Altınoluk Dergisi, 2001 – Kasim, Sayı: 189, Sayfa: 006
İslam, alem şümûl dâvetinin merkezine Allah’a kulluk ile Allah’ın yaratıklarına şefkati yerleştirmiş bir din olarak insanların inanç ve kişiliklerine ayrı bir değer atfetmektedir. İslâmî anlayışta farklı din mensuplarının hakları muhterem, inançları saygın ve kişilikleri korunmuştur. İslâmdaki cihâd anlayışı çoğu zaman çarpıtılarak yanlış değerlendirmelere konu edilmektedir. Oysa ki Kur’an’da cihada izin veren âyet bu konudaki şartları ortaya koymaktadır: “Kendilerine zulmedilenlere savaş ve cihad için izin verilmiştir. Şüphesiz ki Allah onları muzaffer kılmaya kadirdir.” (el-Hacc,22/39)Savaş ve cihad ancak zulme uğrama ve saldırıyla karşı karşıya kalma şartına bağlanmıştır. Hal böyle olunca cihad asla bir saldırganlık ve terör gibi anlaşılmamalıdır. Bu durum hem Müslümanların uygulamalarında böyle olmalı, hem de dışardan bakanların gözünde böyle olmalıdır.
Cehd kökünden gelen cihad’ kavramı, genelde insan ile İslam’ı buluşturma uğrunda yapılan gayret ve çabalardır. Bunun fiilî bir müdahaleye dönüşmesi veya kılıçla davet ve tebliğ şeklinde anlaşılması yanlıştır.
Tarihte İslamın hızlı yayılışını çekemeyenler çoğu zaman bu tür yakıştırmalara kalkışmaktadırlar. Oysa İslamî davet ve tebliğde aslolan ortamdır. Ortamın bu işe müsaid hale getirilmesidir. İnsanların İslam’a, İslam’ın insanlara ulaşabileceği bir ortam sağlamaktır. Yoksa herkesin zorla İslam olması demek değildir. Hz. Peygamber’in yaptığı da bundan ibarettir. Nitekim Asr-ı Saadet’te Medine dönemindeki uygulamalar bu konuda açık bir fikir vermektedir. Hz. Peygamber (a.s.)’ın savaşları, saldırıya mukabele tarzındadır.
İslâm, davetinin açık üslûbu ve Yüce Peygamberi’nin nezih kişiliği sayesinde kısa zamanda Mekke ve Medine sınırlarını aşmış; hattâ Hz. Peygamber’in hayatında Arabistan yarımadasının tamamına ulaşmıştır. İslâm’ın bu kadar hızla yayılmasında O’nun Yüce Peygamberinin karakterinin çok önemli bir etkisi olduğu kabul edilmektedir. Saâdet çağında Müslüman olanların neredeyse yüzde doksanı O’nu tanıyıp karakter ve şahsiyetine hayranlık duyarak ihtidâ etmişlerdir. Yüzde onluk bir grup da Kur’an’dan okuyarak Müslüman olmuştur.
İslam toplumunda diğer din mensuplarının azınlık olarak ayrı bir yeri ve statüsü vardır. Nitekim Medine’deki Yahudiler ile Müslümanların müşterek yaşantısını düzenleyen anayasa, ortak hakları ve sorumlulukları belirlemekteydi. Yahudilere kendi hukuk sistemlerine göre problemlerini çözme hakkı veriyordu. Aynı dönemde Yemen-Necran’da yaşayan Hıristiyanlara da bu manada bir muhtariyet verilmiş, onlar da Hz. Peygamber’e müracaatla: “Bizim para ve nakitle ilgili ihtilaflarımızı çözmek üzere bize sahaben arasından birini gönder.”demişlerdi. Hz. Peygamber de onlara Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı göndermişti.1Hatta Hz. Peygamber(a.s.)’