Altınoluk Dergisi, 1998 – Haziran, Sayı: 148, Sayfa: 005
Bir’e çağırmak, Bir’e yönelmek, ilâhî menşeli dinlerin ortak vasfıdır. Bütün peygamberler, gönderildikleri kavimlerde önce tevhid ilkesini yerleştirmeyi amaçlamışlar ve “teklik” ülküsünü hedeflemişlerdir. Bütün peygamberler önce tevhide çağırarak başlamışlardır görevlerine, Kur’an Nûh’un (el-A’raf, 59), Hûd’un (el-A’raf, 73) Şuayb’ın (el-A’raf, 85) kavimlerini tevhîde çağırdığını; her millete kendilerini tevhide çağıran ve tağuttan kaçınmalarını öğreten (bk. en-Nahl, 36) bir peygamberin gönderildiğini haber vermektedir. Hz. Peygamberin elçi olarak gönderdiği sahabilerini de bu anlayışla görevlendirdiği biliniyor. Çünkü tevhid, kişinin İslâm’a gireceği ilk şey ve dünyadan kendisiyle çıkıp gideceği son şeydir. İşin başı da sonu da tevhiddir.
Allah Teâla: “Allah adaleti uygulayarak kendinden başka kulluğa lâyık hiçbir ilâh olmadığına şehâdet etti. Melekler ve ilim sahipleri de buna şahidlik ettiler.”(Âli İmran, 3/18-19) buyurmaktadır.
Tevhid ilkesi, okunan ve yazılı Kur’an ayetleri ile görülen kâinat ayetlerinin haykırdığı bir gerçek olarak kalbe yerleştikten sonra gönülde bir eğilme sapma olmamalıdır.
Tek’e yönelen, Bir’i hedefleyen ve O’nun sevgisiyle dolan kalbin bir başkasına yer ayırıp meyletmesi tasavvufta “tefrikatü’l-kalb” olarak değerlendirilmiştir. Bunun zıddı “cem’u’l-kalb” yani gönlü, bir olan Allah’a açmak ve O’nun dışındaki her şeye kapamaktır. Gönül O’na açıldığı ve mâsivâya kapalı olduğu sürece kâinât ve olayların akışları daha bir farklı görülecek, sevilenler hep O’ndan taşığı iz ölçüsünde değerlendirilecektir. İbâdette ve gündelik hayatta daha bir yoğun duygu seli yaşama imkânı sözkonusu olabilecektir. Gönül mâsivâya daldıkça, başka ilgilere ve sevgilere açıldıkça “tefrikatül-kalb” denilen maraz gündeme gelecektir.
Kur’an’daki imân esaslarını anlatan âyet ile devâmındaki ayetler bu konuda çok çarpıcı ve ilgi çekici hükümler ihtivâ etmektedir: “Ey îmân edenler, Allah’a, Peygamber’ine, Peygamber’ine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba îmân edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını ve âhiret gününü inkâr ederse sapıklığın en koyusuna düşmüş olur.” (en-Nisâ, 4/136)
Burada ilke olarak ulûhiyet, risâlet ve âhiret temel inanç esasları üzerinde durulmakta; Allah’ın birliği ve bununla birlikte kader inancı, risâlet ve onunla birlikte peygamberler, melekler ve kitaplara îman, hilâfet ve âhiret ile de ikinci bir hayatın varlığı anlatılmaktadır. Bunlardan birinin inkâr edilmesinin son derece derin bir sapıklığı mûcib olacağından bahsedilmektedir. Îman esasları sayılan bu konuların hiçbirinden vazgeçilmesinin mümkün olamayacağı ve herbirine îmanla kalbin îman bütünlüğüne ereceği anlaşılmaktadır.
Devamında gelen âyetler ise çok dikkat çekici bir biçimde âdeta bugün kafası karışık, îmanla küfür arasında gidip gelen insanlara mesaj vermektedir: “Önce îman etmiş, sonra inkâr etmiş, sonra tekrar îman etmiş, sonra yine küfretmiş ve inkârda ileri gitmiş olanları Allah ne bağışlayacak, ne de doğru yola eriştirecektir. Münâfıklara da haber ver ki, kendileri için çok acı bir azâb vardır. Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediyor. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar?Halbuki bütün izzet ve şeref Allah’a âiddir.” (en-Nisâ, 4/137-139)
Îman bir teslimiyet ve inkıyâd yani, adanma ve boyun eğme işidir. Ancak insan gönlü dış etkilere açık özelliği sebebiyle îman kalbe sağlam bir biçimde yerleşmemişse, zaman zaman gelip gider. Bazen güçlenir, yenilenir, bazen eğilir ve kaybolur. Nitekim Kureyş şirk toplumunda Allah Rasûlü insanları îman selâmetine çıkardıkça onların îmanlarını diri tutmak için onlarla Erkam’ın evinde görüşür ve gönüllere çökebilecek şirk tortularını bu görüşme ve sohbetlerinde yıkayıp temizlerdi. İnsan gerek açık baskılarla, gerekse çeşitli şekillerde yapılan telkinlerle bir takım etkilere kapılabilir. Çünkü insan tesîre açık bir varlıktır.
