Hürriyet, Allah’a kulluğun (ubûdiyet) nihâî noktası olarak değerlendirilir. İnsanı hiçbir varlık ve eşyânın yönlendirememesi; irâdesine sâdece kulluğun hâkim olmasıdır. Allah’a kul olan, başka şeylere kulluk esâretinden kurtularak hür olur. Kalbi mâsivânın tamamından hür olmayan, onun esâretinden kurtulamayan gerçek kul olamaz. Bunu gerçekleştirenler ise “gerçek kul” ve “gerçek hür” olur. Allah’ın kullarına verdiği isimlerin en güzeli “abd” yani (kul)’dur. “Rahman’ın has kulları vardır” (er-Rahman, 25/63), “Kullarıma haber ver!” (el-Hıcr, 15/49)
İlk devir sûfîlerinden itibâren kulluğun zirvesi; nefse ve mâsivâya kulluğun sona ermesi anlamında kullanılan “hürriyet” kavramı, el-Luma’ ve Kuşeyrî Risâlesi gibi tasavvuf klâsiklerinde de bu anlamda kullanılmış ve bu konuda bazı sûfilerin târif ve değerlendirmelerine yer verilmiştir. Nitekim Bişr Hâfî’nin Seriy Sakatî’ye şöyle dediği nakledilir: “Allah seni hür olarak yaratmıştır. Sen şimdi de Allah’ın seni yaratmış olduğu zamandaki gibi hür ol! Hazarda çoluk çocuğuna, seferde arkadaşına gösteriş yapma! Allah için amel yap! İnsanların bu sebeple senden uzaklaşmalarına aldırma!”
Cüneyd der ki: Ârif’in en son makamı hürriyettir. Tasavvuf, Hakk’ın seni senlikten öldürüp kendisiyle diriltmesidir.” Yine Cüneyd der ki: Hürriyetini satın almak üzere efendisiyle anlaşma yapan kölenin nasıl ki efendisine olan borcu bitinceye kadar köleliği devam ederse; aynen onun gibi zerre kadar bile olsa hırs ve nefsânî arzusu kalan, tam anlamıyla hür olamaz. Çünkü ubûdiyet, kemâl bulmadıkça hürriyet de kemal bulmaz.
İbrahim Edhem: “Hür ve kerem sâhibi kişi dünyâdan çıkarılmadan önce, kendisi bu dünyadan çıkar. Hür ve kerem sâhibinden başkasıyla yoldaş olma! Çünkü hür ve kerem sâhibi dinler, fakat çok konuşmaz.” der.
Yahyâ b. Muâz der ki: Dünya uşağına câriye ve köleler hizmet eder; âhiret uşağına ise hür ve asîl olanlar hizmet eder.
Hallâc: “Kul ubûdiyetin bütün şartlarını kendisinde toplarsa, ancak o zaman başkalarına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur. Külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde kulluk zînetiyle süslenir. Hürriyet makamı, peygamberler ve sıddîklar makamıdır. Hürriyeti isteyen ubûdiyete sıkı sarılsın!” der.
Kuşeyrî der ki: Hürriyet, kulun yaratıkların köleliği altında bulunmaması, maddî herhangi bir kudretin ona tesir etmemesi demektir. Sağlıklı bir hürriyetin alâmeti eşyâ arasında fark görme hâlinin kalbde bulunmaması ve nazarında bütün eşyânın müsâvî hâle gelmesidir.
Mevlânâ da şöyle söyler:
Ben kul oldum, kul oldum kul. Kulluk vazifemi hakkıyla yerine getiremediğim için mahcûbiyetimden başımı önüme eğdim. Köle olanlar âzâd edilince sevinir. Ben ise sana kul ve köle oldum, diye sevinirim yâ Rabb!
Bir başka sûfi de: “Kul, Allah’dan başkasına kul oldukça gerçek kul olamaz,” der.
Bu tür bir kulluk anlayışına erenler, ihtiyaçları olsa bile, başkalarını kendilerine tercih ederler. Sırf dünyevî olan şeylerden sıyrıldıktan sonra maddî menfaat bahsinde kendilerine tercih etmişlerdir.
Dünyevî menfaat ve uhrevî karşılık dâhil, kulun yaratıklara karşı hiçbir esâret ve bağımlılık duygusu hissetmeden sadece Allah için olması, dünyada hemen verilecek bir mala, gerçekleşecek bir arzuya, uzun vadeli bir ihtiyâç ve hazza köle olmaması tasavvufi anlamda bir hürriyettir.
