Altınoluk Dergisi, 2002 – Nisan, Sayı: 194, Sayfa: 006
Bir dine mensup olmak, insanın kendisini bir dînî gruba âid görmesi fıtrî bir duygu; herkeste var olan âidiyet ve mensûbiyet içgüdüsünün bir tezâhürü. Ama dinî hayatı ve dindarlığı başka alâkalardan, dünyevî bağlardan, nefsâni haz ve yorumlardan arındırabilmek, ancak belli bir kalbî itminana ve zihnî olgunluğa ermiş insanların işidir. Çünkü dinî hayat ve dindarlık bir his, duygu ve gönül işidir. İnsanın duyguları ise çoğu zaman karmaşıktır. Bir takım iç ve dış etkilerin yoğunluğunda şekillenmektedir. Bu konuda ancak dış ve iç etkilere mukavemet göstererek konulan hedefe, belirlenen nihâî noktaya; vuslat ve rıza arayışıyla yürüyenler muvaffak olabilir.
İhlâs, bir iş, davranış ve ibâdeti bir tek sebep için yapmak, başka sebep ve niyetler karıştırmamaktır. Bir başka ifâdeyle amel ve ibâdete başlarken niyyeti gönül imbiğinden geçirip hiçbir yabancı madde katmadan onu saf ve berrak haliyle ibâdet ve davranış hâlinde damıtmak ve bunda nefse bir pay çıkarmamaktır. Çünkü bir menfaatin celbi bir zararın def’i gibi dünyevî maksadlarla yapılan ibâdet, kalite açısından “hâlislik” damgası taşıyamaz.
İhlâs işkembedeki besinlerden süzülen ve kan damarlarının yanından geçerek tertemiz çıkan süt gibidir. Sütün içinde bulunabilecek kan veya pislik nasıl mide bulandırırsa, hâlisiyetten uzak amel de öyledir. İhlâs hevâ ve hevesin hâkim olduğu kirli nefs ortamından süzülerek kalb âleminden hâlis ve pak olarak çıkan hâldir.
Hâlis dindarlığın iki temeli vardır: Sıdk ve ihlâs. İhlâs dindarlığın, kulluk ve ibâdetin Allah için olmasıdır. Sıdk ise dindarlığın sünnete, peygamber modeline uygun yapılmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ: “Kim Rabbine kavuşmak dilerse sâlih amel işlesin. Rabbına ibâdet ederken de hiç kimseyi ortak koşmasın” (el-Kehf, 18/110) “Yüzünü ihlâsla Allah’a çevirenden daha güzel dindar kim olabilir.” ( en-Nisâ, 4/125)
Aslında sûfilere göre kul için bir matlûb, bir de taleb vardır. İhlâs matlûbun, sıdk ise talebin bire indirilmesidir. Sıdk asıldır, ihlâs ondan sonra hâsıl olur. İhlâs sıdka tâbidir. İhlâs amele başladıktan sonra meydana gelir. Kula lâzım olan ihlâstır. İhlâstan sonra ihlasın da hâlis kılınması gerekir.
Gerçek ihlâs, kulun ihlâsını gördüğünde onda da ihlas üzre olmaya çabalamasıdır. İbâdet ve tâat konusunda kendisinde varlık görmemesidir. Çünkü ihlas dışında herşey dünyadır. Hevâ nefsin arzusu, ihlas ise Allah Teâla’nın arzusudur. Bu yüzden nefsin arzusu ile Hakk’ın arzusunu birbirinden ayırabilecek bir idrâke ulaşmak gerekir. Bunun yolu da herkese farz olan ihlâs ilminden geçer.
İhlâs ilmi sayesinde insan nefsin âfetleriyle amelleri bozan halleri bilir. Çümkü insan amelle emrolunduğu gibi amelini ihlasla yapmakla da emrolunmuştur. Nitekim Kur’an’da buyrulur: “Halbuki onlar, Allah’a dinde ihlas sahibi olarak ibadetle emrolundular.” (el-Beyyine,98/5)
Nefsin hile ve desiseleri ihlâsın , yani hâlis dindarlığın temellerini mahveder. Bu yüzden ihlâsı da ihlâsı bozan şeyleri de öğrenmek farzdır. Çünkü ” kendisiyle farza ulaşılan vâsıta ve vesileler de farz hükmündedir.”
