Altınoluk Dergisi, 1998 – Subat, Sayı: 144, Sayfa: 005
Kur’an, insanları Allah’ın kâinat kitabındaki âyetleriyle Kelâm-ı Kadîm’indeki âyetleri ibretle ve basîretle düşünmeğe çağırıyor. Kur’an bu çağrısında tedebbür, tefekkür, taakkul ve tezekkür gibi çok değişik kelime ve kavramlar kullanıyor.
Tefekkür, tasavvufî açıdan nefsânî sıfatlar sebebiyle perdelenen kalbin matlûbunu aramasıdır. Dolayısı ile tefekkür bir talep işidir. İnsanın mümeyyiz vasıflarından biri olan tefekkür, düşünme yeteneğinin insandaki aklî ölçülere göre çalışması olarak ta ifâde edilebilir. Vesîlelere başvurmak sûretiyle gayeleri elde etmeye çalışmadır. Amaca ulaşmak için basîretin çaba sarfetmesidir. Tefekkür kavramıyla insanları düşünmeye çağıran Kur’an âyetleri, insanlardan iki önemli konuda düşünmelerini istemektedir. Gözle görülen kâinat kitabındaki ve Kelâm-ı Kadîmi’ndeki âyetleri düşünmek.
İnsan kendisini kuşatan evreni, ondaki sonsuz âhengi, san’at ve bedîî güzellikleri düşünerek bunların arkasındaki gerçek kudret sâhibini algılamaya yönelir. Kur’an, îmanın kuru bilgi olmaktan çok duygu olarak yaşanmasını sağlamak için insanları yerleri ve gökleri seyr ü temâşâya ve onlar hakkında düşünmeye çağırmaktadır. İnsan, müfekkire gücüyle bunlar üzerinde düşündüğü takdirde zihnî istidlâller ve aklî istinbatlarla eşyânın ardındaki hakîkati kavrama imkân ve iktidârına ulaşabilecektir. Nitekim şâir:
Bir kitâbullah-ı a’zamdır serâser kâinat
Hangi harfin yoklasan manâsı Allah çıkar.
Kur’an’ın insanları, üzerinde düşünmeye çağırdığı diğer bir husus ta kendi âyetlerini anlamaya çalışmaktır. Kur’an’ın bildirdiği metafizik gerçekler, geçmiş kavimlerin haberleri, helâk olan toplumların helâk oluş sebepleri, ölüm ve âhiret gibi konular düşünmeğe konu edilmesi gereken mes’eleler arasında yer almaktadır. Düşünen insan, ibret alan, sorgulayan, basîret ve ferâseti açılan insandır.
Bursalı İsmail Hakkı: “Bu temsilleri biz insanlar için veriyoruz. Umulur ki tefekkür ederler” (el-Hıcr, 59/21) âyetinin tefsîrinde üzerinde düşünülecek konuları ikiye ayırıyor ve bunlardan birinin Yaratan, diğerinin de yaratıklar hakkında olduğunu belirtiyor. Yaratan hakkında tefekkür O’nun zâtı, sıfatları ve fiilleri hakkında olur. Zâtını düşünmek yasaklanmıştır. Çünkü O’nun zâtını O’ndan başka gereği gibi kavrama kudretine sâhip kimse yoktur. Bununla birlikte zâtının azamet, celâl ve kibriyâsı ile varlığının zorunlu oluşunun düşünülmesinde bir sakınca yoktur. Sıfatları konusunda tefekkür, sıfatlarındaki kemâl ile ilgilidir. Allah’ın sıfatlarını tefekkür, Allah’ın ilminin her bilgiyi, kudretinin bütün eşyâyı, irâdesinin bütün kâinatı, işitme ve görmesinin bütün varlıklarını ihâta ettiğini düşünmek sûretiyle olur. Fiillerde tefekkür, onların şumûlünü ve en mükemmel biçimde meydana geldiğini anlamaya çalışmakla olur. Yaratıklarla ilgili tefekkür ise basit yahut karmaşık yapıya sâhip eşyayı, canlıları düşünmek ve meydana gelen olaylardan ibret almakla olur. Kıyâmet günü meydana gelecek dehşet verici olayları düşünmekle olur.
Ariflerden biri şöyle der:Tefekkür, ya Allah’ın âyet ve sanatı hakkında olur; -ki bundan ma’rifet doğar,- ya azamet ve kudret-i ilâhiyye hakkında olur; -ki bundan hayat doğar, – ya ni’met-i ilâhiyye hakkında olur; -ki bundan muhabbet doğar,- ya da Allah’ın sevap va’dettiği ve ceza ile tehdid ettiği konularda olur; -ki bundan da tâat arzusu ve ma’siyet korkusu doğar.-“ (bkz. Rûhü’l-beyân, X, 253 vd.)