Hürriyet, “O’ndan geldik O’na döneceğiz” ilkesiyle aslî varlığımızın kaynağı olan Allah’a ulaşmamızı engelleyen, bizi özümüze yabancılaştıran herşeyin esâretinden kurtulmaktır.
Aslında insan için mutlak bir hürriyet söz konusu olamaz. Olsa olsa izafî bir hürriyetten bahsedilebilir. Çünkü insanların hürriyetleri başkalarının hak ve hürriyetleriyle sınırlıdır. Bunun aksini düşünerek sınırsız bir hürriyetin varolduğunu kabul etmek bu âlemdeki varlık kanunlarıyla çatışır.
Hürriyetin üç derecesi vardır:
1- Nefsin isteklerine kulluktan kurtulan avamın hürriyeti,
2- Kendi şahsî irâdelerine kulluktan kurtularak Hakk’ın iradesinde fânî olan münevverlerin hürriyeti,
3- Her çeşit kayıt ve esere kul olmaktan kurtulan seçkinlerin hürriyeti.
Hürriyet probleminde incelik “dilediğimizi yapmakta hür ve serbest olmaktan çok, dilediğimizi dilemekte serbest olup olmadığımız” mes’elesindedir. Olaya fıtrî ve tabiî olan zorlayıcı etkenleri nazar-ı itibara almadan baktığımızda bile psikolojik ve rûhî yapımızla ictimâî şart ve gerçeklerin dilediğimizi dilemeye engel olduğunu görürüz. Halbuki farkında olmadığımız derinden bir itilişe, farkında olmadan boyun eğiyoruz. Bununla birlikte yaptıklarımızı kendi irâdemizin eseri sayıyoruz.
Hürriyet, mânevî yükseliş yolu olan seyr u sülûkün biricik azığıdır. İmkânlar arasında seçim, hürriyet sâyesinde olmaktadır. Bu yüzden bizi mâsivâ bağından kurtaran herşey faaliyet hürriyetimizi genişleterek ubûdiyette kemâl yolunu açmış olur.
Kur’anda bu âlemdeki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ile ibâdet ettikleri pekçok âyette belirtilmektedir. “Hiçbir şey yoktur ki, Allah’ı hamd ile tesbîh ediyor olmasın!” (el-İsrâ 17/44) âyetinde bütün varlıkların Hakk’ı tesbih ettikleri açıkça belirtilmektedir. İbn Arabi hazretleri, bu âlemdeki varlıkları Hakk’ı tesbih ile zikir ve ibâdet açısından dörde ayırır: Cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insan. Cemâdat, yãni cansız varlıklar, dağlar, taşlar, kayalar ve toprak, dâimî bir biçimde tesbih ile meşguldür. Yağmurun yağıp yağmaması, güneşin açıp açmaması onları ilgilendirmez. Her hâl ü kârda tesbih ile meşgullerdir. İkinci sırada yer alan nebâtât, cemâdâta nazaran bir takım ihtiyaçlara sâhiptir. Tesbih; bu ihtiyaçların karşılanıp hayâtiyetin devâmı ile kaimdir. Hayvanlar da bitkilerden daha fazla ihtiyaçları olan varlıklardır. İhtiyaçları görüldüğü ölçüde tesbihât devam eder. En az tesbih, zikir ve şükürle meşgul olan ise insandır. İhtiyaçları onu esir edip kullukdan alıkor.”
İnsanların dışında diğer varlıkların ibâdetine “teshîrî ibâdet” denir. İnsandan istenen ibãdet şekli ise ihtiyârî ve şuûrî ibadettir. Kur’an’da böyle bilinçle yapılan kulluk; ubûdiyet ve şükür kavramlarıyla ifâde edilmiştir. “Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe, 34/13) ãyetiyle “Şükredici bir kul olmıyayım mı?” hadîsi buna işaret eder. Nitekim Peygamberimiz bunu, gece ibâdetiyle kendisini çok yorduğu söylendiğinde buyurmuşlardır.
