Altınoluk Dergisi, 2001 – Agustos, Sayı: 186, Sayfa: 005
Örnek nesil, örnek insan Hz. Peygamber’in gergef gergef işlediği ve kendi modeline göre dokuduğu güzellik kumaşıdır. O’nun nazarının değdiği ve dîdelerinin kendisini gördüğü bir nesil. Onlar O yüzü görmenin bahtiyarlığı sayesinde İslâm ile müşerref oldular. Aslında asr-ı saâdette müslüman olan yüzbinlerin müslüman olmalarına yüzde doksan oranında tesir eden Hz. Peygamber’in kişiliğiydi. Ancak yüzde onluk bir oran Kur’an okuyarak İslâm olma bahtiyarlığına ermiştir.
Örnek nesil içinde hulefâ-i râşidin, aşere-i mübeşşere ve ashâb-ı Bedr’den sonra ashâb-ı suffe’nin ayrı bir yeri vardır.
Ashâb-ı suffe, Mescid-i Nebî’deki sofada barınan sahâbîler demektir. Suffe, ev ve konaklarda bulunan eyvân, sed ve seki türü yüksekçe oturma mekanları için kullanılan bir tabirdir. Zamanla Türkçe’ de “sofa” şeklinde kullanılır olmuştur.
Suffe Medine’de inşâ edilen mescide bağlı olarak yapılmış İslâm tarihinde ilk defa orası için ad olarak kullanılmıştır. Aslında sahâbe nesli, bir kadro hareketi, suffedeki sahâbiler de bu kadronun ilmî, mânevî ve askerî konulardaki hazır kıtası konumundadır.
Asr-ı Saâdette mescid, mabed hüviyetinin yanısıra aynı zamanda mektep, şûrâ toplantı salonu, idârî, askerî konuların tartışıldığı bir merkez, bir hastane, bir spor ve dinlenme yeri gibiydi. Mesciddeki ders, sohbet ve zikir meclislerinin müdavimi olan bekâr, evi olmayan sahâbilerin barınma yeri mescidin suffesiydi. Suffeli sahâbiler orada barınırlar, zengin ve varlıklı sahâbilerin sağladığı iaşe ve ibâte imkânlarıyla imrâr-ı hayat ederlerdi.
Medine’de mescidin yanında bir sofa ihtiyâcı sosyal, ilmî, askerî ve manevî sebeplerle ortaya çıkmıştır. Özellikle fakir muhacirler ile ensârdan ve civar kabilelerden Medîne’ye din-i celil-i İslâm’ı öğrenmeye ve Allah Rasulü’nü görmeye gelenler için bir barınma yeri kaçınılmaz olmuştu. Suffe, barınma yeri özelliği itibariyle konaklanma imkânı veren bir kervansaray veya pansiyon niteliğindedir. Bugün eğitimdeki parasız yatılı öğrenciler için barınma imkânı; dün tekkelerdeki derviş hücreleri hep bu sofa modelinin çağlara göre ufak tefek farklılıklar arzeden bir devamıdır.
Medineli ensar, kendi yurtlarına göç eden Mekkeli muhacirlere evlerini, barklarını, gönüllerini açmış ve herşeylerini onlarla paylaşmış olmalarına rağmen yine de dışarda kalan ve barınmada sıkıntı çekenler ortaya çıkınca Hz. Peygamber onları mescidinin sofasına yerleştirmişti.
Sofada sâkin olan sahâbilerin sayısı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Sayılarının 10 ile 400 arasınmda değiştiğine dâir muhtelif rivâyetlere bakılırsa suffe ashâbının sayısının sürekli değiştiği anlaşılmaktadır.
Ashâb-ı suffe, dinin kaynağına en yakın, Rasûlullah’ın meclisine en müdâvim insanlardı. Bu yüzden yetişmeleri daha hızlı, muallimleri daha kalıcıydı.
