,

Ne kadar söz varsa düne âid

Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.

Benzer bir söz de Yûnus’a âiddir:

Biz sevdik âşık olduk, sevildik mâşûk olduk

Her dem yeni dirlikte, bizden kim usanası7

Aslında ‘Vakt’ anlayışı tasavvuf geleneğinin değişim ve gelişime açık olduğunu göstermektedir. Dervişin derdi ve düşüncesi geçmiş ve gelecek zaman değil, içinde bulunduğu vakit ve andır. Bu anlayış bizim kültür ve edebiyat tarihimizde de önemli bir yer tutar. Nitekim bir takım şâirler de vakit ve “an” meselesine vurgu yapmıştır:

Geçti mâzi, çekme istikbâle gam.

Gün bu gün, sâat bu saat, dem bu dem.

Vaktin hükmüne göre hareket etmek, ayağının biriyle sağlamca şeriatın üzerine  basmak, diğeriyle içinde bulunduğu ânın gereğini; o vakitte işlenmesi en hayırlı olan şeyi işlemektir. Bu durumdaki sâlike “İbnü’l-vakt” derler. Tasavvuf büyüklerinden Kuşeyrî, vaktin hükmüne uymak noktasında şu temel esaslara dikkat çekmektedir: “Vaktin hükmüne uymak, gaybdan zuhûr eden şeye teslim olmak demektir. Yalnız bu durum dini bir emir ve nehyin bulunmadığı durumlarda olur. Çünkü emredilen hükmü yerine getirmemek, bir takım şer’i yanlış ve hatâlar karşısında kayıtsız kalmak, insanın ayağını kaydırıp dinden çıkarabilir.”8

Kuşeyrî’nin bu değerlendirmesinden vakt ve zamanın hükmüne uymada önceliğin emir ve yasaklarla ilgili olduğu, onlara ters düşmeyen konularda vaktin hükmünün icrâsının sûfiyâne bir yaklaşım ve değişime uygun bir tavır olduğu  anlaşılmaktadır.

Sûfilerin vakit ve zaman konusunda kılıç benzetmeleri meşhûrdur. Kılıcın sathı yumuşak ve pürüzsüz, yüzü ise keskin ve serttir. Kılıçla zıdlaşıp sertleşmek nasıl insanı zarara sokarsa, vakit ve zaman kılıcıyla da zıdlaşıp sertleşmek ve ona karşı çıkmak insanı biçer, doğrar ve tepetaklak götürür. Vakit kılıcına teslim olmak ve onunla yumuşak muâmele insanı kurtarır. İnsan vakit kılıcına nasıl dokunursa göreceği mukabele de ona göre olur.

Tasavvufî telakkîde vaktin oğlu mânasında İbnu’l-vakt olmak, vaktin edebine riâyeti ifade eder. Zirâ vakitler muhteliftir. Vakit vardır, duâ vaktidir; vakit vardır, sükût vaktidir. Vakte aid bilgi insana yine vakt içinde hâsıl olur. Kul duâ etmesi gerektiğine dair bir işâret  alırsa duâ etmesi, sükût etmesiyle ilgili bir işâret alırsa sükût etmesi uygun ve efdal olur. Diğer durumlar da buna göredir. Yani sûfi basiret nazarıyla vaktinin neyi gerektirdiğini bilerek amel eder. Bu noktada kişinin irfân ve vicdânına büyük değer atfedilmektedir. Allah Rasûlü’nün “Müftüler fetvâ verse de sen gönlüne danış!”9 emri bu konuya açılım getirdiği gibi “Mü’min’in firâsetinden korkun. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar.”10 hadisi de bunu teyid etmektedir. İbnü’l-vakt olan sûfî, ânın ve zamanın zuhûrâtına tâbi olur. Nitekim Hz. Mevlânâ der ki:

Ey yoldaş, ey arkadaş, sûfi İbnü’l-vakttir

Yarın demek yol şartlarından değildir.11

Tasavvuf kültürü kanaati temsil etmekle birlikte daha fazlasını istemeyi ve hayatın gelişen, değişen imkanlarından istifâdeyi dâima önemser. Nitekim Hz. Mevlânâ  der ki:

“Her gün gönlümde semâ var, zevk vardır. Onun güzelliği bana diyor ki: Burada da durma, bu mânâ neş’esini yeterli bulma, daha ileriye gitmeye çalış. Bana: “Neden beş parmakla yiyorsun?” diyorlar. “Beş parmağım var, altı parmağım yok da ondan.”diyorum.13

Tasavvuf geleneğinde zaman içinde eğitim uygulamalarıyla usûl ve erkândaki değişiklikler tasavvuf ricâlinin değişen şartlara ve ortaya çıkan ihtiyaçlara göre yaptıkları ictihâdlarla alâkalıdır. Tasavvuf, değişen şartlara kolay intibak özelliğine sahip bir sistemdir. Nitekim Cüneyd’e göre asr-ı saâdette adı olmadan yaşanan rûhânî ve tasavvufî hayat, daha sonra gelişen şartlar çerçevesinde sistem ve müessese hâline gelmiş ve kurumsallaşmıştır.

