Altınoluk Dergisi, 2000 – Temmuz, Sayı: 173, Sayfa: 021
Kur’ân; okunmak, anlaşılmak ve ahkamı uygulanıp yaşanmak üzere insanlığa Hz Peygamber(as) vâsıtasıyla sunulmuş kelâm-ı ilâhîdir. Peygamberlik müessesesi, ilâhî emâneti, tam bir fetânet ve zekâ ile nefsin tutkularına kapılıp eğriliğe düşmeden (ismet), artırma ve eksiltme yapmadan doğruca (sıdk) tebliğ etmeyi gerekli kılar. Hz Peygamber için en büyük emânet, onun kıyâmete kadar devâm edecek olan mûcizesi Kur’ân’dır.
Kur’ân, kendisiyle ilgili olarak nübüvvet pınarının ser-çeşmesi Allah Rasûlü’nden üç önemli görev istemektedir: Tebliğ, tebyin ve tatbik.
I – Tebliğ: Bütün peygamberlerin ortak özelliğidir. Her nebî öncelikle aldığı ilâhî emânetin teblîğinden sorumludur. Nitekim Kur’ân’da bu mânâyı te’yîd edecek pek çok âyet vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
“Ey Rasûl! Sana Rabbından her indirileni tebliğ et! Eğer etmezsen O’nun sana yüklediği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun.” (el-Mâide, 5/67)
“Peygambere düşen sâdece tebliğdir.” (el-Kasas, 28/56) Allah, peygamberinden öncelikli olarak indirileni tebliğ etmesini istiyor. Bunun ötesindeki hidayet ise Allah’ın elindedir. Peygamberin istediğini hidayete sevk etme yetkisi yoktur. Nitekim: “Sen istediğini doğru yola iletemezsin” (el-Kasas, 28/56) buyurulduğu gibi: “Sen uyar, öğüt ver. Çünkü sen sâdece bir öğütçüsün. İnsanların üzerine musallat bir otorite değilsin.” (el-Fecr,89/21-22) buyurulmaktadır.
II – Tebyin: Kur’ân anlaşılmak üzere indirildiğinden Hz. Peygamber’in insanların Kur’ân’dan anlayıp kavramakta zorlandıkları konuları açıklama görevi vardır. Nitekim Kur’ân’da buyrulur:
“Sana bu Kur’ân’ı apaçık delillerle ve sayfalarla indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayıp (tebyin) anlatasın. Umulur ki böylece onlar da düşünürler.” (en-Nahl, 16/44)
“Allah, apaçık bir şaşkınlık içinde bulunan ümmîlere kendi içlerinden bir peygamber gönderdi. O peygamber onlara Allah’ın ayetlerini okuyor, kitabı ve hikmeti öğretiyor ve onları manevi kirlerden arıtıyor (tezkiye).”(el-Cum’a, 62/2)
Kitâb’ı öğretme işi, Kur’ân’ı açıklamaktır. Hikmetin ise sünnet olduğunu söyleyen âlimler vardır. “Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğin şeyleri öğretmiştir.” (en-Nisâ, 4/113) âyeti kitapla indirilen hikmetin sünnet olduğuna işâret sayılmıştır. Tezkiye ise nefslerin sünnet ile manen arıtılmasıdır.
III – Tatbik: İlâhî mesajı uygulamak ve yaşamaktır. Peygamberlerin bir özelliği de getirdikleri ahkâmı öncelikle kendilerinin uygulamalarıdır. Bu özellikleri sebebi ile insanlara örnek olmakta; insanların “biz bunları yapamayız” şeklinde vârid olabilecek muhtemel itirâzlarına cevap verilmiş bulunmakta; gelen ahkâmın uygulanabilirliği fiilen gösterilmiş olmaktadır. Kur’ân buyuruluyor ki:
“Andolsun ki, sizin için Allah’a ve ahiret gününe ümit besleyenler için Allah’ın peygamberinde pek güzel örnek vardır.” (el-Ahzâb, 33/21)
“De ki: Siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki (ittibâ) Allah da sizleri sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. (Al-i İmran, 3/31) Ona uymak demek; sünnetine, tatbikatına ve uygulamalarına uymak, onun izine basarak yürümektir.
“Bilesiniz ki Allah’ın Rasülü içinizdedir. “(el-Hucürât, 49/7) O sağlığında mübârek vücûdu ve yaşayışıyla; vefâtından sonra sünneti, sîreti ve ahlâkı ile aramızda ve içimizdedir.
