Altınoluk Dergisi, 2001 – Aralik, Sayı: 190, Sayfa: 018
728. Vuslat Yılında
Vuslat ve hasret; biri kavuşmayı, diğeri özlemi ifâde eden iki kelime. 17 Aralık’ta Hz. Mevlânâ’nın Cenâb-ı Hakk’a vuslatının (ö. 1273); kendi ifâdesiyle şeb-i arûsunun 728. yılını idrâk edeceğiz. Bu yıl şeb-i arûs kutlamaları yine Ramazan’a ve bayrama denk düşüyor. Ama bu yıl gönüller sultânı Mevlânâ’nın doğduğu topraklarda ateş, kan ve gözyaşı var. Bu yüzden Mevlânâ’ya; onun sevgi ve barış dolu sözlerine daha bir hasretiz. Aslında Mevlânâ’ya ve fikirlerine hep hasrettik. Bugün bu özlemimiz çığlık çığlık semâya yükselen bir duygu ve tahassür hâline geldi.
Bilindiği gibi Mevlânâ Afganistan’ın Belh şehrinde doğdu. Babası “Sultânu’l-ulemâ” lakabının sâhibi Bahâeddin Veled, Harzemşahlarla aralarında meydana gelen ihtilâf sebebiyle Ortaasya’yı oğlu Celâleddin ile terkedip önce Bağdâd yoluyla Hicâz’a; ardından Şam, Lârende (Karaman) ve Konya’ya gelip yerleşti.
Büyük insanların büyüklük ve yücelikleri genellikle çektikleri çile ve sıkıntılarla doğru orantılıdır. Mevlânâ’nın yaşadığı dönem ve hayat çizgisi çile ve sıkıntılarla doludur. Yaşadığı dönemin Anadolu’su uzunca bir süre Batı’dan gelen Haçlı seferleriyle kasıp kavrulmuş; ardından Doğu’dan gelen Moğol istilasıyla târ u mâr olmuştu. Bu yüzyılda (XIII. Milâdî) Anadolu’ya Batı’dan; Endülüs’ten İbn Arabî gibi bir mânâ güneşi doğmuş ve âdeta Mevlânâ için ortam hazırlamıştı.
Doğu’dan Moğolların önünden kaçıp gelen Celâleddin Harzemşâh’ın askerleri de Anadolu’ya ulaştılar. Ne acıdır ki müslüman olan Harzemşahlar da putperest Moğollar’la birleşerek Anadolu şehirlerini yakıp yıkıyorlardı. Önceleri Selçuklu Sultânı ile Moğollar’a karşı anlaşan Celâleddin Harzemşah, Moğollar’la işbirliği yapınca Anadolu’da durum iyice zorlaştı.
Aynı dönemde Anadolu’da bir başka gâile daha başgösterdi. O da Amasya’da Baba İshak tarafından gerçekleştirilen Bâbâî isyanıdır. Bu isyan pek çok cana ve kana mâloldu. 1240 yılında Baba İshak’ın yakalanıp idam edilmesiyle bastırılmış oldu. Arkasından Erzurum ve Sivas Moğollar’ın eline geçti. Selçuklular Moğollar’a vergi veren ve onlara tabi bir beylik haline geldiler. Keyhüsrev’in ölümünden sonra oğullarının taht mücâdelesine başlaması, Moğollar’ın ekmeğine yağ sürmüştü. 1261 yılında zekî ve ihtiraslı bir devlet adamı olan Muînüddin Pervâne’nin duruma hâkim olmasına kadar bu mücâdeleler devam etti. Bu dönem, 1277’de Moğollar tarafından öldürülüşüne kadar “Pervâne Dönemi” adıyla târihe geçen parlak bir dönemdir.