Cüneyd Bağdadî, “İhlâs, Allah İle muâmelede yaratıkları devreden çıkarmak, sadece Hak ile olmaktır”der.
Bazan Cüneyd’e bazan da Ebû Yakub Sûsî’ye izâfe edilen bir söz ise şöyledir. ” İhlâs meleğin bilip sevap yazamadığı, şeytanın bilip ifsâd edemediği, nefsin âgâh olup kendine çekemediği bir sırdır.”
İhlâs’ın ilâhî menşeli bir sır olma keyfiyetini Huzeyfetü’l-Yemânî’den gelen bir hadis-i şerifte’de işâret edilmektedir. Nitekim Huzeyfe : “Ya Rasûlallah, ihlâs nedir? O buyurdu ki : İhlâs benim sevdiğim kullarımın kalbine bıraktığım ilâhi bir sırdır.” (Zebidî, İthâfu’s-sâde, XIII, 80-82)
İhlâs, yapılan hiçbir ameli nefs için yapmamak, yapılan amele menfaat veya beklenti katmamaktır. İhlâs’ın bir anlamı da bozuk inançtan dönmektir. Bozuk yani “fâsid” inancın en büyüğü ise Allah’ın bir ortağı bulunduğuna inanmaktır.
Zünnûn Mısrî der ki: Üç şey hâlis dindarlık alametidir:
1- Halk tarafından övülmekle yerilmeyi eşit görmek,
2- Yaptığı amelleri görmemek,
3- Amelin ahirette sevap getireceği düşüncesini terketmektir.
Aslında Hz. Ebû Bekir’in: “İnsanları, iki grup gördüm. Bir grubu tâlib-i dünya, diğer grubu tâlib-i ukbâ, Ben ise ne talib-i dünya ne de talib-i ukbâ oldum. Tâlib-i Mevlâ olmayı hepsine tercih ettim.” sözü bu mânâyadır. Bu anlayışın Hüdâyîcesi şöyledir:
Ehl-i dünyâ dünyâda / Ehl-i ukbâ ukbâda
Her biri bir sevdada / Bana Allahım gerek
Ebû Osman Mağribî der ki: “İhlâs yapılan amelde nefsin adına bir payın bulunmamasıdır. Bu avâmın ihlasıdır. Havâsın ihlası kendilerinden özel bir cehd ve gayret olmaksızın kendiliğinden oluşan hâldir. Böylelerinden pek çok hayır ve tâat zahir olur, fakat onlar bunu görmezler. Amelle ilgili bir hesap yapmazlar. Böylelerine Kur’an diliyle “Muhlas” denilir. Nitekim şeytanın Âdem evlâdını saptırmak için ” sırât-ı müstakim üzre oturma izni isteyip onların dalâletine talip oluşunu anlatan” ayette (el-Arâf, 7/14-17) ve şu ayette bu konuya işaret vardır. “İblis: Bana, insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver dedi. Allah: haydi bilinen güne kadar mühlet verilenlerdensin buyurdu. İblis dedi ki: Senin mutlak kudretine andolsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş (muhlas) kulların bir yana hepsini azdıracağım.” (Sâd, 38/80-83)
Elbette kendi çabasıyla ihlâsa ermeye çalışan muhlis kul ile Hakk’ın yardımıyla ihlâsa ermiş muhlas kul arasında fark vardır. Allah Teâla kulun ihlâsını, halis kılmak murad ettiği zaman onun kalbinden ihlasını görme duygusunu giderir. Böylece kul Allah’ın inâyetiyle ihlâsa erdirilmiş muhlaslardan olur.
Bu yüzden tasavvuf geleneğinde şöyle bir ifade vardır: “Âriflerin riyâsı, müridlerin ihlasından yeğdir.” Ârif, ihlâsını görmediğinden amelinde riyâ kaygısı da taşımaz. Ama mürid ihlâs peşinde oldukça ihlâsını görür. İhlâs görüldükçe de ihlâs olmaktan çıkar. Zaten gerçek ihlâs da devamlı Hakk’a nazar ederek halkı görmeyi unutmaktır.