Dünyanın değişen şartları sebebiyle bugün İslâm âleminin muhtelif yerlerinde toplum hayatının dışına çıkarılan tasavvufî hareket, uyumlu özelliğiyle müesseselerinden fedâkârlık yapsa da, toplumun gündeminde kalmaya devam etmektedir. Türkiye’de tekkelerin kapatılmasından bir asra yakın süre önce Kuşadalı İbrahim Efendi (ö.1262/1845)’nin dergâhlarla ilgili değerlendirmesi ilginçtir. Kuşadalı, bir kaza sonucu yanan tekkesini yeniden inşa etmek isteyenlere engel olmuş, sebep olarak da “tekkelerden feyzin kaldırıldığını ve tekke devrinin kapandığını” söylemiştir.16

Tekkelerin kapatılmasından sonra yapılan değerlendirmeler de dikkat çekicidir. Tasavvuf ehlinin bir kısmı bu olayı hükm-i kader, bir kısmı geç kalmış uygulama gibi görürken bazısı da bu hizmetin bundan sonra gönül dergâhlarında sürdürüleceğini; aslında cihânın genel anlamda bir dergâh özelliğine sâhip bulunduğunu vurgulamışlardır:

Âsumandır kubbesi hep ahterân kandilleri

En zıyâ-bahşâ kanâdili şems ile mâhdır

Seddolunmakla tekâyâ ref’olunmaz zikr-i Hakk

Cümle mevcûdatı zâkir, cihân dergâhdır.

M. Celaleddin Dede

 

Tasavvuf gayesini “insan-ı kâmil yetiştirmek” olarak belirlediğinden vesile ve vâsıtalara takılıp kalmamayı telkin etmektedir. Çünkü vesile ve vâsıtaları kutsamak insanı gerçek kutsaldan uzaklaştırır. Bu yüzden tasavvuf geleneğinde hedef sağlam olduktan sonra vasıta ve vesileler şartlara göre değişebilir. Nitekim tarîkatların bir kısmında zikir açık iken bir kısmında gizlidir. Tarîkatların bu uygulamalarının bile şartlara ve zamana göre değiştiği bilinmektedir. Nitekim Ahmet Yesevî, Türkistan tarafına gidip o yöre halkına hafî zikrin çok etkili olmayacağını anlayınca cehri zikrin “erre” denilen ve çok ses çıkaran türünü benimseyerek müntesiplerini onunla eğitmiştir.17 Ancak Sovyet döneminde Ortaasya’da faaliyet gösteren Yesevîler ve Kübrevîler, Komünizm’in baskı ve etkisiyle cehrî olan  zikirlerini hafîye çevirerek değişen şartlara uyum sağladılar.18

Tasavvuf durağan olmayan aktif ve aksiyoner yapısı ile dün Sovyetler’de  insanlara bir ufuk açmağa çalışmıştı. Bugün Amerika ve Avrupa gibi ülkelerde değişen ve gelişen şartlar özellikle entellektüel insanlar arasında tasavvufun önünü açmaktadır. Amerika’da Mevlânâ’nın; İngiltere ve Fransa’da İbn Arabî’nin eserlerine ve düşüncelerine gösterilen ilgi bunun kanıtıdır.

Bir Rus İslamoloğunun bu konuya aid şu ifâdeleri ilgi çekicidir: “Resmî İslâm” denilen ve geleneklere sıkı sıkıya bağlı dînî yapıda esasların çok donuk olmasından dolayı bütün entelektüel hareketler tekrar tasavvuf bayrağına sarılmak zorundadır. İslâm’ın tekrar doğuşu ancak tasavvuf sâyesinde gerçekleşebilecektir.”20

Dipnotlar: (1) Risâle der-Semâ, İ.Ü. Ktp Fy. nr, 649 vr, 14a-14b. (2) Tezkiretü’l-evliyâ  (nşr. M.İsti’lâmi), Tahran, 1374, s. 401. (3)er-Rahman, 55/29. (4) Bursevî, İ. Hakkı, Rûhu’l-beyân, İstanbul 1389, IX, 299-300. (5) Kelâbâzî, et-Taarruf, Beyrut 2001, s.63; (trc. S. Uludağ) İstanbul 1978 s. 135. (6) A.Gölpınarlı, Seçme Rubâiler, İstanbul, 1945 Rubai nr. CLXXVII; A. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1985 s. 177. (7) Yunus Emre, Divan, İstanbul  1981, s.417. (8) bk.  Kuşeyrî, er-Risâleletü’l-Kuşeyriyye, Kahire 1974; I, 201-203 (trc. S. Uludağ ), s. 142-143. (9) Dârimi, Büyû,2; İbn hanbel IV, 228. (10) Tirmizî, Tefsiru sûre, 15. (11) Mevlânâ, Mesnevî, İstanbul 1990, (trc. Veled İzbudak), I, b, 133, s.11. (12) Mevlânâ, Rubâiler, İstanbul 2001, nr. 253. (13) a.e. Rubâiler, nr. 362. (14) el-Bakara, 2/189. (15) Mesnevî, III, 118, b. 1465-66. (16) Y. Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halvetî, İstanbul 1981, s. 32,88 vd. (17) Ahmed Kâsânî, Risâle-i Bâbûriyye, İ.Ü. Ktp. Fy. nr. 649, vr. 239 b. (18) Alexandre Bennigsen, Chantal Lemercier Quelquejay, Sûfi ve Komiser, Rusya’da İslâm Tarikatları (trc. Osman Türer), İstanbul 1988, s. 86-87. (19) Sûfî ve Komiser, s.80-82; 122-125; 168-169. (20) a.e. s. 230-231 E. Mallitski, Ishanye Sufizm-Materialy po Musul’manstv, Taşkent 1898, 3. cild’den naklen