Kur’ân, model olarak sunduğu, teblîğ, tebyîn ve tatbîk görevi ile yükümlü tuttuğu Hz. Peygamber’e karşı ümmete de bir takım sorumluluklar yüklemekte ve ona uymayı İslâm’ın temel ilkeleri arasında görmektedir. Bu âyetlerden bazıları şöyledir:
“Ey iman edenler; Allah’a itâat ediniz. Rasûl’e itâat ediniz., sizden olan yöneticilerinize de itâat ediniz. Bir konuda anlaşmazlığa düştünüz mü onu hemen Allah’ın Rasûlüne götürün.” (en-Nisa, 4/59)
“Yok yok! Rabbime yemin ederim ki onlar aralarında seni hakem yapıp verdiğin hükme içlerinde hiçbir darlık duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îmân etmiş sayılmazlar.” (en- Nisa,4/65)
“Kim Rasûle itâat ederse Allah’ a itâat etmiş olur. Kim de yan çizerse biz seni onlara muhâfız olarak göndermedik.” (en-Nisa, 4/80)
“Peygamber size ne emir verirse tutun, her neyi de yasaklarsa ondan uzak durun. Allah tan korkun!” (el-Haşr,59/7)
Bütün bu âyet-i kerimeler, Hz. Peygamber’e uymayı ve ona tâbi olup sünnetine sarılmayı emretmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.), de bizzat kendisi de şu ifadelerle İslâmî uygulamadaki yerine dikkat çekmekte ve âdeta asırlar öncesinden bugünkü sünnet karşıtlarına mesaj vermektedir.
“Bana Kur’ân ve onun gibisi, yani sünnet verildi. Yakın bir zamanda karnı tok koltuğuna yaslanmış kimseler çıkacak ve diyecekler ki: “Size bu Kur’ân yeter. Onda neyi haram bulursanız haram, neyi de helâl bulursanız helal sayın.’ Biliniz ki Allah Rasûlü’nün haram kıldığı da haramdır. Ehlî eşek eti ve köpek dişli hayvanlar size haram kılınmıştır.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İmâre, 33; Tirmizi, İlim, 10; İbn Hanbel, IV,130-131)
Hiç şüphesiz “Şâri-i Mutlak” Allah Teâlâ hazretleridir. Ancak bu ayet ve hadisler ışığında baktığımızda Allah Rasûlü tarafından konulan birtakım hükümlerle bazı emir ve yasaklar mevcuddur. Bu yüzden Allah Rasûlü de mecâzen “Şâri'” sayılmıştır.
Kur’ân’ı anlamada onun sünnetinin üç önemli fonksiyonu vardır:
I – Kur’ân’ı açıklamak,
II – Kur’ân’da bulunmayan hükümler koymak,
III – Kur’ân’da bulunan bazı hükümleri tavzih etmek.
I- Sünnet, Kur’ân’ı açıklar: Kur’ân’ın ilk tefsiri yine Kur’ân ikincisi de Hz. Peygamber’in yorum ve açıklamalarıdır. Sünnet’in Kur’ân’ı açıklamasının da iki şekli vardır:
A- Kur’ân’ı te’yid ederek açıklar: Kur’ânda: “Aranızda mallarınızı meşrû olmayan yoldan elde edip yemeyiniz.” (el-Bakara, 2/188) buyrulur. Bu ayetteki “meşru olmayan yolu’ sünnet: “Rızası olmadıkça müslümanın malı müslümana helâl olmaz” (İbn Hanbel, V, ,72) hükmüyle te’yid ederek açıklamıştır.
B- Ayetten kasdedilen manayı açıklar. Bunun değişik şekil ve uygulamaları vardır:
1– Kur’ân’da namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacc ile ilgili emirler vardır. Fakat bu emirlerin şekil ve tatbikatını gösteren sünnettir. Nitekim namazların vakitleri ve rekatları, orucun şekli, zekâtın nisâbı, haccın edâ şekli hep sünnetle ortaya konmuş ve böylece Kur’ân’daki emirlerle ilgili mânâ, hadislerle ortaya çıkmıştır.
2- Kur’ânda hükmü “mutlak” olan âyetler sünnetle “mukayyed” hale gelmiştir. Nitekim Kur’ân’daki hırsızın elinin kesilmesi ile ilgili mutlak hüküm (el-Mâide,5/38) sünnetle “sağ el ve bilekten” şeklinde mukayyed hâle gelmiştir (bk.Tirmizi, Hudud, 17)
3- Kur’ân’da hükmü “âmm” yani genel olan âyetlerin mânâsı sünnetle “hâss” yani özel hale gelmiştir. Nitekim “imâna zulüm karıştırılmamasını” emreden (el-En’am, 6/ 82) âyetindeki “zulüm” genel hükmü, sünnette “şirk” olarak özelleştirilmiştir. Zulümden maksad şirktir.
