Altınoluk Dergisi, 1997 – Eylul, Sayı: 139, Sayfa: 046
Dağıstan, doğusunda Hazar denizi; batısında Çeçenistan; kuzeyinde Kalmuk özerk cumhûriyeti; güneyinde Azerbaycan ve güneybatısında Gürcistan ile komşu Rusya Federerasyonu’na bağlı bir Kafkas özerk cumhûriyetidir. Yüzölçümü 50.300 km2, nüfusu iki milyonu aşkındır. Başşehri Hazar kenarında yaklaşık yarım milyon nüfuslu Mahaçkaledir. Yüzde doksanı sünnî-müslüman olan ülkenin nüfûsu çok değişik ırklara mensup otuz kadar etnik gruptan oluşmaktadır. Dağıstan tarih boyunca özellikle Orta Asya göçyolu üzerinde kaldığından çok değişik ırk ve milletlerin yurdu olmuştur. Ülkede yaşayan insanların büyük bir kısmı Orta Asya menşeli ve Türk kökenlidir. Ülkede Avarlar, Kumuklar, Dargiler, Laklar, Lezgiler, Nogaylar, Tatarlar ve şehir merkezlerinde az miktarda Ruslar olmak üzere, değişik kavimler yaşar. 1930 yılına kadar ortak resmî dil Türkçe’dir. 1930’dan sonra Rusça resmî ve ortak dil hâline gelmiştir. Bugün dînî muhîtlerin entellektüel çevrelerinde Arapça ortak dil olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Arapça eğitim veren medreseler hayli yayılmaya başlamıştır.
Dağıstan’da 1913 yılında 2060 cami vardı. Bunlardan 360′ ı ulucâmi statüsündeydi. Komünizm sonrası câmi sayısının yirmiyediye kadar düştüğü belirtilmektedir.
Dağıstan dînî hayatında derin izler bırakan kurum, özellikle XVIII. yüzyıldan sonra, Nakşibendîlik hareketidir. Özellikle Ruslar’la mücâdelede bu tarîkatın önderlerinin ülkeye büyük hizmetleri olduğundan Dağıstan adı, Nakşibendîlik ve İmam Şâmil adıyla neredeyse bütünleşmiştir.
Geçtiğimiz ay (29-30 Temmuz günleri) iki günlük süreyle bir grup arkadaşla Kafkas ülkesi Şeyh Şâmil diyârı Dağıstan’a gittik. Dağıstan bizim, zaman zaman Ömer Zıyâuddin Dağıstânî ve Şeyh Şerâfeddin Efendi gibi erenleriyle, zaman zaman da Dağıstanlı lâkabıyla ünlü göçmenleriyle tanıdığımız; ama Şeyh Şâmil adıyla hâfızalarımıza kazınmış bir ülkeydi. Bir de Osmanlı Efendisi, Şeyh Şâmil’in torunu Saîd Şâmil Bey’le bütünleştirdiğimiz bir ülke. Yetmişli yıllarda Fenerbahçe’deki evinde ziyâret ettiğimiz Saîd Şâmil Bey, çenesindeki beyaz sakalıyla bir pîr-i fânîye dönmüş hâline rağmen bir Kafkas efendisiydi. Torunu yaşındaki kişiler için bile ayağa kalkma nezâket ve asâletini ilk defa ondan görmüştüm. Kaderin cilvesi onu Türkiye’ye getirmiş ve hayatının son demlerini İstanbul’da tamamlamıştı.
Dağıstan’ın bende böyle izleri var. Ayrıca l988 yılında değerli dostum Prof. Dr. Osman TÜRER Bey’in terceme ve neşrettiği Sûfî ve Komiser isimli bir kitap zihnimde Dağıstan’a âid derin etkiler bırakmıştı. Bolşevik ihtilâlinin ardından Rusya’dan kaçıp Fransa’ya yerleşen yazarların bu eserdeki tesbiti ilginçti. Yazarlar 80’li yıllarda Sovyetler Birliği’ni dolaşarak özellikle müslüman halkın din duygularını ve dînî hayatlarını ortaya çıkarmaya çalışmışlar ve o gün bizler için çok yeni ve orijinal şeyler tesbit etmişlerdi. Orta Asya’da ve Kafkaslar’da halkın dînî duygularının canlılığından bahsediyor ve bunda tasavvuf ve tarîkatların payına dikkat çekiyorlardı.