Günlük ibâdet hayatı, haftalık Cuma namazları ve sohbetler aslında insanları bu tür etkilerden korumaya yöneliktir.
Hele bugün insan bu tür etkilere daha açık bir konumdadır. İletişim araçları hiçbir değer yargısı tanımadan her türlü kültürel kirlenmişliği gündelik hayatımıza taşımaktadır. Elbette bizim üzerimize de tortuları siniyor. Bundan kurtulmak ve korunmak belki daha sıkı dokunmuş bir kardeşlik yapısı ile sağlam bir kulluk hayatına bağlıdır.
Tasavvuftaki “Nazar ber kadem” ilkesi insanı gönül dağınıklığından kurtarmak içindir. Çünkü göz kalbin casusudur. Gördüğü objelere takılmakta; fotoğrafını çekmekte ve âdetâ bu filmleri banyo edilmek üzere kalbe göndermektedir.Kalbe gelen bu uyarılar ister istemez bir uyarı meydana getirerek insanın konsantrasyonunu bozmaktadır. Nazar ber kadem ile önündeki şeylerle ancak gerektiği kadar meşgul olan sâlik Allah ilişkisi yoğunluğunu daha sağlıklı bir biçimde koruyabilmektedir.
Sûfiler, nazar ber kadem ilkesini Allah Rasûlü’nün yolda yürürken sağına ve soluna bakınmadan yürüdüğü istikamete bakmasından almışlardır.
Amaç gönlü Allah ile ilişkiye Hakk’ı zikre yoğunlaştırmak “el kârda, gönül yarda” esâsına bağlanmak ise bu da gönül dağınıklığından kurtarılmakla gerçekleşebilir.
İnsanın zihnini ve kalbini en çok uyaran etkenlerden biri göz ile gördükleridir. Ardından kulakla duyduklarıdır.
Akaid kitaplarında îmanın sıhhat şartlarından biri olarak; sahibini küfre düşürecek lâfızlardan sakınmak konusu üzerinde durulmaktadır. Bu amaçla “Elfâz-ı küfür” adıyla risâleler kaleme alınmış ve ne tür söz ve lâfızların sâhibinin inancını yaralayacağı üzerinde durulmuştur. Özellikle Kur’an menşeli emir ve haberlere karşı istihfâf tavrı ile bunlara inançsızlığın ifâde edilmesi inancı yaralar. Söyleyenin îmanını yaraladığı gibi okuyup dinleyenlerin inançlarını da sarsabilir.
Bugün insanlarımızın hassasiyetini kaybettiği ortamlarda mîzah, şaka ve kasdla kullanılan sözler, baskı ile kullandırılan ifâdeler acaba bizim kalbimizi ne kadar etkiliyor? Özellikle farkında olmadan hayatına giren bir takım söylemler, zamanla kafa ve kalbimizi ne kadar etkiliyor?
Özellikle devamındaki münafıkları müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmekle suçlayan ayetlerde ifâdeler, bugünün toplumuna da ibret dersleri veriyor. Kendi toplumumuz, kendi kültürümüz, kendi değerlerini küçümseyip Batı değerleriyle izzet arayan ve onlara yanaşıp şeref kazanma arzusunda bulunanlara bir uyarıda bulunmaktadır. İslâm’da aslolan gönül genişliğidir; bu gönül genişliği önce inanan insanları ve onların değerlerini sevmekten geçer. İnananları horlayıp kâfirlere yaranıp yamanmak istemek bir zaaftır. Kişilik zaafıdır, gönül zaafıdır.
Bugün biz ülkesi ve milletiyle her zamankinden daha fazla birbirimize muhtacız. Birbirimizden hız ve güç almak durumandayız. Küçülen dünyada düşmanla ortaklık yerine dost ve sevgi ile kucaklaşma ihtiyacındayız.