İşte Mevlânâ böylesine karışık bir dönemde birbirleriyle hiç de barışık olmayan gruplar arasında yaşamış; böyle zamanlarda nefretten çok muhabbetin, düşmanlıktan çok dostluğun işe yarayacağını ve sevginin insanları kaynaştıran bir harc olabileceğini görmüştür. O günün Konya’sında Müslüman, Hristiyan ve Yahûdi herkesin saygısını kazanan bu büyük insanın cenâzesinde Müslümanlar kadar diğer din mensuplarının da bulunması bunun en güzel delilidir. Nitekim Mesnevî’sinde:
“Bize göre kâfirlik âfettir ama,
Hakk’a göre onda bir hikmet vardır”
(Mesnevî, I, nr. 1997) demektedir. Cenâb-ı Hakk, yalnız Müslümanlara değil, Müslüman olmayanlara, hatta zâtını inkâr edenlere bile sofrasını açmış, cömertçe rızıklandırmaktadır. İnsanları bu dünyada mü’min, kâfir diye ayırmamaktadır. Öyleyse Müslümana yakışan da insanlara Hakk’ın mahlûku gözüyle bakıp dünya imtihanında başarılı olmalarına yardımcı olmaktır.
Mevlânâ, Muînüddin Pervâne ile yakınlığı sebebiyle zaman zaman “Moğolların adamı” ithâmına mârûz kalmışsa da gerek Muînüddin Pervâne, gerekse Mevlânâ, Moğollar’ı, İslâm’a yatkın olarak görmüş ve onlara geleceğin potansiyel Müslümanları gözüyle bakmışlardır. Nitekim Mevlânâ Dîvân-ı Kebîr’indeki bir gazelinde bu düşüncesini şöyle dile getirmektedir: “Sen Tatar’dan korkuyorsun. Çünkü Rabb’ı tanımıyorsun. Oysa ben tatarlardan ikiyüz îmân bayrağı yükselteceğim.” Nitekim dediği gibi de oldu. Moğol hâkânı Gazan Han müslüman oldu. Hatta rivayete göre Gazan Han Mevlânâ’nın bu gazelini kendi hırkasına altın işlemelerle yazdırdı.
Büyük Selçuklu devletinin yıkılışını hazırlayan sebeblerin başında Oğuz İsyanı gelmektedir. Mevlânâ bu tarihî gerçeği bildiği için Moğollar’la iyi geçinme siyâseti güden Muînüddin Pervâne’ye yakın olduğu gibi, Moğolların geleceğin mü’minleri olduğuna inanmıştı. Diyordu ki: “Ben Tatar âhûsunun ciğerinden çıkacak misk kokusunu özlüyorum.” Tatar âhûsu Moğollardı. Ciğerinden çıkacak misk kokusu onların zürriyetinden doğacak müslümanlardı. Aynen Tâif’te Cenâb-ı Peygamber’in Cibrîl’in: “Ardımda dağlar meleği var, istersen Tâif dağını onların başına geçirsin” teklifine: “Hayır, ben onların soyundan Müslüman bir neslin gelmesini diliyorum.” buyurması gibi bir yaklaşım tarzı bu. Bundaki incelik ve öngörüşü sezemeyen bazı gafiller, bunu Moğollar’a yakınlık olarak görmüşlerdir.
Mevlânâ’da halk sevgisi, Hakk sevgisinin bir yansımasıdır. O Hakk sevgisiyle insan sevgisini birleştirmiş; insanı sevmenin de Hakk’ı sevmek demek olduğuna inanmıştı. Nitekim Dîvân-ı Kebîr’inde şunları söylemektedir:
“Gel, gel daha yakın gel, bu yolkesicilik ne zamana kadar sürüp gidecek? Madem ki sen bensin; ben de senim, artık bu senlik, benlik nedir? Biz Hakk’ın nûruyuz, aynasıyız. Şu halde kendi kendimizle, birbirimizle ne diye çekişip duruyoruz? Bir aydınlık, bir aydınlıktan neden böyle kaçıyor? Biz hepimiz, bütün insanlar, tek bir vücûd hâlinde kâmil bir insanın varlığında toplanmış gibiyiz. Fakat neden böyle şaşıyız. Aynı vücûdun birer uzvu olduğumuz halde neden zenginler fakirleri hor görürler? Aynı vücûdda bulunan sağ el, ne diye kendi sol elini hor görür? Her ikisi de madem ki senin elindir, aynı tende uğurlu ne demek, uğursuz ne demek? Biz hepimiz, bütün insanlar hakikatta bir cevheriz. Aklımız da bir, başımız da. Fakat kambur felek yüzünden biri iki görür olmuşuz. Haydi şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin. Sen kendinde kaldıkça bir habbesin, bir zerresin. Fakat herkesle birleştin, kaynaştın mı, bir ummansın, bir mâdensin. Bütün insanlarda aynı rûh vardır. Fakat bedenler, tenler yüzbinlercedir. Dünyada sayısız âdem vardır ama hepsinde aynı yağ bulunmaktadır. Dünyada çeşitli diller, çeşitli lügatlar vardır. Fakat hepsinin de anlamı birdir. Çeşitli kaplara konan sular kapları kırınca birleşir. Bir su halinde akarlar. Tevhidin ne demek olduğunu anlar da birliğe erersen, gönülden sözü ve manasız düşünceleri söküp atarsan; can, mânâ gözü açık olanlara haberler gönderir, onlara gerçekleri söyler.” (Divân-ı Kebîr, VI, No: 3020; Şefik Can, Mevlânâ, s. 144.)