1993 yılında Dağıstan’dan bir heyet gelmişti İstanbul’a. Kız ve erkek çocuklarından oluşan küçük bir grubun Türkiye’de dînî eğitim almasını sağlamak üzere gelen bu heyetin başkanı bir müftü idi. Gayet güzel ve fasîh Arapça konuşuyordu. Kendisine Arapça’yı nerede öğrendiğini sorduğumuzda aldığımız cevap çok şaşırtıcıydı. Müftü Efendi hiçbir Arap ülkesine gitmemişti. Arapça’yı da kendi ülkesinde babasından öğrenmişti. Babası Nakşî şeyhiydi. Medresesi vardı ve orada komünizm zamanında en zor dönemlerde bile hiç ara verilmeden kaçak olarak Arapça eğitimi sürdürülmüştü. Müftü Efendi de Arapça’yı orada öğrenmişti. Bu olayda benim zihnimde Dağıstan seyâhati öncesi diri bir hâtıraydı. Bu işin aslını araştıracak ve diğer örneklerini görme imkânına kavuşacaktık.
Salı sabahı saat 6.50’de kalkan uçağımız iki saati aşkın bir yolculuktan sonra Mahaçkale havaalanına indi. Uçaktan inip giriş muâmelemizi yaptırmak üzere büroya girdiğimiz zaman Dağıstan başmüftüsü Seyyid Muhammed Efendi başta olmak üzere içinde milletvekilleri ve resmî erkânın da bulunduğu sıcak yüzlü insanlardan oluşan kalabalık bir konvoy bizi karşılamaya gelmişti. En önde kelime-i tevhid sancağı ile Dağıstan bayrağı taşıyan eskortlar bizi doğruca Dağıstan Başmüftülük’üne âid mütevâzi binâya götürdüler. Oradaki resmî “hoş-âmedî”den sonra önce Cumhurbaşkanlığına gidildi. Bize kabûl için randevu veren Cumhurbaşkanı Moskova’dan gelen ânî bir davetle oraya gitmek zorunda kaldığından, bizi yardımcısı kabûl etti. Sonra Ebû Süfyân isimli bize ev sâhipliği yapacak parlamenterin evine indik.
Sıra İstanbul’dan hayırsever üç işadamının yaptırdığı câmii ziyârete gelmişti. Marmara İlâhiyât Fakültesi Câmii büyüklüğünde, hemen hemen aynı projedeki câmi, şehre ayrı bir mehâbet veriyordu. Çünkü Mahaçkale’de tarihi camilerden eser kalmamıştı.
Yaklaşık üç dört yıl önce inşâsına başlanan bu câmi ile ilgili olarak yol rehberimiz Abidin Sungur Bey’in anlatıkları başlıbaşına bir destan. Câmi inşâsı sırasında halktan pekçok kimse gelip bedenen çalışmak için izin istiyor, maddî katkıda bulunmak isteyenler oluyor. Bizzat cumhurbaşkanı külliyetli bir miktarda maddi destek sağlıyor. Geçtiğimiz yıl câmiin süresi içinde açılması için işlere hız verilince âdetâ bütün herkes seferber oluyor. Ermeni bir keresteci camiin döşeme tahtalarını bağışlıyor. Yetmiş yıldır dîn açlığı çeken üniversite hocası Rus hanımlar bile gelip: “Câmiin temizlik işlerinde biz de çalışabilir miyiz?” diyerek mânevî tatmîn arıyorlar. Sıra câmiin tefrîşine gelince halk: “Biz evlerimizden getireceğimiz halılırla burayı tefrîş ederiz” diyor ve öyle de oluyor. Normal namaz vakitlerinde 350-400 kişinin namaz kıldığı ulu mabedde cuma günleri cemaat sayısının 7-8 binlere çıktığı söyleniyor. Hattâ müftülük personelinden biri câmi inşâatı sırasında önünden geçip imrenerek: “Şu mabed bitsin, namaza başlayacağım” diyen pekçok kimsenin namaza başladığını Arapça ifâdelerle coşkulu bir biçimde anlatmaya çalışıyor. Belli ki câmiin de belli bir tebliğ fonksiyonu üstlenmiş olmasından büyük mutluluk duymuş.
