Altınoluk Dergisi, 2002 – Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 015
Tasavvuf adıyla anılan İslâm’ın ruhânî boyutunun, İslam davet ve tebliği ile intişârındaki önemi ve yeri işin uzmanlarınca müsellem bir gerçektir. “Leşker-i dua” olarak anılan sufiler dervişane tavırlarıyla özellikle hem entellektüel çevrelerde, hem de halk kitleleri arasında son derece müessir olmuşlardır. Türk dünyasının özellikle Ahmed Yesevî ile başlayan İslam ve tasavvuf serüveni İbn Arâbî, Konevî, Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emreile altın çağını yaşamıştır. Yesevî kırsal bölgelerde yaşayan Orta Asya Türklüğünüİslam’la buluşturmuş, Mevlânâ ise daha çok şehirlerde yaşayan ve entellektüel insanların gönül dünyasına hitab etmiştir. Mevlânâ’nın çığlık çığlık semaya yükselen aşk feryadı ile sevgi motifi taşıyan mesajları, bugünün modern dünyasının da dikkatini ve ilgisini çekmektedir. Bugün Amerika’da ve Batı’da, entellektüelleri İslam’la buluşturan genelde tasavvuf, özelde ise Mevlana’dır. Selefî İslam yorumu ise daha çok zencilerle Vahşi Batı’nın baskı ve zulümlerinden bunalmış çevrelerde revaç bulmaktadır. Bu itibarla biz bu yazımızda Batı’da ve Amerika’datasavvuf yoluyla İslâm’ı seçen insanları bu yönelişe sevk eden âmillere işaret etmeye çalışacağız.*
Batı’da rönesans ve dinde reform hareketlerini takip eden Sanayi Devrimi’nden sonra XVIII. yüzyıldaki aydınlanma döneminde materyalizm ve rasyonalizm oldukça öne çıktı. Materyalizm ile gelişen sekülarizm, manevi hayatı; rasyonlizm ile öne çıkan pür-akılcılık ise ruh ve kalp dünyasını devre dışı bıraktı. Çünkü artık insanlık, problemlerini çözecek şeyi keşfetmişti. O da akıldı.İnsanlık dinlerin kendisine vaad ettiği cenneti akıl sayesinde dünyada bulacağını sanmıştı. Akla ve maddi hayata aşırı düşkünlük beraberinde “sekülerlerizm”denilen dinden uzaklaşma sürecini getirdi. İnsanların hayatında maneviyatın önemi azaldı. Hayat; maddi ve manevi ya da seküler ve dinigibi bölümlere ayrılmaya başladı.
Manevi hedeflerden mahrum kalan insanlar, özellikle de gençler geleneksel dinden ve dini hayattan uzaklaşmaya başladılar. Materyalist düşünce ve seküler anlayışın aşırı bir biçimde gelişip taraftar toplaması, insanların hayatlarında manevi bir boşluk meydana getirdi. Bir bakıma fiziki doyum, metafizik açlıklar doğurdu. Aç insan, nasıl önce karnını doyurmak ister ve bunu nereden, neyle, ne şekilde olması konusunda bir ayrım yapmazsa, Batı’nın metafizik açlığa tutulmuş insanı da manevi doyum için, bulduğu ile açlığını doyurmaya yeltendi. Bu arada maneviyat adına eline ne geçen herşeyi, Budizm, Hinduizm, Krişnacılık ve diğer Doğu dinlerini ayrım yapmadan açlığını gidermede kullandı. Akla verilen aşırı önemin zorladığı, ruh dünyası bunalımlı Batı insanı, maneviyat arayışına yönelerek kendisinde mânevî açlık bırakan Batı kültürünü reddetmeye başladı. Sanayileşmiş Batı toplumunun insanları, karşı kültürlere ilgiye gördi. Aslında bu bir tür yabancılaşmaydı. Önce toplumdan soyutlanmayla başlayan farklılaşma ve onu takip eden soğuma ile doruğa ulaşan ve kişinin yaşadığı toplumla arasındaki bağları koparan bir yabancılaşmaydı.
Bugün Batı’da, din değiştiren ve özellikle tasavvuf yoluyla İslam’ı seçen insanların büyük bir çoğunluğu, geleneksel dinlerinden ziyade toplumlarından soğumuş kimselerdir. Dolayısıyla dini terk ediş sebepleri yabancılaştıkları toplumun bir dininin olmayışındandır. Çünkü Batı insanı çocuklukla kendisine lazım olan din eğitimini alamamış olması sebebiyle ergenlik döneminde şartlandırılmış bir cinsel serbestlik yaşamakta, gençliğinde ve iş hayatında başkalarından soyutlanıp içine kapanmakta ve teknolojinin getirdiği çekirdek aileyi bile zorlayan çözülme yüzünden de yetişkinlik ve yaşlılık döneminde de yalnızlığa mahkum olmaktadır.