Tarih tekerrür ediyor. Yedi-sekiz yüz yıl öncesinin dünyası âdeta bugüne taşınmış. Nasıl o gün önce Haçlılarla boğuşan; sonra Moğollarla uğraşan İslâm dünyası, uzunca bir süre de birbiriyle dalaştıysa bugün de öyle. Afganistan önce Ruslarla boğuştu. Tam kurtuldu derken birbirine girdi. Talibân denilen grup ortaya çıktı. Onların uçuk ve makul olmayan tavırları beraberinde başka sıkıntılar getirdi. Arkasından Amerika’nın ve Birleşmiş Milletlerin müdahalesi ve bugün birbirinin kanını içmeye hazır, intikam dolu gruplar, Afganistan’da bir türlü huzûra imkan vermiyor. İşte bu ortamda Mevlânâ hâtıra geliyor. Onun yukarıdaki ölümsüz mesajları bugüne ne kadar da denk düşüyor. Hz. Mevlânâ, bu sözleriyle sanki bugüne konuşuyor. Bugünün İslâm dünyasını; bugünün Afganistan’ını ve bugünün Türkiye’sini anlatıyor, onlara mesajlar veriyor. Hepimizi benlikten sıyrılmaya, herkesle anlaşmaya ve hoş geçinmeye çağırıyor. Çünkü herkes kendinde kaldıkça bir habbeden minik bir zerreden ve nihayet bir damladan ibâret. Nerde kardeşliğimiz, birliğimiz? Birbirimiz için olması gereken fedâkarlık ve ferâgatimiz? Herkes kendisini bir yere, bir kaba, koymuş, kendine bir statü oluşturmuş ve azlığa, yalnızlığa razı olmuş benliği sebebiyle. Ama kaplar kırılsa; statüler kalksa bütün sular ummana toplanacak?
Mevlana, insanı çok iyi tanıyor, onun içindeki problemlerin farkında ve hem iyi hem de kötü vasıfları topladığı konusunda diyor ki: “İnsanın şu görünen suretini ve şeklini biribirine zıt bir takım vasıfları birleştirerek meydana getirdiler. Onun nakşını, sûretini gam tezgahında çizdiler, çamurunu kederle yoğurdular. İnsan bazen şeytan olur, bazen melek, bazen de yırtıcı canavar. Bu ne esrarlı varlık ki, çeşitli huylar, meziyetler, iyilikler, kötülükler hep onda toplanmıştır?!” (Dîvân-ı Kebîr, Rubâîler, nr. 664)
İnsanın kurtuluşu için de Mevlânâ şu tavsiyelerde bulunmaktadır. “Hırsı, hasedi gönülden dışarı at, kötü huyunu, kötü düşünceni değiştir.” (Rubâîler, nr. 1473) Çünkü insanı insanlıktan alıkoyan iki korkunç düşman vardır Mevlânâ’ya göre: “Hiddet ve şöhret insanı şaşı yapar, rûhu doğruluktan ayırır.”