ın Medine’ye bir anlaşma için gelen Necran heyetine kendi huzurunda Mescid-i Nebi’de ibadet izni vermiş olması diğer din mensuplarına gösterilen din ve ibadet hürriyetinin; insani şefkatin çok önemli bir göstergesidir.2Hz. Peygamber’den sonraki Hulefâ-i Râşidin döneminde de azınlık hukukunun, savaşlarda ve diğer zamanlarda çok ciddi biçimde korunduğu gözlenmektedir. Nitekim ilk halife Ebu Bekir’in orduya yaptığı şu tenbihât çok ilgi çekicidir: “Adil olunuz, felah bulursunuz. Cesur olun, teslim olmaktansa ölmeyi tercih edin. Merhametli olun. Yaşlı erkekleri, çocukları ve kadınları öldürmeyin.”3 Müslümanların diğer din mensubu azınlıklara tanıdığı insan hakları ve dini özgürlük ile hoşgörüye bir örnek de Hz. Ömer’in uygulamasında görülmektedir. Hz. Ömer bizzat Mescid-i Haram’da Cuma namazı sırasında hutbe okurken gelen bir Hristiyan’ı kabul ile şikayetini dinlemişti. Hudud’da Müslüman gümrükçülerden şikayet eden bu zatın müracaatı üzerine Hz. Ömer derhal olaya müdâhale ile adâleti sağlamıştı. 4
Suriye’nin fethinden beş yıl sonra bir Nasturi papazı bir arkadaşına şu mektubu yazmıştı: “Arablar bizim efendilerimiz oldular; fakat onlar Hristiyan dini ile hiç savaşmadıkları gibi, bizim dinimizi müdafaa etmekte, din adamlarımıza ve ulularımıza hürmet etmekte, bizim kilise ve manastırlarımıza bağışta bulunmaktadırlar.”5
Müslümanlar, muntazam cizye ödemek şartıyla Hıristiyanlara dinlerine göre hareket etmek serbestisi verdikleri gibi6; her dinî cemâatin rûhânî liderlerine gerek dünyevî, gerekse hukûkî konularda birçok imtiyazlarla birlikte özerk bir teşkilât kurma imkânı sağlamışlardır.7
İslâm dünyasının bu hoşgörüsü; yani diğer din mensuplarını cizye mukabili koruma ve kollamaya olan taahhüdleri, her dönemde devâm etmiştir. Osmanlı Tarihi Kronolojisi müellifi İsmâil Hâmî Danişmend’in naklettiği şu olay bunu en önemli kanıtlarından biridir. Fâtih zamanındaki Sırp Kralı Brankoviç, Macar Başkumandanı Yanko Hunyad’a sorar: “Türkleri mağlup edip Sırp devletine sâhip olduktan sonra bize ne yapacaksınız?” Yanko Hunyad der ki: “Bütün Sırbistan’da Katolik kiliseleri dikeceğim.” Brankoviç, Fâtih’e aynı suâli sorunca da şu cevâbı almıştır: “Her câmiin yanına bir Ortodoks kilisesi kurulabilir.”8Gerçekten de öyle olmuş, Fâtih Sırbistan ve Bosna’yı Osmanlı topraklarına kattıktan sonra cizye mukâbili Ortodoks Hristiyanları, Katoliklere karşı korumuştur. Çünkü onun dininin (İslâm) temelinde azınlıklarla beraber yaşama anlayışı vardır.
İnsanların başka din mensupları ile bir arada yaşaması aslında fıtrî bir olgudur. İnsanlar bu konuda seçim yapma şansına sahip değillerdir. Başka din mensuplarıyla yolların kesişmesinin, aynı dini paylaşmasının bir tek yöntemi vardır, o da ikna metodudur. Müslüman toplumlar, kendilerine açıkça isyan etmedikçe gayr-i müslimlerle beraber yaşama durumundadır.
Yeryüzü tarihinde bir arada yaşayıp ortak medeniyet oluşturmanın en güzel örneğini Endülüs’te Müslümanlar vermiştir. Endülüs, Rönesansın Avrupa ölçüleriyle başladığı bir kıtadır. Ancak Endülüs’ün üzerine çöken Hristiyan barbarlıktır. Hristiyanlar Avrupa’daki Rönesans’tan sonra Endülüs medeniyetinin köklerini kazımışlardır. Avrupa kıtasında yaşayan milletlerin İslamiyet’le tanışması, Endülüs Müslümanları ile Selçuklu ve Osmanlı Türkleri sayesinde olmuş ama, onlardan farklı din ve kültürlerle birlikte yaşamayı bir türlü öğrenememişlerdir. Avrupa ve Rusya, tarihi boyunca azınlık tanıyan bir kültür yapısına sahip değillerdir.