Materyalist bir hayat tarzının insanlarımanevi açlığa ittiği ve insanın duygu ve gönül dünyasını ihmal ettiği bir dönemde akla verilen aşırı önem, birtakım Batılıları maneviyata sevk etmeye başladı. İnsanlar, toplumlarının kendilerine kaybettirdiği manevi hayatı yeniden elde etmek istiyorlar. Yaratıcı kuvvetle daha bir ruhanî ilişki içinde olmayı arzuluyorlar. Bu sırada tasavvuf, Batı insanının önüne yeni ve iyi bir seçenek olarak çıkmaktadır.
Tasavvuf, Allah’ı bilmenin yolunun, insanın önce kendisini tanımasından geçtiğini anlatan yaklaşımı ve “Allah’tan gelip yine O’na dönmek” tarzındaki yorumu gönülleri teselli etmektedir. Aslında insana hayatın acılarını unutturan şeylerin başında “inanç” gelmektedir. Allah’ı ve Allah sevgisini bulan kimse hayata yeni bir başlangıç yapmış olmaktadır. İnsanları tasavvufa cezbeden, Mevlânâ veya bir başka sufînin gönül dünyasına sevkeden saiklerin başında bu arayış; inanma, güven ve sevgi ihtiyacı gelmektedir.
Tasavvuf “kendini bilen Rabbını bilir” ilkesinden yola çıkarak Allah ile ilişkide, insana önce kendisini tanıtmayı hedeflemektedir. Allah’ın müteâl/aşkın özelliğini muhafaza ile birlikte O’nun tecellilerini hissedebilme çabası Batı insanının ilgisini çekmektedir. Tasavvufun nefsi tanıyıp, kontrol altına almak için iradeyi güçlendirmeye verdiği önem de ayrı bir ilgi konusudur. Hristiyanları İslam tasavvufuna ilgi duymaya sevkeden âmil, tasavvufun insan hayatının bütününü kuşatan bir sistem sunmasıdır. Hristiyan mistisizminin hayatın bütününü kuşatan bir yapısı yoktur. Ayrıca tasavvufî eserlerde ve sufîlerin sohbetlerinde Hazreti İsa ve diğer peygamberlerle ilgili değerlendirmelerin yer alması, onlara model insan ve rehber kişiler gözüyle bakılması, hristiyanların kolayca ihtidalarına yardımcı olmaktadır.
Mevlana ve diğer sufîlerin eserlerinde hristiyanlarla müslümanların ihtilaf ve çatışma noktaları değil, peygamber kıssalarının müminlere Allah ile ilişkilerinde neler kazandırdığına bakılmaktadır. Dolayısıyla Hristiyankültüründen gelen insanlar kendilerini aşina oldukları konularla karşı karşıya hissederek yabancılık çekmemektedirler. Nitekim Kuran’da da bu konuya ilişkin bol malzeme vardır. Asr-ı Saadet’te Habeşistan’a göç eden muhacirlerin başında bulunan Cafer b. Ebi Talib (Tayyar), Habeş kralının huzurunda Meryem sûresiniokumuştu. Bir bakıma onlara İslam’ın yakınlığı noktasında mesaj vermek üzere; “Sizin dininiz size; bizimki bize!” (Kafirûn, 109/6) dememiş, Meryem sûresini okumakla yetinmişti. Okunan ayetleri dinleyen Habeş kralı Necaşi düz bir çizgi çizerek: “Sizin dininiz ile bizim dinimiz bu çizginin iki tarafı kadar birbirine yakın” demişti.
İlahi dinlerin mistik ve ruhani tarafındaki benzerlik ilgi çekicidir. Nitekim İngiliz müsteşrik Nicholson, “Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki ortak vasfın ruhânî-mistik tarafları olduğu”na dikkat çeker. (Bk. İslam Sufîleri, s.) İslam’ın ruhanî özelliğinin, Batı’da İslam’a yönelişteönemli bir etken olduğu kabul edilmektedir.
