Altınoluk Dergisi, 1999 – Mart, Sayı: 157, Sayfa: 005
Genel anlamıyla “dünyaya karşı tavır” demek olan tasavvufi hayat ve mistik düşüncede “Bir lokma ve bir hırka” anlayışı, dünya cazibesine kapılmamak demektir. İnsanoğlu yapısı gereği dünyaya tutkun, dünya nimetlerine meftundur. İnsanın bu ilgisi frenlenmezse insan dünyayı yutacakmışçasına bir hırs ve tul-i emelden kurtulamaz. Bu yüzden Kur’an’daki: “Kendilerini fitneye düşürüp denemek için insanlardan bir gurubuna verdiğimiz dünya hayatına aid zinet ve debdebelere sakın iki gözünü dikme! Rabbının rızkı hem daha hayırlı ve hem daha süreklidir.” (Taha, 131) ayet-i kerimesi ve benzerlerinde dünyaya aldanmamak öğütlenirken diğer bazı ayetlerde de tek çıkış yolunun çalışmak olduğu (Necm, 39) ifade buyurularak bir denge tavsiye edilmektedir. Bu yüzden “Bir lokma, bir hırka” anlayışını sosyal adalet ve ekonomi gibi bir kaç bakımdan ele almak lâzımdır.
Konuyu sosyal adalet açısından ele alacak olursak, bütün dinlerin, siyasi ve ekonomik sistemlerin gerçekleştirmeye çalıştığı en önemli hususlardan biri olan sosyal adalet, kanun ve hukuk sistemiyle korunan bir nizam olmaktan çok, insani olgunluk ve doygunluğa erişmiş fertlerle sağlanan bir sistemdir. “Bir lokma bir hırka” anlayışı mala sahip olmak, onu başkalarıyla paylaşmak, kardeşlerini kendine tercih ederek bir lokma ve bir hırkanın dışında elinde ve avucunda bulunanı başkalarına dağıtmaktır. Çalışmayı bırakıp üretimden kaçmak değil, çalışıp şahsi ve nefsi tüketimden kaçarak ihtiyaç içindeki kardeşini kendine tercih etmek; yani “isar” sahibi olmaktır. İsar anlayışının var olduğu bir toplumda, bir lokma ve bir hırka ile iktifa etmeye razı insanların infakı ile sosyal adalet tam bir sevgi ortamında gerçekleşir.
Konuya ekonomik açıdan yaklaşacak olursak, bilindiği gibi ekonomi, sınırlı olan kaynaklardan sınırsız ihtiyaçları karşılama ilmidir. Bugünün modern ekonomik anlayışına göre ihtiyaçlar sınırsız, kaynaklar sınırlıdır. Sınırlı kaynaklardan sınırsız ihtiyaçları karşılamanın zorluğu meydandadır. İnsanın arzu ve istekleri, dolayısıyla ihtiyaçları bitip tükenmek bilmez. Bunların hepsinin karşılanması ise bir ömre sığmaz. Böyle olunca insan bütün ömrünü ihtiyaçlarını temine harcar, ulvi duygulara, ibadet ve sanat gibi manevi ihtiyaçlara zaman ayıramaz. Oysa ki insan bu dünyaya Bektaşî’nin dediği gibi sadece “gömlek yıkamaya” veya şairin ifadesiyle “ekmek yemeye” gelmemiştir. Nitekim Bektâşî’ye kirlenen gömleğini yıkaması gerektiğini söylemişler: “Nasıl olsa gene kirlenir” demiş. “Tekrar yıkarsın” denilince yine istifini bozmadan “yine kirlenir” demiş. Tekrar: “Yine yıkarsın” denilince ise: “Biz bu dünyaya gömlek yıkamaya gelmedik.” diye karşılık vermiş. Bir şâir de: “Biz bu dünyaya ekmek yemeğe değil, güzel sevmeğe geldik” diyor.