4- Kur’ân’da mânâsı “müşkil” olan âyetleri sünnet, manası herkesce kolay anlaşılır hale getirmiştir. Nitekim sünnet, imsak vaktini bildiren âyetteki (el-Bakara, 2/187) “beyaz iplik ile siyah iplik”ten muradın gecenin karanlığından gündüzün aydınlığının fark edilmesi olduğunu açıklamıştır. (bk. Buhari, Tefsir sure (3),28; Müslim, Sıyam, 34,35)
II – Kur’ân’da bulunmayan hükümler koyar: Allah Rasûlü sünnetiyle Kur’ân’da bulunmayan bazı hükümler de koymuştur. Zaten Kur’an ona helal ve haram koyma yetkisi vermiştir. Nitekim: “O peygamber ki, kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men’eder, onlara güzel şeyleri helal, çikin şeyleri haram kılar.” (el-A’raf, 7/157) ayetiyle “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan Allah’ın ve Rasulü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.” (et-Tevbe, 9/29) ayeti bunu ifade etmektedir.
Allah Rasulü bizzat kendisi de: “Şüphesiz Allah Rasulü’nün haram kıldıkları da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” buyurmuştur. (Darimi, Mukaddime, 49; İbn Hanbel, IV,132; Tirmizi, İlim, 10; İbn Mace, Mukaddime, 2) Bunu şöyle örneklendirebiliriz:
1- Denizin suyu temiz ve ölüsü helâldir. (bk. Ebu Davud, Et’ıme, 47) Bu hüküm deniz ve yaratıkları için Kur’ân’da bulunmayan bir hükümdür. Hatta bu hükme dayanarak İmam Şâfii’nin: “Denizden babam çıksa yerim.” dediği halk arasında tevâtür olmuştur. Vâkıa deniz yaratıkları için Hanefî mezhebinde bir takım tahditler bulunmaktadır. Midye, istiridyenin tahrîmen mekruh sayılması gibi.
2- Boğazlanan hayvanın karnından çıkan yavrunun helâl oluşu, anneye tabi oluşundandır. Oysa ki bu konuda Kur’ân’da bir hüküm bulunmamaktadır.
3- Yırtıcı ve köpek dişli hayvanların etlerinin haram oluşu da aynı şekilde sünnetle sabit bir husustur. (bk. Müslim, Sayd ve Zebaih, 3)
4- Recm Meselesi: Zina eden çiftlerin evli oldukları takdirde recm edilmesi de sünnetle sabit bir tatbikattır. Asr-ı saâdette bunun uygulamaları vardır. Vâkıa recm ile ilgili bir âyetin nazil olduğunu ve bunun lafzının neshedilerek hükmünün bâki kaldığını söyleyen alimler de vardır. Ama her hâlükârda “recm” sünnetle sabit bir olaydır. (bk. Buhari, Hudud, 21; Müslim, Hudud, 14; Ebu Davud, Hudud, 1,17 ve diğer hadis kitapları)
III – Sünnet Kur’ân’da bulunan bazı hükümleri tavzih etmiştir. Buna örnek olarak şu iki âyette geçen hükümler gösterilebilir.
1- Nisâ Sûresi’nin yedinci âyetine göre akrabalar, din farkı gözetilmeksizin varis olurken sünnet bunu: “Kafir mü’mine varis olamaz.” (Müslim, III 1233) hadisiyle kaldırmıştır.
2- Bakara Sûresi’nin 180. âyeti vasiyeti anlatmaktadır. “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa ana, baba ve yakınlarına uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah’tan korkanlar üzerine bir borçtur. (el-Bakara 2/ 180) Hz. Peygamberin “Varise vasiyet yoktur.” (Darimi, Vesaya, 26) hadisi bu genel hükmü kaldırmıştır.
Kur’ân karşısında açıklayıcılık, hüküm koyma ve tavzih etme gibi çok önemli fonksiyonları bulunan sünnetin en önemli özelliği hayatın içinde olmasıdır. Bu yüzden sünnetin Kur’ân’la ilgili bu tavrını sahabe nesli ve ardından gelenler suhûletle kabul edilip benimsemişlerdir. Ancak sahabe neslinin sonlarına doğru tek tük dinin kaynağının Kur’ân olduğu görüşüyle sünneti hafife alanlar çıkmıştır. Nitekim İmran b. Husayn’ın bulunduğu bir mecliste adamın biri: “Bana Kur’ân da bulunmayan şeylerden bahsetmeyin.” deyince o: “Sen ahmak mısın be adam? Öğle namazının dört rekat farzını Kur’ân’da bulabilir misin?” diye çıkışmıştır. Allah Rasûlü: “Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız öyle namaz kılın!” (Buhari, Ezan, 18) buyurarak sünnet uygulamasına dikkat çekmiştir.