Büyük sufilerden Zekkak: “İhlâs sahibinin ihlâsını görmekten kurtulması gerekir. Kişinin ihlasını görmesi, ihlastaki kemalin noksanlığının göstergesidir. Çünkü Allah Teâla muhlis bir kulunu bozuk niyyet ve mâsivâ düşüncesinden korumayı üzerine almış ve onu hıfz ile bu makama erdirmiştir.
İhlâsın zıddı riyâdır. İnsanların en çok ayaklarının kaydığı alan da burasıdır. Riyâ pek çok hadis-i şerifte “şirk-i hafi” olarak değerlendirilmiştir. (bk. İbn Mace, Zühd,21; İbn Hanbel, III, 30) Bazan da “şirk-i asgar” diye anılmıştır. Nitekim bir hadiste buyrulur: “Sizin hakkınızdaki endişelerimin en ürperticisi şirk-i asgardır, şirk-i asgar riyadır. Kıyamet gününde kullar amelleriyle değerlendirileceği sırada Allah Teâla riya ehline : Gidin gösteriş yaptıklarınızdan ecir isteyin. Bakalım bulabilecek misiniz?” buyuracak” (İbn Hanbel, V,428,429)
Safvân b. Asel’den gelen bir rivayette ise Allah Rasûlü şöyle buyurur: ” Kıyamet günü ihlâs ve şirk huzûr-ı İlahiye getirilirler, Allah ihlâsa: “Sen ve ehlin cennete, şirke de sen ve ehlin cehenneme” buyurur.” (Avârif Terc. s. 266)
Henüz “muhlas” derecesine ulaşmamış sâdık bir mürid sıdk ile ihlasa sarıldığında Hak dostlarının ulaştığı menzillere ulaşır. Kula ihlas ve sadâkat kazandırmak için dinin emrine uymak ve halktan nazarı kesmekten daha etkili bir yol yoktur. İnsanların takdiri, insanı her zaman yanıltıp ayağını kaydırabilir.
Nefsin amelleri boşa çıkarmak için kullandığı en önemli vasıtalardan biri övülmekten duyduğu hazdır. Çünkü nefs biraz övgü görse semâvât ve arzı bile sırtında taşır. Ama övgü olmayınca; kendisine prim verilmeyince hemen tembelleşir. Nitekim rivayete göre zâhidlerden biri yıllar boyu bir mescidin birinci safında namaz kılmış. Bir gün her nasılsa bir engel sebebiyle ikinci safta kılmak zorunda kalmış. Bir süre cami ve cemaatten kaybolan bu zâhide sebebini sormuşlar. Demiş ki : “Şu kadar yıldır kıldığım namazları hep ihlâsla kıldığımı sanıyordum. Bir kere ikinci safta görülmekten öyle rahatsız oldum ki ömrüm boyunca riyâ yaptığımın farkın vardım. Bu yüzden evimde eski namazlarımı iade ve kaza ile meşgul olduğum için ortadan kaybolmuştum”.
Bu mânâda Ebû Muhmmed Murtaış’ten de bir rivâyet vardır. O anlatıyor : Uzun yıllar yalnız başıma, güçlüğüne katlanarak, haccettim. Annem bir gün benden bir su getirmemi istediğinde bu bana ağır geldi. Anladım ki haclarımda nefsin payı varmış, halkın takdiri o zahmetleri gözümde küçültüyormuş. Nefs fiilinde fâni olarak yaptığı işi Hakk’a izafe edebilirse şeriatın emri ona ağır gelmez. Riyâ endişesi de ortadan kalkar.
Görülüyor ki halis dindarlık o kadar çok kolay bir iş değil, halkın nazarında “dindar” görülmekten hoşlanmak, akabinde takdir ve saygı görmekten haz almak işin hâlisiyetini yaralıyor. Hele hele ticâret ve siyaset gibi bir takım dünyevî garazlarla dindarlığı yanyan zikretmek hiç münasip değildir. Çünkü din de, dindarlık da, hulûs da ihlâs da sadece O’nundur, O’ndandır ve O’nun içindir.