“Bir lokma, bir hırka” anlayışı aslında ihtiyaçları bu ölçüyle sınırlandırıp insanı devamlı surette ihtiyaçlar ve istekler peşinde koşturmamaya yöneliktir. Nitekim Peygamberimiz Efendimiz s.a.) de: “İnsanın havâic-i asliyesi diyebileceğimiz zaruri ihtiyaçlarını şu üç şeyle sınırlandırmıştır:
1. Belini doğrultacak birkaç lokma,
2. Vücûdunu soğuk ve sıcaktan koruyacak bir hırka,
3. Başını sokacak bir ev.
(bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 81)
“Bir lokma ve bir hırka” anlayışı aslında bu hadisin özeti gibidir. Hadiste üç şey sayılıyor. Sûfîler “hâne berdûş” yani evleri sırtlarında olduğu için hırka ile hâneyi birleştirip temel ihtiyaçları ikiye indirmişlerdir. Bu anlayış, sanıldığı ya da iddia edildiği gibi insanları tenbelliğe ve üretkenlikten uzaklaşmaya sevk etmez. Aksine ilim, irfan ve ibadet peşinde koşmaya yönlendirir. Sahip olamadığı ve fakat sevgisiyle yanıp tutuştuğu bir dünya malının insanın ruh hayatını nasıl kararttığını tahmin etmek zor değildir. Bir lokma ve bir hırkaya razı olan müslüman ise en azından mal sevgisi ve dünya sıkıntısından kurtulmuş, belli bir itminan duygusuna ermiştir.
“Bir lokma ve bir hırka” anlayışının asıl etkili ve geçerli olduğu yer, tüketim alanlarıdır. Özellikle günümüzde çok çeşitli reklâm vasıtaları aracılığıyla “israf ekonomisi” alabildiğine körüklenmektedir. Her şey tüketim esasına dayandırılmış, bu yüzden israf hızla artmıştır. İhtiyacın “bir lokma ve bir hırka” düşüncesinden hareketle kontrol altına alınması, reklam ve teşvik unsurlarının azaltılması israf ekonomisinin yerini, ihtiyaç ekonomisinin almasını sağlayacak, insanlar teknolojinin ürettiği imkanları hovardaca harcamaktan kurtulacak, zengin fakiri ezmeyecek; fakir, içinde fakirliğin buruk acısını ömür boyu taşımak ve zengine hased nazarıyla bakmak sancısından kurtulacaktır.
“Aradığını bilmeyen bulduğunun farkında olmazmış” derler, günümüz insanı da ulvî değerlerini ve kıymet hükümlerini kaybettiği için daima isteklerinin ve tüketimin peşinde koşuyor, insanlığa yaraşır, san’at, edebiyat, ibadet ve hizmet gibi ulvi duygulardan çok uzak bulunuyor.
“Bir lokma, bir hırka” düşüncesi kanaat ve rızanın ölçüsü ve tasavvufi ifadesidir. Bu ölçü, ifrat ve tefritten uzak olarak korunabildiği sürece, belli kıymetler ve insanî duygu ve değerler de korunabilir. Aslına bakılırsa bütün tasavvuf büyükleri, dünyayı ve dünya malını değil, kalbi dolduran ve başka sevgilere yer bırakmayan “dünya sevgisini” yermişlerdir. Nitekim Hz. Mevlânâ’nın şu sözü bu konudaki ölçüyü ne güzel belirtir: “Dünya nedir? Dünya ne kumaş, ne para ve ne de kadındır. Dünya insanı Allah’tan gafil bırakan şeydir.” Bir lokma ve bir hırka düşüncesinde bu inceliği aramak lazımdır.
“Bir lokma bir hırka” anlayışı bir tevekkül işidir. Tevekkül ise bir kalb eylemidir. Allah’a güvendir. Allah’dan gelene rızâdır. Ayrıca “bir lokma bir hırka” kişinin nefsine karşı tavrıdır. “Kendine bir”, “başkalarına bin lokma” anlayışı ki, îsâr diye ifâde edilen anlayıştır bu. Bursalı İ. Hakkı İnfâk’ın üç derecesi olduğunu belirtir: Sehâ, cûd ve îsâr. Sehâ, malının bir kısmını, cûd yarısını, isâr ise, ihtiyâç olduğu halde, tamamını vermektir.