Günah işleyebilme gücü insanın en büyük hürriyetlerinden biridir. Günah işlememek üzere yaratılmış olan varlıklarda tekâmül söz konusu değildir. Nitekim meleklerin bu tür bir gücü olmadığı için ilerleme kabiliyetleri de yoktur. Günah işleyebilme kabiliyeti, hürriyet ve ubûdiyet yolunda ilerlemeye de istidâdlı olduğumuzu gösterir. Nitekim Peygamber (s.a): “Eğer siz günah işlemeyen bir kavim olsaydınız Allah sizi yok eder, sizin yerinize günah işleyip af dileyen bir kavim getirirdi.” (Müslim, Tevbe, 11)
İyilik ve kötülüğü işleyebilme kabiliyeti insana has bir özelliktir. Bu yüzden insanlara has olan, fakat başka canlılarda da görülen merhamet, sadâkat ve vefâ gibi bir takım hasletleri, hayvanlardaki şekliyle “ahlâkî erdem” olarak değerlendiremeyiz. Çünkü hayvanlardaki bu duygular fıtrî ve insiyâkîdir. Hayvan, fıtratının aksini istese de yapamaz. Ama insan, bunların aksini de yapmaya kabiliyetli olduğu için bu tür hasletlerin kendisinde bulunması “ahlâkî erdem” olarak değerlendirilir. Çünkü ahlâkî davranışların irâdî olarak refleks hâline getirilmesi esastır.
Kullukta zirveye çıkan ruh, aslî hâli olan ezelî saflığına kavuşmuş demektir. Bu ise mâsivâ esâretinden kurtulup Allah’a kullukla ubûdiyet ve hürriyet sırrını yakalamaktır. Cüneyd: “Bu yolda nihayet, başa dönmektir” derken bu gerçeğe işâret etmek istemiştir. Bu da “Elest bezmi”nde Hakk’ın rubûbiyetini itiraf ederkenki saflıktır.
Ubûdiyeti elde etmeye engel biri dış, biri iç olmak üzere iki bağ vardır. İç bağ şehvet, dış bağ ise dünyadır. Bunları aşarak gerçek zühde eren zâhid hür olur. Nitekim Ahmed Rifâi hazretleri: “Hürriyet zühdle elde edilir. Zâhid dünyaya karşı esâretten kurtulmuş olduğundan herşey karşısında hürdür,” der.
Beled sûresindeki “köle azad etme” ile ilgili âyetler de insanın kendi kendini aşması olarak da yorumlanmıştır. Ayetler şöyle: “O’na iki yol gösterdik. Fakat o insan, sarp yokuşa göğüs veremedi. Bildin mi sen, o sarp yokuş nedir? Köle âzâd etmek veya salgın bir kıtlık gününde yemek yedirmektir.” (el-Beled, 90/10-15)
Köle âzâd etmek, esirlik bağı ile bağlanmış bir boynu; esâretten kurtarıp hürriyete kavuştarmaktır. Bu önce insanın kendi hürriyetine mâlik olarak kendini kurtarmış olmasına bağlıdır. Bunun en basit misâli köle âzâd etmek olup fazîleti çoktur. Âyette “Fekkü rakabe” diye geçen köle âzâdetmenin bir mânâsı daha vardır ki: “Herkes kendi kazancına bağlıdır.” (et-Tur, 52/21) âyetindeki hüküm gereği her nefsin kurtuluşu kazancına bağlı olduğu için insanın iyi ameller kazanarak kendisini cehennem azâbından kurtarması demektir. Bu kurtuluş: “En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.” (Keşfül’l-hafâ I, 160 (412) buyrulan nefs-i emmârenin azgın arzularıyla şeytanın aldatmalarına karşı cihãdla olur. Nitekim insanın bu sarp yokuşa göğüs germesi, nefis ve şeytanla cihâd etmesine bağlıdır. Ancak bu kahramanlığı gösterenler o yokuşu aşabilirler. Baskılar karşısında yamulmayan, ye’se kapılmayan, vicdanlarına ambargo vurdurmayan insanlar gerçek hür ve cesûr insanlardır. İnsanın baskılar karşısında kendini aşabilmesi rûhî bir olgunluk ve kalbî bir doygunluk ister. Bundan mahrum olan vicdanlar, köle ve sömürge yapısına çok yatkındırlar. İşte o sarp yokuş böyle bir esir boynu kurtarmaktır.
İnsanın zor zamanlarda, vicdanî özgürlüğün ezildiği demlerde hem kendi inancını, hem de başkalarının inancını koruması da, köle âzâdı kadar değerli bir iştir. İnsan zorlukları aştıkça; inancı yolunda terleyip emek verdikçe dâvâsıyla daha fazla bütünleşir, motivasyonu daha da artar.
Bugün modern psikolojide gerçek başarı, insanın kendisine karşı başarısı olarak görülmektedir. İşin sırrı bazı şeylere sâhip olmada değil, kendini yenmek ve kendine karşı zafer kazanmada görülmektedir.
(bk. Stephen R. Covey Etkili İnsanların Yedi Özelliği, İstanbul 1997, s. 105)