Öğle namazını câmide kıldıktan sonra kısa bir program icrâ edildi. Programda câmi inşâsı sebebiyle Türkiye’den hey’etimize teşekkür edildi. Hey’etimiz adına konuşan değerli arkadaşlarımızdan birinin Dağıstanlılar’a söyledikleri ilginçti. O: “Minnet ve şükür Allâh’adır. Bu ulu mâbed, sizin ihlâslarınızın tecessüm etmiş hâli gibidir. Çünkü bu câmi, Orta Asya ve Kafkasya’nın şu âna kadar sessiz-sedâsız yapılan en görkemli mâbedidir.” diyerek Dağıstanlılar’ın muhlis duygularını yansıttı.
Öğle namazını müteâkıp programımızda Dağıstan’da yediden yetmişe herkesin gönlünde taht kurmuş, başta Başmüftü olmak üzere bakan, milletvekîli, bürokrat ve halktan insanların bağlısı bulunduğu Nakşî ve Şâzilî tarikatı şeyhi Saîd Efendi’yi ziyâret var. Bizim en önem verdiğimiz ziyâret bu. Saîd Efendi iki yıl kadar önce Türkiye’ye geldiğinde görmüştük. Pırıl pırıl canlı gözleri ve nurlu parlak yüzüyle sıcacık bir yüreğin sâhibi olduğunu hemen farkediyorsunuz. Saîd Efendi’nin ikametgâhı Kafkas dağlarının sırtında bir köy. Evi de son derece mütevâzi bir köyevi. Ama içinde gelen geçenin ağırlandığı bu hâneden Türkiye’den gelen misâfirlerin de ağırlanmadan bırakılması geleneklere aykırı. Çaresiz ikramları kabûl ediyoruz. Ama bizim için en güzel ikrâm Saîd Efendi’nin anlattıkları. Saîd Efendi diyor ki: Biz Şeyh Şâmil’in ahfâdıyız. Onun yolunun yolcusuyuz. Şeyh Şamil Ruslarla savaşırken en zor anında Özbek hanlarından yardım teklîfi geliyor. Soruyorlar: “Size nasıl yardım edebiliriz. Ekonomik olarak mı? Silâh ve asker olarak mı?” Şeyh Şâmil “Hayır” diyor. “Bu tür yardımlardan hiçbirine ihtiyâcımız yok. Sâdece duânıza ihtiyâcımız var.” Şeyh Efendi ekliyor: “Bizim de Türk kardeşlerimizden yegâne talebimiz duâlarıdır.”
Ziyâret sonrası Şeyh Efendi bizi yaptırmakta olduğu câmi ve medresesini ziyârete götürüyor. Köy şartlarına göre mükemmel sayılabilecek medresede yaklaşık 500-600 kişinin eğitim göreceğini anlatıyor ve yolumuzun üzerindeki Timurhanşûrâ adlı şehirdeki medreseyi de ziyâret edeceğimizi duyunca seviniyor. Çünkü o medresenin yöneticisi olan Aslan Ali Bey de Şeyh Efendi’nin yetiştirdiklerinden.
Timurhanşûrâ ilginç bir şehir. Eskiden Kafkaslar’ın ilmî ve dînî konularının istişâre edildiği; büyük ilim adamlarının ve matbaaların bulunduğu bir ilim ve kültür merkeziymiş. Adındaki “şûrâ” kaydı da buradan geliyormuş. 1913’te orada basılmış Arapça kitaplar gösterdiler. Tabiî komünizm zamanında yıkılan câmiler kaybolan medreseler yıkık yüreklerde saklanmış ve şimdi kardelen çiçekleri gibi filiz vermiş. Nitekim şu an bu kasabada bin mevcûdlu bir medrese var. Bir kısmı yatılı olan bu öğrencilere Ezher’de eğitim görmüş Türk muallimler de katkıda bulunuyor ve oranın canlı insanlarının yüreğinde yeni filizler açılmasına katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Çok değişik dillerin bulunduğu bu ülkede bu tür medreselerde ortak dil genellikle Arapça.
