Altınoluk Dergisi, 1997 – Ocak, Sayı: 131, Sayfa: 031
Tasavvufta “fütüvvet” kavramının kullanılmaya başlanmasının tarihi oldukça eskidir. Hicrî III. Asır’da Horasan ve Nişabur bölgesinde kullanılmaya başlanan “fütüvvet” kavramı, genellikle başkasını kendisine tercih etmek, engin bir mürüvvete sahip olmak demektir. Lügatta cesaret, yiğitlik ve mertlik anlamına gelen fütüvvet, tasavvuf çevrelerinde diğergâmlık, cömertlik ve şefkati de içine alan bir terim olmuştur. Tasavvuf erbabı Kur’an’da geçen “fetâ” (c.fityan) kelimesini fütüvvetin esası sayar. “Şüphesiz ki onlar Rablarına iman eden yiğit (fitye) kimselerdir. Biz onların imanlarını artırmışızdır.”1 “Bir delikanlı (fetâ) işittik, onları diline dolamıştı. Adına İbrahim denilirmiş, dediler.” 2
Fütüvvet, Hz. Peygamber (s.a.)’in “Ali’den başka yiğit (fetâ); zülfikârdan başka kılıç yoktur.”3 hadisine istinaden, genç bir insanda bulunması gereken vasıfların tümüdür, islam’ın ilk asrının ortalarına doğru, Arabistan’da siyasal olayların anormal gelişmeleri sırasında Hz. Ali’nin yiğitlik ve savaşçılık yönü, gittikçe artan ve yayılan ünü, onu İslam’da en iyi fetâ örneği olarak tanımladı.
Fütüvvetin aslı dîni gözetmek, sünnete uymak, Allah’ın peygamberine emrettiği sözlerini tutmaktır: “Afvı al, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.”4 “Allah adaleti, iyiliği, yakınlara vermeyi emreder, fuhşu, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar, size tutasınız diye öğüt verir.” 5
Bu ilkelerden yola çıkan, ciddî anlamda gençleri derleyip toparlayan ve onları belli bir mesleğe yönlendiren fütüvvet hareketi, zamanla “seyfî” ve “kavlî” olmak üzere iki kola ayrılmış, kavlî kol Hz. Ebu Bekr’e, “seyfî” kol da Hz. Ali’ye bağlanmıştır. Fütüvvetin Anadolu’da “Ahilik” olarak ortaya çıkan şekli ise İslam iktisadî hayatinin müesseseleşmiş bir örneği olarak görünmektedir. “Ahîlik” Arapça “kardeşim” anlamına gelen “ahî” kelimesinden alınmadır. Maamafih bu kelimenin Türkçe’de cömert anlamına gelen “akı”dan türetildiğini söyleyenler de vardır. Meslekî, ahlakî ve iktisadî bir kurum olan “Ahîlik” Anadolu’ya mühnasır bir teşkilattır.
Fütüvvet teşkilatı ile sûfiyye arasında ilginç bir benzerlik söz konusudur. Sûfilerin giydikleri “hırka” yerine fetâlar “şalvar” giyerler, “taç” yerine de “Şedd” (kuşak) kuşanırlar. Fütüvvet erbâbı, genç meslek sahipleri olduğundan, onlara şalvar giydirilip şedd kuşatılması, süfiî duygularına sahip; nefslerine hakim olmayı sembolize etmektedir.
Fütüvvet ehlinin nizamnameleri, başlangıçtan beri fütüvvetnamelerdir. Bugün elimizde mevcud fütüvvetnamelerin ilki Sülemî Ebu Abdurrahman’a (ö.412/1021) aittir. Fütüvvetnamelerde fütüvvetin esasları, ahlakî ve sosyal prensipleriyle, fütüvvete kabul şartları yazılıdır. Fütüvvet ehli olan kimsenin vefa, doğruluk, emniyet, cömertlik, nasihat, tevazu ve tevbe gibi esaslara riayet etmesi; içki, zina, livata, yalan, gıybet ve hile gibi kötülüklerden sakınması gereklidir. Bu prensipler genel hatlarıyla “eline, beline ve diline sahip olmak” şeklinde özetlenmektedir. Ahinin sofrası, alnı ve kapısı daima açık olmalıdır. Ahî cömert olmalı, dünyaya bel bağlamamalı ve onsekiz dirhemden fazla malı varsa dağıtmalıdır. İlmi ve ilim adamlarını sevmeli, beylerin ve zenginlerin kapılarında dolaşmamalıdır. Konulan fütüvvet prensiplerine uymayan kişi fütüvvetten düşer.