Tefekkür ve düşünme, varolma ilkesini arama, kaybedilen ve uzaklaşan bir hazineyi ele geçirme ameliyesidir. Önce zihnî bir faaliyet olarak başlayan bu eylem, daha sonra kalbî ve rûhî bir fonksiyon hâline gelmektedir. Bir zihin eylemi olarak yaşanan ve matlûbun aranması şeklinde değerlendirilen tefekkürü bir kalb eylemi olan tezekkür takip eder. Tezekkür, kulun daha önce sâhip olup kaybettiği şeyi tekrar bulmasıdır. Hatırlanan şeyin kalbde vücud bulmasıdır. Tezekkür, perdenin kalkması ve nefsânî sıfatların açılması sonucu fıtrata dönüştür. Ezelde insanın fıtrat ve tabiatına yerleştirilen tevhîd ve ma’rifet gerçeğini yakalamaya çalışmadır. Bir zikir eylemi olarak yaşanan, matlûbu arama diye değerlendirilen tezekkür, tefekkürden daha derindir.
Tefekküre göre tezekkür arzu edilen bir şeyi aradıktan sonra tekrar elde etmeye benzer. Allah, basîret gözünün açılmasını görmeye; öğüt kabûl etmeyi de kendisini zikretmeye bağlamıştır. Aslında bakmakla görmek ayrı ayrı şeylerdir. İnsanların çoğu bakar fakat görmez. Görmek için zihin, idrâk ve aklın aynı noktaya teksif olması gerekmektedir. İnsan ibret ve basîretle bakıp tefekkürünü derinleştirdikçe tezekkür gerçekleşir. Tefekkürle elde edilen manalar tezekkürle daha berrak bir hale gelir. İnsandaki tefekkür gücü, bir şeyle ne kadar çok meşgul olursa insanda onu tanıma arzusu ve tezekkür de o kadar artar.
Tefekkürün iki meyvesi vardır: Biri mümkün olduğunca talep edilen şeyi tanımak, diğeri de tanımanın gereğine göre amel etmektir. Tefekkürün sonucu faydalı bilgi ve kararlardır. Bunun sonucu da o bilgileri eyleme koymak; yani sâlih amel haline dönüştürmektir. İslâm bir aksiyon dini, tasavvuf ta bu dinin hal ve uygulaması demek olduğundan düşünme ve uygulama son derece önem arzeder.
Şu üç şey tefekkürü olgunlaştırır.
1. Kur’an üzerinde düşünmek,
2. Dünya emelini bırakıp âhiret ameline sarılmak,
3. Kalb ve kafayı karıştıran şeylerden uzak durmak.
Kur’an üzerine düşünmek demek, kalb gözünü onun manaları üzerine yoğunlaştırmak, düşünceyi ve idrâki onu anlamaya ve kavramaya hasretmektir. Aslında Kur’an’ın indiriliş gâyesi, anlayıp düşünmeden sâdece okunması değil, aksine manasının düşünülüp anlaşılmasıdır. Nitekim şu âyetlerde bu konu açıkça ifâde edilmektedir: “Bu Kur’an mübârek bir kitaptır. Biz onu sana indirdik ki âyetlerini düşünsünler ve akl-ı selîm sahipleri ibret alsınlar.” (Sâd, 38/29); “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa onların kalplerinde kilit mi var?” (Muhammed, 47/24); “Onlar Kur’an’ı hâlâ düşünmüyorlar mı?” (el-Mü’minûn, 23/68); “Biz onu düşünüp anlayasınız diye arapça bir Kur’an olarak indirdik..” (ez-Zuhruf, 43/3)
Kur’an’ı düşünmek insanı hayır ve şer yolları ile bunların vâsıta, gâye ve sonuçları hakkında bilgi sâhibi yapar. Kulun eline dünya ve ahiret mutluluğu anahtarlarını verir. Dünya ve âhiretin gerçek yüzünü gösterir. Allah’ı, O’na ulaşmanın yolunu ve kulun O’na ulaştığı zaman elde edeceği nimetleri bildirir. Kur’an hazinesinin tılsımı tefekkür ve düşünmedir. O tılsımı çözen hazineye ulaşır.
Tefekkürü olgunlaştıran, düşünceyi derinleştiren şeylerden biri de insanı dünyaya aid “tûl-i emel” tabîr edilen, ardı arkası kesilmeyen arzu ve isteklerini azaltması; bunun yerine ahiret mutluluğu sağlayacak amellere sarılmasıdır. Düşünce ve amel, birbirine çok yakışan ve birbirini tamamlayan iki ayrı güzelliktir. Halbuki Kur’anî ifâde ile ahirete göre dünya hayatı “bir gün” hatta “bir kuşluk vakti”kadar kısadır. (Yûnus, 10/45; en-Nâzi’ât, 79/46)
Kalp ve kafayı karıştıran şeylerin başında lüzumsuz ihtilatlarla anlamsız ihtilaflar, dünya meta’ına rağbet, nefsani arzulara düşkünlük gelir. Bunlar insan zekasını kalınlaştıran, kalbi karartıp karıştıran şeylerdir. Özellikle tokluk ve uyku yoğunluğuna mağlûb insanın düşünme melekelerini kaybedeceği bilinmektedir.