Ertesi gün Kızılyurt, Hasavyurt şehirlerini ve oralardaki câmi ve medreseleri gördükten sonra son olarak Dilim kasabasına vardık. Burada biri kızlara diğeri erkeklere âid olmak üzere iki dînî mektep var. Kız mektebi şehir hamamından bozma bir bina. Buradakilerin hoca bakımından da sıkıntıları var. Yeterli hoca yok. Türkiye’den giden Ezher mezunu bir hocaefendi eşiyle birlikte gerçekten halka kendilerini sevdirerek güzel hizmetler vermeye çalışıyorlar. Ayrıca Türkiye’de hıfzını ikmâl etmiş erkek hâfızlarla iki yıl dînî eğitim almış kızlar orada bu Türk hocaların eli ve kolu mesâbesinde. Yetişmiş insan ihtiyâcını insan orada bir kere daha yaşıyor.
Erkek mektebinde gördüklerimiz bizi çok etkiledi. Hacı Mûsâ isimli bir zât bu mektebin hem müdürü, hem de müstahdemi. Hanımı da aşçısı. Kadıncağız sâdece bir ocaktan ibâret olan mutfakta öğünde bir kap yemek yaparak buradaki yavrulara hizmet ediyor. Ailenin diğer ferdleri de diğer hizmetleri üstlenmişler. Bir alperen anlayışı ve sahâbî duyarlılığı içinde hizmet etmeye çalışıyorlar. Mektebin bahçesindeki tarlada yetiştirdikleri soğan, patates ve fasulye talebelerin en temel gıdâları. Paraları olsa biraz ilerideki bahçede küçük, ya da büyükbaş hayvan besleyip etinden ve sütünden çocukları yararlandıracaklar. Bununla birlikte yoklukla ilgili bir sıkıntıları yok. “Nasıl daha iyi hizmet ederiz, kaliteyi nasıl yükseltiriz?” onun kaygısını taşıyorlar. “Türkiye’den buralara uzanacak bir el olur mu?” diye bekliyorlar. Suudlular gelmiş, câmi ve medrese yapmışlar. Fakat “Vahhâbîlik” gayretiyle onların tesbih ve evrâdıyla uğraşmaya başlayınca kovmuşlar onları.
Mahaçkale’de Allah için atan güzel yürekler var. İslâm’ı derd edinen insanlar var. Psikiatr profesörü bir Velîd Bey var. Gönlü coşkulu bir insan. Belediye’den açıkhava tiyatrosunun tahsîsini almış ve burada entellektüel insanlara yönelik tartışmalı toplantılar düzenliyor. Yetmiş yıl ateizm batağında kalmış insanların din ve İslâm ile ilgili kaygılarını dinliyor, sorularına cevap veriyor ve zihinlerdeki istifhamları izâleye çalışıyor. Müftülüğün de desteğiyle yapılan bu toplantılarda iknâ olup câmi ve cemâaata katılan yüzü aşkın aydın var, deniliyor. Velid Bey çırpınıyor ki şu tiyatronun üstünü kapatalım ve kışın da burada toplantılar yapabilelim. Bir de kütüphane tesis edelim, insanlarımız burada gelip okusunlar, diyor.
Dağıstan’a ikigün süreli bu gezi bize şunu gösterdi: Ruslar ve ateistler, din ve vicdan adına görüneni yok etmek için ne lâzımsa yapmışlar. Bunda belli ölçüde muvaffak da olmuşlar. Ama gönüllerde ve kafalarda bulunanı söküp atmaya güçleri yetmemiş. Tasavvufun engin dünyası orada îmânların korunmasında en büyük sığınak ve barınak olmuş. Tasavvufî eğitimin medrese ile bütünleşerek gönülden gönüle akışı belli ölçüde bid’atlerin de yaygınlaşmasına engel olmuş. Hattâ şunu söyleyebiliriz: Sovyet sistemi içinde İslâmî kimliklerini en iyi biçimde korumaya muvaffak olanlar, Dağıstan müslümanlarıdır. Onların gönüllerindeki îmân meş’alesine tasavvuf ve tarîkatler fânûs görevi görmüş.
Biz bu duygu ve değerlendirmelerle gezi notlarımızı noktalarken Hz. Peygamber’in şu hadîsini derpîş etmek isteriz:
“Ümmetimin misâli yağmur (rahmet) gibidir; evveli mi yoksa sonu mu hayırlıdır, bilinmez!” (Tirmizi, edeb 81)