Altınoluk Dergisi, 2000 – Mayis, Sayı: 171, Sayfa: 005
Türkiye son birkaç yıldır bir ekonomik gerilim sürecinden geçiyor. İstatistik veriler büyüme hızının negatife döndüğünü gösteriyor. XXI. Yüzyılın büyük devleri arasında yer alması beklenirken birdenbire ortaya çıkan bu görüntü, bir yerlerde var olan ama gizliden gizliye seyreden bir ur gibi ortaya çıkıverdi. Türkiye insan ve ekonomik potansiyeli ile dünyanın büyük 20 ülkesi arasına girebilecek bir durumda iken sistemden kaynaklanan bir takım hukuki boşlukları, insan unsurundan kaynaklanan ahlaki zaafları sebebiyle ciddi sosyo-ekonomik problemlerle karşı karşıya geldi.
Fakirlik ölçüsü açlık sınırına dayanmış insan sayısı nerede ise, nüfusun yarısına varan bir ülkeyiz. Bunun temel sebepleri hukuki ve ahlaki sistemle çok yakından ilgili. Kanunlardaki boşlukları çok iyi değerlendirerek devletin imkanlarını, arkalarına aldıkları bir takım medya ve sivil örgütlerle kontrol altında tutan büyük sermaye gruplarının gücü, paranın belli bir kesimin elinde toplanmasını sağlamış bulunmaktadır. Bunun tabii sonucu olarak “altta kalanın canı çıksın” ahlaki zaafıyla çok çarpık bir tablo ortaya çıkmıştır. Oysa sosyal devlet anlayışında devletin ve ülkenin imkanları belli kişilerin elinde toplanmaz. Toplansa bile zengin ile fakir arasında açlık sınırlarını zorlayan bir uçurum olmaz.
Sermaye sahiplerini kontrol edecek olan, hukukun uygulayıcısı ve elinde yaptırım gücü bulunan devlettir. Devlet dediğiniz şey de sonuçta insan unsuruna dayanmaktadır. Bozuk ve menfaatini devletin ali menfaatinin üstünde tutacak zayıf insanlar tarafından yönetilen bir devlet sisteminde hukukun ne suçu olabilir ki? Problem önce sistemde, sonra sistemi uygulayan insan unsurunda. Sistem yöneticisini tatmin etmez ve onu iyi seviyede yaşayabilecek imkana kavuşturmazsa; memurunu doyurmazsa, yönetici ve memur da içi boşaltılan bankaların cezasının kendi maaşından kesilen vergilerle ödendiğini görürse elbette devlete karşı güvenini yitirir. İşini bilen ve bir takım gayr-ı meşru vasatlarda ortaya çıktığı kamuoyunun malumu olan nev-zuhur sermaye sahipleri de işin cabası.
Kur’an sermayenin belli ellerde, mutlu bir azınlıkta toplanmaması için insanları uyarıyor: “Mal, içinizde zenginlerin arasında dolaşan bir devlet olmasın” (el-Haşr, 59/7) Sermayenin belli ellerde kalmasını önleyip imkanların en azından makul düzeyde paylaşımının yolu, sağlıklı sistemden; herkesin çalıştığının ve kabiliyetinin karşılığını aldığı bir sistemden geçer. Bu da iyi yetişmiş, birbirine saygı duyan ve birbirine ihtiyacı olduğuna inanan insanlardan oluşan toplumların işidir.
Sosyal adaletin ve toplumdaki dayanışmanın temel şartlarından biri hukuk ise en az onun kadar önemli olanı ahlak ve vicdandır. Yönetici ve idarecilerini vicdanla cüzdan arasına mahkum etmeyen bir devlet, imkanlarını ortaklaşa kullandığı ülke ferdlerinin her birini kendisi gibi değerlendiren erdemli insanlar. Bu yüzden inancın paylaşım ve kardeşlik ilkesinin önemi özellikle böyle zamanlarda ortaya çıkıyor.
İslam’ın en önemli özelliklerinden birisi, hayatı heyecan ve coşku ile, paylaşarak dolu dolu yaşamayı telkin ediyor olmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi sevmeye vesile olacak bir amel göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, Îmân, 93; Ebû Dâvud, Edeb, 131; Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 54)
Hadis bütün sarahati ile inanan insanların yüreklerinin bir ve beraber atmasını, paylaşmalarını emrediyor. Aynı safta omuz omuza cemaat olan insanların biri aç öbürü tok ise kenetlenmiş binalar gibi olması mümkün mü? Eylemsiz ve amelsiz sadece kuru telkin ve laflar paylaşım için yetmez, illa fiiliyat gereklidir.
İnsanlarının büyük bir kesimi fukaralık ile boğuşan bir toplumda yaşıyoruz. O insanların sıkıntılarını paylaşmanın yolu, sofraları ve imkanları paylaşmaktan geçer. Kur’an’da en sık ve ciddi biçimde geçen infak emrini sadece zekat ile muayyen ve mukayyed şeylerle sınırlamak, ayetlerin ruhuna ve mantığına uymaz. Nitekim Allah Teala: “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler” (el-Bakara, 2/3) “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birr ve takvaya erişemezsiniz.” (Âl-i İmrân, 3/92)
Ayetlerde mutlak olarak geçen infak kemaline masruftur. “Güneşin doğduğu yerdeki müslümanın ayağına batandikeni güneşin battığı yerdeki müslümanın hissedebileceği bir gönül enginliği. Aç yatan komşusunun varlığından uykusu kaçan ve bunu imanına iras olmuş bir zaaf olarak görecek bir Müslüman duyarlılığı.