Mevlânâ böylesine iyi tanıdığı insanı hayra ve güzele çağırmanın yolunun aşk olduğunu bilmekte ve insanları o aşkın gülbahçesinde buluşmaya davet etmektedir. Bu iş için dünyanın fâniliği ve Hakk’a vuslatın güzelliği çok önemli bir unsurdur. Çünkü Mevlânâ’nın gözünde ölüm de ayrı güzeldir: “Canı sen aldıktan sonra ölüm şeker gibidir, seninle olduktan sonra ölmek tatlı candan da tatlıdır bize. Kaldır şu örtüyü, gizleme gerçeği; ölüm ateş gibidir amma, onun Halîl’ine (dostuna) bahçedir; âb-ı hayâttır, ölüm bu yandadır, halbuki o yanda doğmaktır ölüm.”
İnsanı, hayatı, ölümü ve Rabb’ı bu kadar güzel anlayıp anlatan Hz. Mevlânâ’nın asırlar ötesinden günümüze ulaşan mesajları hâlâ diridir. O dirilik ve güzelliği sebebiyle Mesnevî’si bugün hâlâ Amerika’da best-seller, en çok satan kitap, (bk. Hürriyet, 30 Eylül 2001)
Aslında Mevlânâ’ya olan bu ilgi ve sevgi bir imkandır. Türkiye’nin; Türk kültürünün dünyaya tanıtılması için iyi bir vesiledir. Dün, İslâm dünyasının her yerine yayılmış bulunan birer kültür üniversitesi, sanat merkezi gibi hizmet gören Mevlevî dergahları çok değerli sanat ve kültür adamları yetiştirmiştir.
Bugün Batı’da tasavvuf ve mistik hayat ilgi çekmeye devam ediyor. Özellikle “Radikal İslâm ve Vahhâbizm” lafları ve görüntüleri ile yaralanmak istenen İslâm imajının; tasavvuf, Mevlânâ, Yûnus Emre ve İbn Arabî ile daha kolay anlaşılır hâle getirilebileceğini düşünüyorum. Bu itibarla Türkiye’nin devlet olarak ülkemizi ve kültürümüzü tanıtmak amacıyla Amerika başta olmak üzere; bazı Batı ülkelerinde Mevlânâ Kültür Merkezleri İngilizce ifâdesiyle “Rûmî Center” açmasının bu dönemde çok büyük faydalar sağlayacağı inancını taşıyorum. Özellikle Mevlevî mûsikîsi, Mesnevî dersleriyle Mevlevî semâının bu konuda çok etkili olacağı şüphesizdir. Hele bu merkezlerin sorumluluğu Mevlevî kültürünü bilen ve o âdâbı içine sindirip rûhânî hazzına ermiş mürşid vasıflı insanlarca yürütülebilirse etki çok daha yüksek olacaktır. Türkiye artık Batı’nın bile hayranlık ve saygı duyduğu bu değerlerine sâhip çıkmalıdır.
Devletlerin kendi tanıtımlarına büyük bütçeler ayırdıkları çağımızda küçük yatırımla çok kazanç elde edilecek bu yol denenmelidir. Ya da sivil kitle örgütlerinin bu tür hizmetler yapmalarına imkan verilmelidir. Böyle Mevlevî dergahını andıracak merkezler çok ilgi görecek ve insanlar orada Mevlânâ ve Mesnevî ortamında tasavvufun aşk şerbetini İslâm güzelliği içinde yudumlayacaklardır.
Bugün İslâm dünyasının savrulmuşluğu ülkelerin birbiriyle ilişkilerinin bozukluğu özellikle milletlerin ve ülkelerin saldırganlık tavırları Mevlânâ misali insan sevgisi ve aşk ortamında ıslah edilebilir. Bu yüzden Hz. Mevlânâ’nın aşkla dolu sesine ve şefkatla yoğrulmuş nefesine hasretiz. Onun sunduğu aşk şerbetinden içip toplumlarımızın ve ülkelerimizin harcını sevgi ile nokta nokta işlemek zorundayız. Galiba kurtuluş bunda saklı.