Allah Rasûlü, onların ihtiyaçlarını bizzat karşılar, yalnızlıklarını paylaşır, onlarla oturur, birlikte yemek yer ve halkı onlara ikram etmeğe teşvik ederdi. Allah Teâlâ onları Kur’an’da muhtelif âyetlerinde anmış, Allah Rasûlü’nün onlara özel ilgi ve şefkatini taleb etmiştir. Nitekim şu âyetlerin suffe ashâbı hakkında nazil olduğu mervîdir;
1- “(Yapacağın hayırlar) kendilerini Allah yoluna adadığı için yeryüzünde kazanç endişesiyle dolaşmayan, hayâlarından dolayı tanımayanların zengin zannettiği fakirler için olsun. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler.” (el-Bakara, 2/273)
Allah Rasûlü kendisine getirilen şeylerden sadaka olanlarını ashâb-ı suffeye gönderirdi. Ayrıca beytülmaldan ve kendi malından büyük bir kısmını onlara ayırırdı. Kendisinin yetişemediği durumlarda ashâbının onları evlerine götürüp misafir etmelerini isterdi. Bu yüzden ashâb-ı suffeye “adyâfü’l-müminin” (müminlerin misâfirleri) ünvânı da verilmişti.
Ashâb-ı suffe, Hz. Peygamber’in rûhaniyet çeşmesine gönül musluklarını dayamış ve oradan içerek nübüvvet mektebinde yetişip boy atmış bahtiyarlardır. Onlar zamanlarını ilim, irfân ve mâneviyyat tahsiline adamış saidlerdir. Dünya câzibesinin kendilerini etkilemediği, ilim ve ibâdetle meşgul azizlerdir.
2- “Rablarının rızâsını umarak sabah-akşam O’na yalvaranları kovma!” (el-En’âm, 6/52)
Müşrikler, Hz. Peygamber ile aynı statüde görüşmek için etrafındaki fakir suffe ashabını uzaklaştırmasını istemişlerdi. Allah Teâlâ da Sevgili nebisini bu ifâdelerle uyarırdı. Nitekim Hilyetü’l-evliyâ müellifinin Habâb b. İrs’ten naklettiğine göre olay şöyle gerçekleşmiştir:
Akra b. Hâbis ile Uyeyne b. Huseyn el-Fizârî Peygamber Efendimiz (s.a.)’in huzuruna gelmişlerdi. Peygamberimiz Bilâl, Ammar, Suhayb ve Habbab gibi ashâb-ı suffeden kimselerle sohbet ediyordu. Gelenler bu manzarayı görünce onlara hakaret ettiler ve orayı terkederek: “Bize Araplar nezdinde şeref verecek bir meclis kurmanı istiyoruz. Çünkü Araplar’ın ileri gelenleri seni ziyaret ettiğinde bu çapulcularla beraber oturmaktan hayâ ederiz! ” dediler. Hz. Peygamber (s.a.)’e: “O halde biz gelince onları yanından uzaklaştır. Biz gidince yine gelip yanına otursunlar” Peygamber (s.a.) onlara; “Tamam” dedi. Bunun üzerine: “Şimdi bu konuya dair bir belge yaz” dediler. Hz. Peygamber üzerine yazı yazmak için bir sayfa ararken Cebrail indi ve bu âyeti getirdi: “Sabah akşam rabbının rızasını arayarak yalvarıp yakaranları kovma!.. Yoksa zalimlerden olursun.” (el-En’âm, 6/52)
3- Bu olaydan sonra rivâyete göre Peygamber (s.a.) elindeki sayfayı bir kenara atarak ashâb-ı suffe’yi çağırdı. Suffeliler O’na iyice yaklaştılar. Diz dize geldiler. Uzun bir süre birlikte oturdular ve Allah şu âyeti indirdi:
“Sabah akşam Rablerine duâ edip, onun rızasını arzulayanlarla beraber sabret ve onlarla birlikte ol. Dünya hayatının süsünü isteyerek, gözlerini onlardan ayırma! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!” (el-Kehf, 18/28) Kalbi zikirden boş ve gafil olanlar Uyeyne b. Husayn ve Akra’dır.