İslâm’ın süratle yayılmasında İslâm’daki hoşgörünün; diğer din ve inanç mensuplarına gösterilen müsamahanın önemli bir etkisi vardır. Hemen şöyle bir sual hatıra gelmektedir: “Acaba İslâm’da da Hıristiyanlık’ta olduğu gibi misyonerlik teşkilâtı var mıdır?” el-Cevap: İslâm’da Hristiyanlıkta olduğu gibi, emperyalist emeller taşıyan misyonerler yoktur. Aksine insanlara İslâm’ın mesajını taşıyan davetçiler vardır. Bu hizmeti sadece bir gruba hasretmek mümkün değilse de özellikle “Leşker-i duâ” olarak anılan derviş ve sûfiler, fiilen bu işi gerçekleştirmişlerdir. Nitekim İslâm intişar tarihi kaynaklarının verdiği bilgilere göre pek çok gayr-i müslim diyâra İslâm onlar sayesinde ulaşmıştır. Horasan Erenleri de Müslüman – Türk Misyonerleri olarak kabul edilebilir. Anadolu, Kafkasya ve Balkanlar’ın Türk İslâm yurdu olmasını sağlayanlar onlardır. Osmanlı Türklerinin misyonu bunlar sayesinde hâlâ Balkanlar’da ve Orta Avrupa’da yaşamaktadır.
Müslümanların gerçekleştirdiği davet ve tebliğ ortamı, bir takım Batılı yazarların da dikkatini çekmiştir. Nitekim U. Klever bakınız Osmanlılar’ın dînî davet ve hoşgörüsü hakkında neler söylüyor. “Komşularının gözleri önünde bu devletin bu kadar çabuk büyümesi ve uzun zaman idâme-i hayat etmesi enteresandır. Bunda kesin rol oynayan dindir. Türkler Müslüman olunca tarihî bir faktör haline geldiler. İslam doktrinine göre dünya “İslâm ve harp” alanından ibarettir. Müslümanın vazifesi darü’l-harbi dârü’l-İslâm yapmak; İslâm hakimiyetini yaymaktır. Hristiyanların isnad ettikleri gibi İslam inancının yayılması, ateşle ve zorla olmamıştır. Müslümanlığa göre, inanç İslâm hâkimiyeti olmadan yayılamaz ve din hürriyeti ancak İslâm hâkimiyetinde mevcuttur.”9
Bugün aleyhte propagandalarla insanların İslâm’la ilgili bir takım ön-kabülleri oluşmuş bulunmaktadır. Bu ön-kabüller, İslâm’ın güleryüzü ile hiç bağdaşacak bir biçimde değildir. Bu yüzeden İslâm’ı temsil dâvâsında bulunan insanların İslâm hoşgörü ve güleryüzü ile donanmış olmaları gerekmektedir. En mâhir aşçıların pişirdiği leziz ve nefis bir yemeği, zarif garsonlar eliyle sunmazsanız kadru kıymeti bilinmez. Bir başka ifâde ile o nefis yemeği tavrı kaba, giyimi nâ-hoş, hareketleri itici garsonlarla sunarsanız insanlar ondan tiksinir. Bugün İslâm’ın sıkıntısı bu noktadır. Onu temsil ve tebliğ edenler onun güzelleğini ya tam olarak aksettirememekte ya da sesleri cılız kalmakatadır. Müslümanlara bu kusûru izâfe etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Dipnotlar: 1. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, (trc. Kemal Kuşçu-Sâlih Tuğ), İstanbul 1969, II, 182 İbn Hişam, s. 410-411’den naklen. 2. a.g.e, II, 183, İbn Hişam, s. 402’den naklen. 3. Hıristiyanlık Karşısında Müslümanlık, s.17 vd. 4. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 183, Ebû Yusuf, Kitabü’l-Harâc 5. Hamidullah, İslam Peygamberi, II,182, Esmani Bibl. Orient, III,2,5.XCLVI’den naklen. 6. Hıristiyanlık Karşısında Müslümanlık, s. 18, De Lacy, O’Leacy Mısır’ın Mirası, s. 323’den naklen. 7. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 182, Dictionnaire d’histoire et de geographie, Ecoles, Antioche maddesinden naklen. 8. bk. Kronoloji İstanbul 1971, I, 275 9. Ulrich Klevers, Das Weltreich der Türken, Bayreuth 1978, Ulm 1981. S.8-9.