Allah Teâla şu âyet-i kerîmede bizim için daha engin bir ufuk çiziyor. Dünyevî ve uhrevî saâdetin anahtarı mesabesinde ölçüler koyarak buyuruyor ki:
“Ey iman edenler,Rabbınızın mağfiretine ve cennetine koşun. O cennetin genişliği gökler ve yer kadardır. Orası takvâ sahibi olan, Allah’a saygı duyan, gönlünü mâsivâdan koruyanlar için hazırlanmıştır. O takva sahipleri bollukta ve darlıkta infak edenlerdir. Allah tarafından kendilerine nimet alarak verilen her şeyi dağıtanlardır.” (Âl-i İmran, 3/153)
Ayette “cennetin takva kaydına” bağlanması, cennetin kalbini koruyan ve ona sahip çıkan can mülkünde hükümranlığı yalnız Allah’a tahsis edenlere âid olduğunu belirtmek içindir. Yani Allah Teâla buyuruyor ki: Dünya nimetleri sizin için yaratıldı. Sizin emrinize musahhar kılındı. Hal böyle iken dünya nimetleri Allah ile olan ilişkinizi bozmasın. Dünyayı tanrılık iddiasıyla putlaştırmayın. Dünya sizin nârınız değil, nûrunuz olsun. Allah ile ilişkilerinizi gözden geçirin. Allah’ın kullarıyla münasebetlerinizi test edin. Hased, kibir, gurur, gıybet, riyâ ve ucüb gibi kötü hallerden uzaklaşın. Allah ile ilişkinizi pekiştirin, takvaya erişin ve bu uğurda yarışın.
Genellikle bizde infâk deyince sadece maddî şeyler vermek anlaşılır. Halbuki infak denilince kastedilen insanın sahip olduğu maddî ve manevî her tür nimetten başkalarını da yararlandırmak ve hazları paylaşmak anlaşılmalıdır. Meselâ sağlık bir nimetse bu nimetin şükrü ve infakı hastaları ziyaret ve sıkıntılarını paylaşmaktır. Nitekim “Allah sana ihsan etti ise sen de ihsan et!” (el-Kasas, 28/76) buyurulmuştur. Her ihsan ve nimete ihsan ve şükürle mukabele: Mesela hayat bir nimetse, bunun infakı başkalarının hayatına destek olmaktır. Allah’a kulluğun, kalbi takvaya erdirmenin yolu imandan sonra beşeri ilişkilerdeki duyarlılık ve tutarlılığa bağlıdır.
Bu ayet-i kerime Hadid suresindeki 10. âyeti çağrıştırıyor: “Sizi Allah yolunda infak etmekten alıkoyan nedir? Oysa yerin ve göklerin mirası O’na aittir.”
Yerde ve gökte bulunan her şey O’na ait. Sizler geçici bir süre mutasarrıfı olduk diye niye hasîs davranıp infâk etmiyorsunuz?
Bu ayetin devamında Allah Teâla dar ve zor zamanda yapılan infak ile bolluk zamanında yapılan infakın eşit olmadığını şu ifadelerle belirtir: “İçinizden Mekke’nin fethinden önce infâk eden ve savaşan kimseler, daha sonra infak edip savaşanlarla eşit değillerdir.”
Nerede, ne zaman zorluk var, darlık var, sıkıntı var, çile var; o zaman infakta bulunmak daha bir önem arz ediyor. O zaman dertlinin derdini payla?mak mühim. Ne demi? ?âir:
Derd çok, hem derd yok, düşmen kavî tâli’ zebûn
Düğün geçince nasıl kına lazım değilse, sıkıntı geçince de infakın paylaşmanın ve dostluk gösterisinin bir anlamı kalmaz. Gerçek dost kara günde belli olur. İkbal devrinde, herkesin iltifat ettiği dönemde değil, idbar devrinde. Sıkıntı döneminde düşmüş dostları aramaktır meziyet.
İnsanların zaman zaman üzerlerine gelen sıkıntılar ve zorluklar onları bileğiler, kamçılar; üzerindeki tozu, zillet ve meskeneti atmalarını sağlar. İnsan ne kadar sıkıntı ve belaya müptela olursa kemale ermesi o kadar kolaylaşır. Nitekim sahillerde deniz kenarlarında görülen yivsiz, yuvarlak taşlar dalgalarla dövüle dövüle o hale gelmiştir. Sivrilikleri törpülenmiş, cilalı gibi yusyuvarlak olmuşlardır. İnsan da böyledir. Bir takım sıkıntılardan geçtikçe, bir takım eziyetlere katlandıkça hem ahlakî olarak, hem de mânevi olarak kemâle erer, olgunlaşır, güzelleşir.
Her inişin bir yokuşu vardır. Her zorlukla beraber bir kolaylık bulunur. Bir iş daraldığında arkasından bollanır. Zorluk olmadan, darlık olmadan genişlik ve kemalin olması mümkün değildir. Dolayısıyla bu ayet-i kerimedeki darlık ve genişlik zamanlarında infak hükmü, son derece önemlidir. Yani ben varlık sahibi olayım da infak edeyim, geniş zamanda infak edeyim değil. Müslüman dar zamanda infak etmesini bilecek. Şimdi öyle bir zamandayız. Fakir dostu, fakirleri seven, fakirlikten korkmayan, infâkı bolluk veslesi gören bir peygamberin ümmetiyiz. Ona göre fakirleri sevmek te îman alâmetiydi. (bk. Tirmizî, Tefsîr sûre, 38) Sevmek ise lâf ile değil vermekle olur. Seven verir, veren sever.