İbn Mes’ud’a göre: “Sünnetin emir ve tavsiye ettiği bütün davranışlar aslında Kur’ân’ın istediklerini yerine getirmekten ibarettir. Hz. Peygamber, Kur’an’ın mücmel geçtiği hususları açıklamıştır. Beni Esed kabilesinden bir kadın İbn Mes’ud’a gelip der ki: “Senin dövme yaptırana, yüzündeki kılları aldırana, dişlerinin arasını ayırana lânet ettiğini duydum. Bunu nereden çıkarıyorsun?” İbn Mes’ud da cevaben: “Ben kim oluyorum ki Allah’ın lânet ettiğine lânet etmeyeyim.” der. Kadın ısrarla: “Ben Kur’ân’da böyle bir hükme rastlamadım.” diye üsteleyince İbn Mes’ud: “Kur’ân’da Allah’ın yarattığını değiştirmeyi yasaklayan” (en-Nisâ, 4/ 119) âyet ile“Emir verdiğinde Allah Rasûlü’ne uymayı emreden” (el Haşr, 59/ 7) âyet buna delildir” der.
Demek ki Kur’ân ve sünnetin anlam ve muhtevâ bütünlüğü içerisinde okunması ve değerlendirilmesi gerekiyor. Bu bütünlüğü bozacak yaklaşımları iyi niyetle değerlendirmek zordur.
Sünnetin bu mânâda öneminin kavranmasından sonra Hicrî II. Asr’ın son çeyreğinden itibaren sünneti sıhhatle koruma konusunda önemli adımlar atıldı. Bu vadide hadis âlimleri bir eczacı hazâkatı ile sünneti tesbit, te’lif ve tasnife yöneldiler. Böylece muhteşem bir hadis külliyâtı meydana geldi. O iki kaynak üzerine tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi İslâm ilimleri bina edildi.
Ancak XIX. Yüzyıla gelindiğinde İslâm ilâhiyâtı ile uğraşan Batılı müsteşriklerden sünneti devre dışı bırakan Kur’ân merkezli bir ses yükseldi. Batılılar İslam ülkelerini istilâ ederek sömürgeleştirinceye kadar böyle bir eğilim görülmemişti. İlk defa Hindistan’da Cemiyyetü’l-Kur’ân adıyla İngilizlerin teşviki ile yükselen bu ses, muhtelif oryantalistler tarafından yükseltilmeye başlandı. Bazı Müslüman ilim adamları da bu akımın etkisi altında kalarak söz konusu fikirleri tervîc etmeye soyundular.
Bugün ülkemizde de taraftar bulan bu akımın takdim şekli çok sevimlidir: Kur’ân müslümanlığı, Kur’ân merkezli İslam, Kur’ân’daki İslam gibi ifadelerle sunulan ilk nazarda hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bu anlayış, sünneti devre dışı bırakmakla kalmamakta, işi Kur’ân’ın tarihselliği anlayışıyla Kur’ân’daki hükümleri de belli bir tartışma süzgecinden geçirerek kabul etmek gibi bir yola girmektedir. Böylece nerede duracağı belli olmayan ve İslam’ın en temel iki dayanağını hedef alan bu anlayışa karşı duyarlı olmak gerekiyor.
Modern İslam ve Çağdaş İslam gibi yaldızlı ifadelerin arkasına sığınıp geleneksel İslam ile uğraşmayı kendilerine görev sayan bu düşüncenin mensupları bilmelilerdir ki milletleri millet yapan unsurların başında din ve dil gelir. Din de gelenekle algılanır ve gelenekle yaşar. Ğeleneğe karıştırılmış bulunan bid’atler ayıklanırken öze zarar verilmemelidir.
Globalleşen, küreselleşen dünyamızda herkesin, insanlığın tek devlet, tek millet tek dil ve tek din haline geleceği korkusu yaşadığı bir dönemde hiç kimsenin bu sürece katkıda bulunacak ve milletimizin ve insanımızın kimliğini zedeleyecek bir biçimde kültür mirasımızı hovardaca ufalamaya hakkı yoktur. Bu tür bir yaklaşımın iz’anla, irfanla ve vicdanla îzâhı yoktur.