Fütüvvet teşkilatının ilk defa Abbasî halîfelerinden Nasır li-dînillah (1180-1225) tarafından sosyal bir düzene sokulduğu bilinmektedir. Devletin siyasî ve ictimâî düzeni bozulunca Nasır, fütüvvet birliklerinden yararlanarak sosyal dengeyi yeniden tesis etmeye çalışmıştır. Merkez de (Bağdad’da) önce devrin “Şeyhler şeyhi” unvanın taşıyan Şihabüddin Sühreverdî (ö. 632/1240)’ye bir Kitabü’1-fütüvveyazdırdı. Bütün fütüvvet birliklerini kendisine bağladı. Komşu islam devletlerine elçiler ve fermanlar göndererek onları da fütüvvet teşkilatına girmeye çağırdı. Özellikle Anadolu Selçuklu Devletiyle bu anlamda bir takım diplomatik temaslar sağlanmıştır. Hatta Şihabüddin Sühreverdî, Halife Nasır tarafından Konya’ya gönderilmiştir. Bu dönemden itibaren Anadolu’da fütüvvet birliklerinın “Ahîlik” adıyla teşkilatlandıkları görülmektedir. Yine bu yıllarda “Ahî Evran” diye anılan İranlı Şeyh Nâsıruddîn Mahmûd (ö 660 /1262)’un I. Alâeddın Keykubad’ın himayesinde Ahîliğin teşkilatlanmasını ve yaygınlaşmasını sağladığı bilinmektedir.
Melâmet, kınamak, ayıplamak ve kötülemek anlamına gelen bir kavramdır. Tasavvufta kınayanların kınamasına aldırmadan doğru yolda yürümektir. İhlasa önem vererek riyadan kaçınmak, hayrı izhâr, şerri izmâr etmemektir. Yani iyiliklerin açığa çıkıp duyulmasından hoşlanmamak, kötülüklerin açığa çıkmasından ise rahatsız olmamaktır. Hak nezdinde “Sıddık” olmak için halkın gözünde “zındık” olmaktan korkmamaktır. Şekil, suret, taç ve hırkaya değer vermemek, adet ve an’anelere karşı çıkmak, bu konuda halktan gelecek tepkiye aldırmamaktır. Dindarlık ve takvayı gizlemek, hatta zikri bile gizli yapmaktır.
Hicrî III. Asrın ortalarında ortaya çıkan “melâmet” fikrinin şekil, sûret ve merasime çok önem veren bazı Sûfilere karşı bir tepki hareketi olarak doğduğunu söylemek mümkündür. Bu hareketin adını Kur’an’daki şu ayetten aldığı belirtilir. “Ey inananlar, sizden kim dîninden dönerse (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki (O) onları sever, onlar da O’nu severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve katıdırlar. Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından (levm) korkmazlar.”6
Tasavvuf erbabı “îcabî” bir anlayışla ihlasa ermeyi temel esas olarak alırken “melâmet” fikrine sahip bulunanlar “selbî” bir yaklaşımla riyadan kurtulmayı amaçlarlar. Bu yüzden güzel davranışlarını gizleyip, halk arasında kınanmaya fırsat verecek kötü işlerini göstermek isterler. Böylece nefsin gurura düşmesini önlemeye çalışırlar.
Sûfilik ve tasavvuf, Küfe, Basra ve Bağdad’da gelişirken melâmet fikri, Horasan ve Nişabur bölgesinde yayılma ve gelişme zemini bulmuştur. İlk melâmetî olarak bilinenler arasında Hamdun Kassar (ö 271/884) ve Ebü Hafs Haddad (ö 270/883) gibi sûfiler vardır. Ebu Hafs’ın şöyle bir sözü vardır “Melâmet ehli, hallerini korumak, sırlarını saklamak bakımından Hak île beraberdirler. Onun için Allah’a yaklaşmak üzere yaptıkları her ibadet yüzünden kendilerini levmederler. Halktan bütün güzelliklerini gizleyip kötülüklerini göstermek isterler. Halkta dış görünüşlerine bakarak onları levmeder. Onlar ise kendi içlerini bildikleri için kendilerini levmederler.
