Altınoluk Dergisi, 1997 – Eylul, Sayı: 139, Sayfa: 032
Bağımsız bir ilim hâline gelmeye başladığı asırlardan beri tasavvufa yöneltilen eleştiriler eksik olmamıştır. Bu eleştiriler içten ve dıştan olmak üzere iki türlüdür. İçten olanlar, bizzat tasavvuf ricâlinin yönelttiği özeleştirilerdir. Dıştan olanlar ise diğer ilim ve disiplinlerin tasavvufa yaptıkları tenkidlerdir. Dıştan yapılan tenkid ve eleştirilere XIX.yüzyıldan sonra bir de İslâm dışı çevrelerden; Batılı müsteşriklerle din düşmanlarının yaptıkları tenkidler eklenmiştir.
Tasavvuf ehli başlangıçtan beri Allah Rasûlü ve ashâbının yaşadığı hayatı model olarak seçtiği için kendilerinde ve sistemlerinde gördükleri eksiklik ve hatâları eleştirmişlerdir. İlk sûfîlerden sayılan Cüneyd ve Bâyezîd gibi kimseler bile kendi dönemlerinde tasavvufun adının kaldığını, hakîkatinin kaybolduğunu ifâde etmişlerdir. Tasavvufun ahlâkî kemal yolundaki eksik ve yanlışlarına yöneltilen eleştirel yaklaşımlar, sistem konusunda da gündeme gelmiş, ilk olarak ilk tasavvuf klasiği sayılan Ebû Nasr Serrâc’ın (ö.378/988) el-Lüma’ adlı eserinde “Galatâtu’s-sûfiyye” başlığı altında yerini almıştır.
Serrâc’ın eserinde tasavvufa bir özeleştiri mâhiyetinde olan bu yaklaşımlar, genellikle sûfî kisvesi taşıyan kimselerin yanlışlarını ortaya koyup onları uyarmaya; insanları bu yanlışlardan kurtarmaya ve yolları sâlim olan sûfîleri bu tür ithamlardan kurtarmaya yöneliktir. Eserin ilk kısımlarında gerçek sûfîlerin tevhîd, ma?rifet, Kur’an ve sünnet anlayışı, hâllerinin ve makamlarının esasları ile âdâbının anlatılmasından sonra şathıyyât ve galatâtın; yani yanlışların verilmesi de bunu göstermektedir.
Serrâc, eserinin bu bölümünde şathın; taşkınlıkla, vecd sırasında meydana gelen sırları ifşâ etmek ve alışılmadık sözler söylemek olduğunu belirttikten sonra Bâyezîd, Şiblî, Ebu’l-Huseyn Nûrî ve Ebû Hamza Sûfî gibi bazı kimselerin bir takım şatahâtına açıklama ve yorumlar getirmektedir.
“Sûfî Geçinenlerin Yanlışları” Başlığı altında ise tasavvuf ricâlinin zor bir noktada bulunduğunu şöyle ifâde etmektedir: “Biz tasavvuf konusunda bıçak sırtındayız. Eğer yanlış yaparsak cehennemlik oluruz. Herşeyde yapılabilecek bir takım yanlışlar, bu konuda yapılacak yanlışlara göre hafif kalır. Çünkü tasavvuf mânevî makam ve hâlleri, irâde ve istikameti göstermektedir. Bu konuda bid’at türü şeylere yönelenler, Allah’a karşı gelmiş ve O’na hasım olmuş olur.”
Serrâc bundan sonra sûfîlerin yanlışlarını “Dalâlete Götürmeyen Ayrıntıdaki Yanlışlar” ve “Dalâlete Götüren Usûl Hatâları” olmak üzere iki anabaşlık altında incelemektedir. Serrâc’ın açtığı bu özeleştiri yolundan yürüyen sûfîler pek eksik olmamıştır. Nitekim Serrâc’dan yaklaşık yarım asır sonra yaşamış bulunan Ebû Abdurrahman Sülemî (ö.412/l021) Galatâtu’s-sûfiyye adıyla kaleme aldığı eserinde aynı konuları aynı ifâdelerle incelemiştir.