Tasavvufta nefs eğitimin temel şartı vermektir. Vermede sınır da “bir lokma ve bir hırka” kalıncaya kadar malının tamamını vermektir. Sûfilerin şiâr hâline getirdikleri bir söz var: “İstemeyiz, verilince reddetmeyiz ve elimizdekini depolayıp biriktirmeyiz. ” İşte bir lokma bir hırka” bu felsefenin hayata yansıyan ifadesidir.
Bu anlayış:
Ne varlığa sevinirem
Ne yokluğa yerinirem
Aşkın ile avunurem
Bana seni gerek seni.
gönül enginliğini sağlar. Varlığa değil, varlığın sâhibine güvenmeyi tevekkül); yokluk sebebiyle de hayıflanmadan sabretmeyi öğütler. Çünkü insanın rûhi dengesini bozan şeylerin başında dünyevî kaygılar ve stresler gelir. İnsanda stresi hazırlayan sebeplerin başında ise hırs ve tûl-i emel gelir. Ardı arkası kesilmeyen emel ve istekler, elem kaynağıdır. Olayları ve insanları olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi kabûl etmek rûhi doygunluğun temel motiflerindendir. İtmînân, sükûnet ve sekînet rûh sağlığının en yüksek göstergeleridir. Îmân ve teslimiyet de bunun temel şartıdır. “Bir lokma ve bir hırka” anlayışı bu tür bir itminân ve sekinetin de ifâdesidir bu açıdan.
Olayın bir de ibtilâ ve imtihân boyutu var. Allah Teâlâ: “Sizi korkudan, açlıktan, mallar, canlar ve ürünlerin eksikliğinden bazı sıkıntılarla imtihãn edeceğiz” (el-Bakara, 2/155) buyurur. Varlık ile darlığın yokluk ile bolluğun Allah’tan bir imtihan olduğu ve sabr sayesinde imanın darlığı; şükür sayesinde de bolluğu aşabileceği anlaşılıyor. Yoklukta “bir lokma ve bir hırka”ya sabır varlıkta “bir lokma ve bir hırka” dışındakileri infâk ile varlığa şükür gerçekleşmiş olur. Sabır da, şükür de dışa yansıyan boyutu olmakla birlikte birer kalb eylemidir. Yokluğa direnmek de, varlığa şükür de evvel emirde kalb ile olur. Sûfî menâkıbı arasında sıkça geçen ve İbrâhim Edhem ile Şakik Belhi arasında geçtiği rivayet edilen bir muhâvere bu konuda insanı silkeleyen; katılaşan gönülleri balmumu gibi yumuşatan bir özelliğe sâhiptir. Şöyle ki: İbrâhim Edhem, Şakîk’e soruyor: “Siz şükrü nasıl anlarsınız?” Şakîk de: “Allah verince şükrederiz, vermeyince sabrederiz: diyor. İbrâhim Edhem: “Bu senin dediğini Horasan’ın köpekleri de yapıyor. Onlar da verilince şükrediyor, verilmeyince sabrediyorlar” diyor. “Peki o zaman size göre şükür nasıldır?” diye sorulunca şu karşılığı veriyor: “Biz verilince infâk ederiz, verilmeyince şükrederiz.”
Horasan diyârının ünlü sufileri İbrâhim Edhem, Şakîk Belhi ve Fudayl b. Iyâd ile başlayan bu anlayışta, tevekkülün öne çıktığı görülmektedir. Tevekkülün iskât-ı tedbir şeklindeki târifini, “tedbire güvenmeyi terk” şeklinde anlamak gerekir. Vâkıa “bir lokma ve bir hırka” düşüncesinin temelinde böyle bir rindâne tavır, zâhidâne yaklaşım vardır.