4- Allah Teâlâ onlar hakkında Rasûlü’ne “A’mânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve geri döndü.” (Abese, 80/1-2) hitab etmiştir; Bu âyet ashâb-ı suffeden Abdullah b. Ümm-i Mektû+m hakkında nazil olmuştur. Bilindiği gibi Allah Rasûlü, müşriklerin ileri gelenlerine İslâmı tebliğ etmeye çalışırken İbn Ümmi Mektûm gelmiş ve Rasûlullah’dan bilgi almak istemişti. Allah Rasûlü de böyle bir sırada bu tür bir talebin yersizliğinden memnûn olmayarak yüzünü ondan çevirmişti. Bu âyetin nüzûlünden sonra Allah Rasûlü ne zaman Abdullah b. Ümmi Mektûm’u görse kendisine: “Rabbımın kendisi ile bana çıkıştığı zât” diye takılırdı.
Gücü kuvveti yerinde olan suffe ashabı dağlardan sırtlarında odun taşımak dâhil ellerinden gelen her türlü işi yapmaktan geri durmazdı. İffet ve vakarlarına düşkünlükleri sebebiyle kişiliklerini etkileyecek davranışlardan özenle sakınırlardı. Kimseden birşey istemezlerdi.
Suffede sâdece kimsesiz sahâbiler değil zaman zaman Hz. Peygamber’i görmeye gelen zengin sahabiler de kalırdı. Evlenip ev bark sâhibi olanlar suffe ashâbı arasından ayrılır, kendi hânelerine geçerdi.
İlk plânda Hz. Peygamber’in onların maddi ihtiyaçları ile ilgilendiği intibâı uyanmakta ise de aslında O, suffe ashâbının mânevî ve rûhânî ihtiyaçları ve özellikle yetişmeleriyle çok ilgilenirdi. Nitekim İbn Mace ve Dârimi’nin naklettiği bir hadis bu konuya ışık tutmaktadır: Rivâyete göre Allah Rasûlü bir gün evinden çıkıp mescide girdi. Mesciddeki insanlardan bir gurubu Kur’an okuyor, duâ ve zikirle meşgul oluyor, diğerleri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu. Allah Rasûlü her iki gruptan da memnûn olarak: “Her iki grup da hayır işliyorlar”buyurdu. Ardından da: “Bunlar Kur’an okuyor, Allah’a duâ ve zikirle meşgul oluyor, Allah dilerse duâlarını kabûl eder, dilerse etmez. Ama şunlar ilim öğreniyor ve öğretiyorlar. Şüphesiz ben muallim olarak gönderildim.” diye konuştu. Bu iki gurubun ikisi de suffe ashâbındandı. Çünkü onlar gündüzleri mescidde ilim ve ibâdetle meşgul olurlar, suffeyi âdetâ bir konaklama yeri ve ilmî müzâkere ortamı olarak kullanırlardı. (bk. Ebû Dâvud, büyû, 36)
Suffe ashâbının öğrendiklerinin başında okuma-yazma, Kur’an okuma, hadis belleme ve dini bilgiler gelir. Ahlâkî konularda ise onlar, Allah Rasûlü örneğiyle aynîleşecek bir ortamdaydılar. Muallimleri başta Hz. Peygamber olmak üzere Übey b. Kâ’b, Abdullah b. Mesûd, Muaz b. Cebel, Ubâde b. Sâmit gibi âlim sahabilerdi.