Tasavvufun özeleştirileri böylece ilk devirlerden başlayarak daha sonraki dönemlerde, aynı genişlik ve kapsamda olmasa bile, devam etmiştir. Kuşeyrî (ö.465/1072) ve Gazzâlî (ö.505/1111)’nin de gayretleri ile savunma ve özeleştiriler, tasavvufu ehl-i sünnet çizgisindeki bilinen yerinde sağlamlaştırmıştır.
Tasavvufa dıştan yöneltilen tenkidler genellikle tasavvufun “tahakkuk” denilen bilgi ve ma’rifetle ilgili olan tarafına yöneliktir. Tasavvufun “tahalluk” adı verilen eğitim ve zühdî hayat ile ilgili kısmına yönelik eleştiriler varsa da azdır. Sûfîler kendilerine yöneltilen eleştiri ve tenkidleri çoğu zaman cevaplamamışlar ve bu sûretle işin anlayış farklığından kaynaklandığını ifâde etmek istemişlerdir.
Tasavvufî düşüncenin en önde gelen şahsiyetlerinden sayılan İbn Arabî (ö.638/1240)’yi, en şiddetli biçimde eleştiren, kendisinden hemen bir asır sonra yaşamış bulunan İbn Teymiye’dir. İbn Teymiye önceleri Şâfiî iken daha sonra Hanbelî olarak kendisiyle aynı mezhebi paylaşan Abdülkadir Geylânî’ye son derece saygı ile bağlı olduğu ve kendisi hakkında hürmet dolu ifâdeler kullandığı hâlde İbn Arabî’ye tekfire varan ağır ithâmlarda bulunmuştur.
Ahmed b. Hanbel kendisi zâhid bir âlim olduğu halde her nedense mezhebinin mensupları arasından sûfîlere karşı “Selefîlik” adına zaman zaman insâf sınırlarını zorlayan tenkidler yükselmiştir. Herevî’nin Menâzilü’s-sâirîn adlı eserine Medâricu’s-sâlikîn adıyla şerh ve tenkid yazan İbnu’l-Cevzî ile başlayan bu yöneliş, İbn Receb Hanbelî, İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye ve İbn Teymiyye ile devam etmiş ve nihâyet Muhammed b. Abdülvahhâb ile yeni bir ekol hâlini almıştır. Bu ekol artık tasavvuf karşıtı olmayı kendi yollarının bâriz bir vasfı gibi kabullenmiş ve nihâyet Suûd âilesinin resmî mezhebi hâline gelince “Selefîlik” adı yerini “Vahhâbîlik”e bırakmıştır. Bugün İslâm dünyasının muhtelif yörelerinde tasavvuf karşıtı akımların arkasında siyâsî ve mâlî güç olarak bu düşüncenin bulunduğu görülmektedir.
Önceleri Selefîlik adıyla ortaya çıkan, bugün de pek çok yerde kendini bu adla takdîm eden, ama daha çok “Vahhâbîlik” adıyla anılan tasavvuf karşıtı cereyânın en önemli eksikliği tasavvufa yönelttiği tenkidler değildir. Çünkü tasavvuf çevrelerinde onların tenkidlerini haklı çıkaracak bir takım uygulamaların bulunduğu muhakkaktır. Belki yanlışlık bu tür hatâların genelleme ile bütün tasavvuf ve tarîkat çevrelerine teşmîl edilerek bu müesseseleri yok saymak ve İslâm dışı göstermektir. Aslında yapılan iş, maksadını aşan bir davranıştır. Karşı tarafı anlama kaygısı taşımadan üstüne varmadır. Pekçok mütefekkir ve mutasavvıfın en büyük derdi anlaşılamamaktır. Nitekim kendisini i’dâm etmek üzere toplanan kalabalığa karşı Hallâc’ın şu duâsı bu gerçeği yansıtmaktadır: “Allahım, Senin kulların, Sana olan yakınlıklarından ve dinlerine bağlılıklarından beni öldürmek için toplandılar. Onları bağışla! Çünkü Sen, bana gösterdiğin sırları onlara göstermiş olsaydın, hakkımda böyle düşünmeyeceklerdi. Şâyed onlardan gizlediklerini benden de gizlemiş olsaydın ben böyle sözler söylemeyecektim.”