Tefekkürle berraklaşan zihin basîrete kanat açar. Basîret güçlendikçe kişi Kur’anî ifâdesiyle “ülü’l-elbâb” yani akıl ve idrak sahibi olur. Bu tür bir akıl her türlü vehim ve şüphelerden arınmış, Allah’ın murad ettiği mana üzerinde amel etme özelliğine sahip bir akıldır. Bu ifade mükellef olan her akıl sahibi için geçerli değildir. Çünkü aklı hevasına galebe çalmayan benliği diri kişiler bu ünvana hak kazanamaz. Böylelerinin sanki aklı yok gibidir.
Temiz bir vicdana sahip olanların tefekkürden sonraki eylemi tezekkürdür. “Akıl sahiplerinden başkası ibret almaz; tezekkür etmez.” (el-Bakara, 2/269); “Ancak akıllı ve vicdanı temiz olanlar tezekkür (idrâk) ederler.” (er-Ra’d, 13/19)
Tezekkürde insan fıtratına yerleştirilmiş bulunan ma’rifet özelliğini arama ve “Elest Bezmi”‘nde verilen kulluk sözünü yakalama nüktesi vardır. Bu yüzden ölümü ve ölüm ötesini düşünme anlamındaki “Râbıta-i mevt”‘e daha çok “Tezekkür-i mevt”denilmektedir. Belki mübtedî sâlikler için bir tefekkür özelliği taşıyan ölümle irtibat kurma ve ölüm gerçeği ile mutlak hakîkati arama işi, zamanla insanın ölü iken yaratılmış olması sebebiyle o ilk halini hatırlaması ve içinde bulunduğu hali de o halden farksız bir hiçlik ikliminde algılamasıdır. Nasıl başlangıçta hiçbir şey yok sadece Allah var idiyse, şu anda da O’nunla yarışacak veya O’nun varlığını sınırlayacak bir başka varlık bulunmadığını hatta kendi öz nefsinin bile o yüce varlık karşısında “yok mesâbesinde olduğunu” tahattur etmektir.
Diğer taraftan tasavvufun sâliklerine “murâkabe” adıyla telkin ve ta’rif ettiği Allah ile ilgili düşünce temrinlerinde de bu tür bir tezekkür ufku vardır. Murâkabede sâlik, Allah’ı Kur’an’da tarif edilen özellikleriyle ve O’nun kendisine karşı olan konumuyla tezekkür etmeye çalışır. Bunun da dört derecesi vardır:
1. Murâkabe-i Ahadiyyet: Sâlikin ihlâs sûresinin anlamını düşündüğü bir tefekkür ve tezekkür tarzıdır. Önce Allah’ın azamet-i ilâhiyyesinin tekliği, O’nun biricik kudret sâhibi olduğu ve hiç kimseye muhtaç bulunmadığı; ardından kimsenin babası veya oğlu olmadığı ve hiçbir şeyin O’na denk olamıyacağı düşünülür. En az beş yedi dakikalık bu tefekkür, kalbi Allah ile ilişkide canlı ve diri tutan bir ön hazırlık mesâbesindedir.
2. Murâkabe-i Ma’iyyet: “Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 57/4) âyetinin anlamını düşünerek adeta Rabb’ının : “Her haline nâzırım, yanında hazırım” demekte olduğunu hissetmesi ve düşünceyi bu noktaya yoğunlaştırmasıdır. Böylece tefekkür ve tezekkürün eylem boyutu da devreye girecek, kulun Hakk’ın murâkabesinde olduğu duygusuyla tâatlere yönelmesi ve ma’siyetlerden sakınması kolaylaşacaktır.
3. Murâkabe-i Akrabiyyet: “Biz insanoğluna şahdamarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16) âyetiyle Allah’ın bize yakınlığının had ve sınırının bulunmadığını, O’nun her türlü maddi ilişkiden uzak ve vareste olarak bizi ihata edip kuşattığını düşünür. O’nun azamet ve kudretini göremeyişinin kendi aczinden kaynaklandığının bilinciyle daha bir canlı kulluğa sarılır.
4. Murâkabe-i Muhabbet: “Allah onları, onlar da Allah’ı severler.” (el-Mâide, 5/54) âyetinin anlamını tezekkürle Allah’ın kendisini ve bütün inananları muhabbet ve rahmetiyle kuşattığını idrâk ile bu muhabbete lâyık olma heyecanıyla gayret göstermesi gerektiğini, böylece kâinatın menşe’inin sevgi, devamının sevgi ve sonunun da sevgi olduğunu anlar.
Görüldüğü gibi Kurânî hüküm ve emirleri hayata taşıyan ehlüllah olmuştur. Onlar düşünmenin insanın temel özelliği olduğu görüşünü benimseyerek ve de Allah’ın tarif ettiği düşünce biçimleri içinde kalarak tefekkür ve tezekkürle abdiyyet tarafına doğru kanat açmışlardır. Kabiliyetli olanları yüce düşüncelere yükseltmeye; istidadları sınırlı olanları da hiç olmazsa bir düşünce tababına çekmeye çalışmışlardır.