Tasavvuf ve tarikat ortamının oluşturduğu gruplarda bulunan insanlar, aynı grupta bulunma özelliğiyle, kendini aynı şeye adama ve bir şeyleri paylaşma hissi yaşarlar. Sufî grubun sıcak ve manevi atmosferi, insanların müslüman olmasında önemli rol oynamaktadır. Birçok mühtedi, böyle bir atmosferin oluşturduğu “Allah için sevme” ve “Allah için verme” psikolojisiyle ruhî olarak rahatladıklarını söylerler. Sufîler çevrelerine gelen insanları duygusal özellikleri ile etkilerler. Tarikat mensupları arasındaki kardeşlik, yakınlaşma duygusu ve paylaşım, kendi toplumlarında bunalmış mühtedi için psiko-terapik bir mahiyet arzeder. Çünkü insanlar grup içinde kendilerini daha bir güvende hissederler. Müridler arasında kardeşlik (fenâ fi’l-ihvan) duygusuna dayalı ciddi bir dayanışma vardır. Ayrıca başkalarından saygı ve değer görme ihtiyacını insanlar kardeşlik ve tarikat ortamında farkında olmadan soluklarlar.
Tasavvuf ve tarikat, kişilere kendi grubu içinde yeni bir sosyal kimlik sağlar. Kişi bu yeni kimliğinden memnundur. Çünkü daha önce bulunduğu toplum ve grup ile bir sosyal ve psikolojik çatışma yaşadığı içinkendi toplumuna yabancılaşmıştır. Özellikle düzensiz bir aileden gelme ve boşanmagibi sosyal sebepler, bu tür uyumsuzlukları artırmakta ve insanları yeni arayışlara yöneltmektedir.
Tasavvufa ilgi duyanların çoğu daha önce alkol ve uyuşturucu tecrübesi yaşayanlar arasındandır. Özellikle uyuşturucu kullananların oradan ruhanî ve mistik bir haz bekledikleri bilinmektedir. Uyuşturucuda, aradığı hazzı yakalayamayanların, buldukları tasavvuf muhitlerine meyletmeleri biraz daha çabuk olmaktadır. Çünkü mistik ve ruhani haz arayışı insanı tasavvufa sevkeden önemli âmillerden biri olarak görülmektedir.
Psikolojik ve sosyolojik bunalım yaşayan insanların toplumdan soyutlandıkları mâlûmdur. Bu tür insanlar bir sufi gruba dahil olduklarında durumlarında psikolojik bir iyileşme meydana gelmektedir.
Bilhassa şeyhin karizmatik ve etkileyici yapısı müridi bir psikiyatrist gibi kuşatmaktadır. Karizmatik yapıya sahip bir şeyh, dayanılmaz bir iç sıkıntısı ve yetersiz bir kimlik sahibi olanlarda kendisine itaat edilen bir baba gibi müessir olmamakta ve ilişkiler, baba-oğuldüzeyinde sağlıklı bir şekilde yürümektedir.
Aslında müridlerin gözünde şeyh, manevi makamlardan geçmiş bir Allah dostu ve mânevî bir babadır. Bu özelliği sebebiyle şeyh, mürid’in Allah’a yönelişinde bir rehberdir. Bu yüzden tasavvufta Allah ile yakın ve etkin bir ilişki kurmak amacıyla bir şeyhin elinden tutmak, onun rehberliği ile kemal yolunda ilerlemek gerekmektedir. Şeyhlerin konuşmalarında anlattıkları hikaye ve kıssalarile müridlere sıcak ve samimi ilgileri; özellikle dini kolaylaştıran ve yol gösteren tavırları insanları etkilemektedir.
Yüzü güzel ve mütebessim, karakteri sağlam ve insana güven veren bir yapıya sahip mürşidler; her zaman ciltlerle kitaptan, yığınlarla makale ve konferanstan daha etkili olabilmektedir.
Tasavvuftaki sohbet ve zikir de adeta bir terapi ve meditasyon gibi insanlara sükûnet ve rahatlama hissi vermektedir. Bu duygu ile insanlar kendilerini Allah’a daha yakın hissetmektedirler. Zikrin, dışardan bakan ve ruhaniyet arayanlar için de büyüleyici ve etkin bir özelliği vardır.
Tasavvuf, insanları bu dünyadan ziyade ahirete yönelmeye sevkeden ve irade eğitimiyle dünya nimetlerine karşı tavır koymaya teşvik eden yapısı ve Hakk’a kulluğun halka hizmetten geçen özelliği ile Batı insanını cezbetmektedir.
Elhasıl tasavvuf insanın ruhuna ve gönlüne hitap eden; insana makine ve eşya değil, insan olduğunu öğreten; bunu sunduğu modellerle gösteren; zikir ve sohbet ortamları, ile hoşgörü ve sevgi anlayışını tanıtan bir sistemdir. Yaşayış modeli ve hâl olarak insanının dikkatini, ilgisini ve sevgisini celbetmeye devam ediyor.
* Doç. Dr. Ali Köse tarafından İngilterede doktora tezi olarak hazırlanan Neden İslam’ı Seçiyorlar? (İstanbul 1997) adlı çalışmada bu konuya dair bilgiler bulunmaktadır.