Tasavvufa dışardan yöneltilen tenkidler ülkemizde ilk örneklerini geçen yazımızda temas ettiğimiz gibi Kadızâdeliler ve Sivâsîzadeler mücâdelesi olarak vermiştir. Cumhûriyetin i’lânından önceki dönemde de aynı tartışma gündeme gelmiş, kendisi de bir Şâzilî tarîkatı mensûbu olan İzmirli İsmâil Hakkı ile Urfalı Şeyh Saffet (Yetkin) arasında geçmiştir. Urfalı Şeyh Saffet’in “Tasavvuf’un Zaferleri” serlevhalı yazılarına İzmirli İsmâil Hakkı “Mustasvife Sözleri mi? Tasavvufun Zaferleri mi?” başlığı altında cevap vermiştir. Bu makalaleler daha sonra kitap hâline getirilmiştir (İstanbul, 1343).
Cumhûriyet’in ilk yıllarında meydana gelen bir takım olaylar sebebiyle rejim karşıtlığı genellikle şerîatçılıkla; şerîatçılık da tarîkat ile özdeşleştirilerek takdim edilmiştir. Demokratik hayata geçişle birlikte ortaya çıkan hürriyet ortamında İslâmî alandaki yayınlarda şerîat ve tarîkatı gerçekte olduğu yere oturtmaya çalışan bir takım ciddî araştırma ve incelemeler bulunduğu gibi tasavuf ve tarîkatı bir vâkıa olarak görmek istemeyen ve onu İslâm dışı bir çizgiye oturtmaya çalışan yayınlar da yapılmıştır. Zaman zaman bu konuda aylık dergiler çıkararak tasavvufu bütünüyle reddetmeye ve onu: “Hakk kılığında gezen en büyük bâtıl olarak” değerlendirmeye kalkışanlar çıkmış, hattâ “tasavvufun tevhîde verdiği zararı başka hiçbir küfür ve bâtıl verememiştir” diyenler olmuştur. Bu ifâdelerde ilmîlik ve insâf aramak mümkün değildir.
Bu çerçevede son günlerde Kur’an Işığında Tarîkatçılık (İstanbul1997) adıyla yayınlanmış bir kitapçık var. Bizim de bazı makalelerimize atıfta bulunan bu kitapçığın eleştiri üslûbunun da değerlendirilmesi gerekiyor. Öncelikle eserin müellifi Abdülaziz Bayındır’ın, kadim bir dostumuz olduğunu belirtmek isterim.
Eserin kapak motifinden ve adından başlayarak genel muhtevâsını insâf ve ilmîlik ölçüleri içinde değerlendirmek zordur. Eserin kapağında örümcek ağını andıran bir motif, arka kapakta ise birkaç âyet var. Eser, sadece ön ve arka kapaklarıyla bile önyargılı bir tavrı yansıtıyor.
Eserlerin arka kapağına genellikle muhtevâ ile ilgili bir söz veya bir özet değerlendirme koymak âdettendir. Yazar bu kitabın arka kapağında Nûr Sûresi’nin münâfıkların durumunu anlatan 47’den 50’ye kadar olan âyetlerini almış. Bu, tasavvuf ve tarîkat konusuna nasıl baktığını. Eserin muhtevâsı içinde bugün Türkiye’de isimleri saygı ile anılan insanların hemen hepsine aid bir takım konuşmalar ve eserlerinden âdetâ cımbızla alıntılar yapılıyor; çoğu zaman konuşma ve sözlerin önü ve sonu zikredilmeden eleştiri ve yargılarda bulunuluyor. Bu da ilmî ve insaflı bir yaklaşım değil.