Melâmet ehline göre insan, bütün fiillerini kendi gözünden riya, hallerini kuru dava görmedikçe gerçek Sûfi olamaz.
Melâmetîler iki kısımdır. Bunlardan bir grubu hiç kimsenin kınamasına aldırmadan Allah’ın emirlerini yerine getiren, Hakk’a davette kusur göstermeyen salih melâmetîlerdir. Diğeri ise hallerini gizlemek için şer’an haram ve mekruh olan şeyleri yapar görünerek kınanmak ve böylece nefislerini ezmek isteyen cahilane bir tavırla dîne karşı kusur işleyen kimselerdir. Böylelerine “melâmetî” değil, “kalenderi” demek belki daha uygun olur.
Melâmet, bir neş’e ve meşreb işi olmakla birlikte bir bilgi ve irfan işidir. Melâmet bir de insanlara yük olma, onların sırtından geçinme konusunda ortaya çıkar. Nitekim bu meşrebin ilk temsilcisi Hamdun Kassar’a sorarlar: “Bu yolda çalışıp kazanmayı terketmek gerekir mı?” Hamdun şu karşılığı verir: “Bu yolda çalışıp kazanmak (iktisab) ve başkalarına yük olmamak, ‘arif” unvanıyla anılıp başkalarına yük olmaktan daha iyidir.” Bu yolun mensupları hem kendilerini gizlemek, hem de çalışıp kazanarak başkalarına yük olmamak için bir meslek sahibi olmayı ve o meslek unvanıyla anılmayı zahid ve Sûfi unvanlarıyla anılmaya tercih etmişlerdir. Haddad (demirci), Harraz (eskici), Hayyat (terzi), Haccam (kan alıcı, hacamatçı), Zeccac (camcı) Nessab (dokumacı) gibi unvanlar bunu göstermektedir.
Eserlerinde melâmet konusunu anlatanların ilki Ebu Abdurrahman Sulemî (ö 412/1021), Hücvîrî (ö 465/1072) Sühreverdî (ö 632/1234) ve ibn Arabî (ö 638/1240)’dır. Sühreverdî’nın özellikle melâmetîlerin ikinci grubunu teşkil eden ve “kalenderîlik” unvanına daha yakından grupla ilgili söyledikleri oldukça ilgi çekicidir. “Kendilerine “melâmetî’ adını veren, Sûfilikle uzaktan ve yakından alakaları olmadığı halde onlardanmış gibi gözükmek için Sûfi kisvesine bürünen bir grup daha vardır. Bunlar büyük bir gaflet ve aldanışla ibahîlik yoluna sapmışlardır. Bunlar derler ki “Maksad kalb temizliği ve kalbi Allah’a tahsistir. Şeriat kaidelerine bağlanmak avamın ve aklı kıt mukallidlerin işidir” Bu tür fikirler, zındıklığın ta kendisidir. Çünkü şeriatın kabul etmediği her hareket zındıklıktır.”
İlk devirlerde bir meşreb olarak ortaya çıkan melâmet, sonraları özellikle H. Bayram Velî’nin halîfelerinden Dede Ömer Sikkînî (Bıçakçı Ömer Dede) tarafından bir tarîkat haline getirilmiştir. Bu yolun Hamzavî kolu, Osmanlı döneminde devletin de takîbatına uğrayıp idama mahkum edilen bazı mensuplarıyla ilginç bir tariktir.
Son devir Melamîliği XIX. yüzyılda yaşamış Muhammed Nüru’l-Arabî ile Bayramî, Halvetî ve Nakşibendî tarîkatlarını birleştiren bir yol olarak bilhassa Balkanlar’da çok etkili olmuştur.
Meşreb ve neş’e olarak “melâmet” anlayışı pirlerde ve tarîk mensuplarında genellikle yıllar boyu yaşamaktadır.
Dipnotları: 1) el-Kehf, 18/13, 2) el-Enbiya, 21/60, 3) Keşfü’l-hafa, II, 363 (3069), 4) el-A’raf, 7/199, 5) en-Nahl, 90, 6) el-Maide, 7/54, 7) Avarîf Tercemesi s. 28