Ashâb-ı suffe, hem kendilerinin ilme ve infâna düşkünlüğü, hem de ortamın buna müsâid olması sebebiyle bir bakıma yoğunlaştırılmış ve hızlandırılmış bir eğitim görmekteydiler. Nitekim ashâb arasında en çok hadis rivâyet etmekle tanınan sahâbiler (müksirûn) genellikle bu topluluğun içinden çıkmıştır. Bunların başında gelen Ebû Hüreyre şunları söyler: “Benim çok hadis rivâyet etmiş olmam fazla abartılmasın. Çünkü muhâcir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticâretle; ensâr tarlada, bahçede ziraatle meşgulken ben boğaz tokluğuna Allah Rasûlü’nün mübârek nasihatlarını dinliyor, ezberliyor ve onların şâhid olmadığı olaylara şahid olma imkanını elde ediyordum” (Buharî).
Abdullah b. Ömer gibi, ilme düşkün sahabilerden suffede kalmayı baba evinde kalmaya tercih edenler de çıkmıştır. Hz. Peygamber’in Müezzinleri olan Bilâl-i Habeşi ile Abdullah b. Ümmi Mektûm da suffe ashâbındandı.
Ashâb-ı suffe bütün kabilelerin en şerefli mensuplarından oluşuyordu. Onlar takvanın ve riyâzat yoluyla İslâm’ın özüne vâkıf olmuş “ermiş” kişilerdi. Meleklerin onları ziyâret ettiği söylenir.
Suffede yetişen bu kabiliyetler bilgi, beceri ve birikimlerine göre muhtelif hizmetlerde kullanılmaktaydı. Yeni müslüman olan kabilelere Kur’an ve dini bilgiler öğretmek için ashâb-ı suffe içinden muallimler görevlendirilirdi. Nitekim Râci ve Bi’r-i Maûne vak’alarında haince şehid edilen yetmiş hâfız ve âlim sahâbi genelde bunlardandı ve böyle bir görev için gidiyorlardı.
İslâmı öğrenmek için kısa bir süre ile Medine’ye gelenler bir yandan Hz. Peygamber’le görüşürken diğer yandan suffe ehliyle ilmî mubâhaselerde bulunurlardı.
Ashâb-ı suffe Hilyetü’l-evliyâ müellifi Ebû Nuaym Isfahânî’nin dediği gibi: “Allah’ın her türlü dünya kirinden kurtardığı, fakirlere önder kıldığı, hikmet ehline dost eylediği, âileye ve dünya malına bağlanmayan hiçbir alışverişin kendilerine Allah’ı anmaktan alıkoymadığı az bulunur bir topluluktu.” (I, 337)
Kaynaklar onların en belirgin özelliğinin fakirlik ve açlık olduğunda ittifak halindedir. Dünyalık yönünden onların hiçbirinin iki yakası bir araya gelmezdi. Hiçbirinin iki elbisesi olmazdı, iki çeşit yemek yiyemezlerdi.
Ebû Hureyre ki, o da onlardandır: “Suffe ehlinden yetmiş kişi bilirim tek elbiseleri vardı. Namaz esnasında ayaktayken elbiselerinin boyları diz kapaklarına zor gelir, rükûa vardıklarında edep yerleri görünmesin diye eteklerini çekiştirirlerdi.” der, (bk. Buhârî salât, 58).
Fudale b. Ubeyd der ki: Hz. Peygamber ile namaz kılarken cemâatin içinden açlık ve yoksulluktan zor ayakta durabilen suffe ashâbı vardı.
Enes b. Mâlik’in rivâyetine göre Hz. Peygamber ashâb-ı suffeye Kur’an öğretiyor ve açlığını hissetmemek için karnına taş bağlıyordu. Suffe halkının tek işi Kur’an’ı öğrenmek, anlamak, okumak ve anlatmaktı.
İslâm tarihindeki tasavvufî hayat ve düşüncenin bu topluluğun hayatından neş’et ettiği kabul edilir ve sûfi kelimesinin de bir görüşe göre suffe kökünden geldiği öne sürülür.