Uzağa gitmeye gerek yok, öncelikle şahsımla ilgili bölümlerin inceleme ve karşılaştırmasının bana verdiği kanâat budur. Sayın Bayındır, sanki şahsımla bizzat görüşmüş ve bu konularda kendisiyle karşılıklı tartışmalarda bulunmuşuz izlenimi veren üslûbla eleştiriler yapmaktadır. Bir insanın yazdıklarını senaryo hâline getirip değerlendirmelerde bulunmak yeni bir tenkid ve eleştiri yöntemi olsa gerek. Kendisiyle zaman zaman görüşmemize rağmen, aramızda bu tür hiçbir konuşma geçmediği halde bunları nasıl yazabiliyor? Hayret doğrusu! Yazının arasına girerek ve yazılanları konuşma cümleleri hâline getirip tartışma üslûbu oluşturmak, yazarı için çok eğlenceli olsa bile ciddiyetten uzak ve ilim adamlığına yakışmayan bir tavırdır.
İlim adamlarının birbirlerinin görüşlerine katılmaması, değerlendirmelerine karşı çıkması kadar doğal ve tabiî birşey olamaz. Buna diyecek bir sözümüz yok. Ancak ilim adamı kimliğine yakışan, katılmadığı fikir ve görüşleri, yanlış olduğunu öne sürdüğü fikirleri böyle bir senaryo üslûbu içinde değil, açık yüreklilikle kaleme almaktır. Ama siz kalkar da, birilerine, oturduğunuz yerden konum biçer ve meselâ “Mürid” yaftası yapıştırır ve kendinize de karşınızdakini doğrultma ve biçme pâyesi verirseniz bunun adı ilmîlik değil, başka birşey olur.
Biz yazdıklarımızı elimizden geldiğince ilmî bir üslûbla yazmaya çalışıyor, yazılarımıza ilmî ünvânımızı da koyuyoruz. Bir fikrin mutlak ve saplantılı savunucusu olmaktan elimizden geldiğince kaçınmaya çalışıyoruz. Bunu Sn. Bayındır kendileri de farketmiş olmalı ki bir makalemizdeki “Böyle olduğuna inanılır” şeklindeki tamâmen akademik üslûbumuza “Ama ifâde tarzınızdan buna pek inanamadığınız anlaşılıyor” (s., 58) diye değerlendirmiş. Oysa ki bahse konu yazımızın bütününü okuyanlar, ricâlü’l-gayb konusunda Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde rivâyet ettiği “abdâl” hadislerinden hareketle konuyu tasavvuf ricâlinin de değerlendirmeleriyle sunduğumuzu göreceklerdir.
Bahse konu diğer makalemizde Keşf ile ilgili naklettiğimiz âyetin tefsîrinde kaynak göstermeden Ruhu’l-beyân tefsîrinin açıklamalarını kullanmışız. (Bk. Rûh’ul-Beyan IX,122) Kaynak belirtmemek bizim eksiğimiz ama, böyle bir tefsîrî ihtimâli hemen peşînen reddetmek ise Sayın Bayındır’ın aceleciliği.
Her önüne gelenin müslümanlara vurduğu bir dönemde müslümanların saygın şahsiyetlerini hedef alan bu tür bir çalışmanın neşrinin en azından zamanlama açısından yanlış olduğunu ve yargı hükümlerinin de yazarını herhalde kıyâmette beraber bulunmayı arzu etmeyeceği grup ve kişilerle aynı çizgiye getirdiğini düşünüyorum. Herkesi yargılayan ve ithamlarla zan altında bırakan Sn. Hocamıza Hanefî imamlarının şu ictihâdı sonsöz olmalıdır: “Bir kimsenin kâfir olduğuna dâir doksan dokuz, müslüman olduğuna dâir bir delîl bulunsa, müftü ve kâdînin o kişinin müslüman olduğunu gösteren o bir delîl ile amel etmeleri gerekir.” (bk. Alî el-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, II, 502; İbn Abidîn, Mecmûatu’r-resâil, I, 367)
Her devirde Yunuslar gelmiş ve Yunusların Molla Kasımı bulunmuştur. Hocamıza kendisinin biçtiği bu Molla Kasımlık statüsünü doğrusu ilmi hüviyeti ile birlikte yakıştıramadığımızı belirtmeliyim. Çünkü bu tür iman, küfür ve şirk konularında ihtiyatlı davranmak, acele ile yanlış yapmaktan ve İslâm toplumunda bir takım yaralar açılmasına vesîle olmaktan daha iyidir.