Altınoluk Dergisi, 1996 – Eylul, Sayı: 127, Sayfa: 032
İnsanoğlu, varolduğu günden beri varlık, Allah ve insan ilişkisine ilgi duymaktadır. Bütün dinler, felsefi sistemler genellikle bu ilişkiyi çözmeye ve anlamaya çalışırlar. İlahi menşeli dinlerde bu ilişki tevhid ilkesi ile çözülmüş ve “kainatın varoluş sebebinin “Bir” olan varlığını ikrar ve izharı olduğu” ifadesiyle özetlenmiştir. İslâm’ın tevhid ilkesi, tasavvufta da “vahdet ve birlik” anlayışını hayatın her safhasına yayma sonucunu doğurmuştur. Varlığın, “Bir” olan Allah’ın eseri olması, gerek vahiy ayetlerinin; gerekse kainat kitabındaki ayetlerin daima “Bir”i anlatıp “Bir”e çağırması, tasavvufta tevhid ilkesine yönelişi pekiştirmiştir,
“İman, dil ile ikrar ve kalb ile tasdiktir” derken îmanın bir kalb olayı olduğu; zihni istidlallerden çok, kalbi itminanlara bağlı bulunduğu anlatılmaktadır. Kur’an’daki: “Allah Teâlâ bir adamın kalbinde iki kalb yaratmamıştır” (el-Ahzab, 33/4) ayetiyle kalblerdeki tevhîd isti’dâdı anlatılmakta ve gönle yakışanın bir Allah sevgisi olduğuna işaret edilmektedir.
Dağınık ve değişik düşüncelerin “Bir”e giden yolda insana perde olması, düşünceleri “Bir”e indirmeyi gerekli kılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)’in; “Kaygılarını Tek’e indirenin diğer kaygılarına Allah Teâlâ’nın kefil olduğuna” (İbn Mace, Mukaddime, 23) dair hadisi cem’veya “birlik” düşüncesinin temelini oluşturmuştur. Çünkü kaygı ve düşünceleri Bir’e indirmek, daima Bir’i görmek ve Bir’i mülahaza etmek, Bir ile cem’olmak şeklinde gelişerek, tevhid ve varlığın birliği ilkesi şeklinde ifade edilir olmuştur. Bu düşünce bazen kaygı ve maksadların birlenmesi, Hakk’ın iradesiyle kulun iradesinin bir olması anlamına gelen “tevhid-i kusüd”, bazan da sadece “Bir”i görmek anlamına “tevhid-i şühüd” şeklinde ifade edilir.
Böyle bir tevhidî anlayışın, yanlış anlama ve iltibaslara sebep olmasını önlemede de sûfilerin belli bir titizlik gösterdikleri görülmektedir. Nitekim Zünn’ün Mısrîye tevhîdden sorulduğunda şu karşılığı vermiştir:
Tevhid, Allah’ın eşyanın içine girmeyen kudretini, eşya ile bütünleşmeyen sanatını bilmek, her şeyin sebebinin Allah’ın sanatı olduğunu ve O’nun sanatında bir arıza bulunmadığını kavramak, göklerde ve yerde Allah’dan başka müdebbir olmadığını, Allah’ın insanın zihîn ve tasavvuruna gelen şeylerden uzak olduğunu anlamaktır. Cüneyd bu konuda şunları söyler:
“Tevhid, kulun Allah’ın huzurunda bir karaltı, bir gölge gibi olmasıdır. Kulun üzerinde Allah’ın tedbir ve idarî tasarrufları, kudretinin hükümleri ve icabları, mecrasında cereyan eder. Bu durumda kul, kendinden, halkın kendisini çağırmasından ve bu çağrıya icabetten fanî olarak tevhid deryasının derinliklerine gark olmuştur. Kul, Allah’ın vahdaniyetinde mevcud hakikatlerle yine Allah’ın kurbunun ve O’na yakın olma halinin hakikati içinde his, hareket ve iradesinden soyulmuştur”. Cüneyd bir başka sözünde tevhidi: “Kadîm’i muhdesden ayırmaktır.” diye tanımlar.
Muhammed b. Vasî “hiç bir şey görmedim ki onda Allah’ı görmüş olmayayım,” derken bir başka sûfî de “Hiçbir şey görmedim ki ondan önce Allah’ı görmüş olmayayım.” demektedir.
Cüneyd ayrıca, “elest bezmi”ni anlatan ayet-i kerimenin açıklaması sadedinde şunları söyler: Varlıktan önce bu konuşma nerede ve nasıl olabilir? Burada soruya cevap veren, Hakk’ın kudret ve iradesiyle ruhlardır. Şu anda da durum ondan farklı değildir. Şimdi de dileyen ve varlıkları ortaya koyan O’dur.” İçte ve dışta can mülkünde ve cihan mülkünde tevhidi gerçekleştirmeyi amaçlayan sûfiler tevhidi üç mertebede ele alırlar:
1. Hakk’ın Hakk’ı tevhidi Kur’an’daki: “Allah delilleriyle açıklamıştır ki kendisinden başka ilah yoktur.” (Al-i İmran, 3/18)
2. Halkın Hakk’ı tevhidi: Allah’ın, kullarından tevhide inananların muvahhidliğini kabul buyurması.
3. Halkın Hakk’ı tevhidi: Şu ayetle Allah bunu emretmektedir. “Allah ile birlikte bir ilah tanıma! Sonra kınanmış ve kendi başına terkedilmiş olarak kalırsın. Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi emreder. (el-İsra, 17/22-23)
Hakk’ın tevhidinin tezahürü olarak mü’min:
a) Allah ile ilişkilerinde ihsana erer. Allah’ı görüyormuşçasına kulluk anlayışına ulaşır.
b) İnsanlarla münasebetlerinde îsâra erer, “Ben ben” demekten ve şahsi çıkarlarını öne çıkarmaktan kurtulur. Buna sûfiler“İskatu’t-yâât” alırlar. Bazan anlamı: “Ben, beni, benimle, bana, benim için” gibi ifadeler anlatılan bencillikten geçmektir.
c) Eşyaya ve diğer varlıklara bakışında daima bir olan Allah’ın kudret âsârını görmek ve onların tesbihini duymaktır. Çünkü“Yeryüzünde Allah’ı hamdiyle tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur.” (bk el-Isra, 17/44)
Tevhidin yaşanan fakat anlatılamayan bir hal olduğunu en güzel anlatan Ebû Bekir Şibli’dır. Bakınız ne diyor; “Tevhidi ibare ve lafızlarla anlatmaya kalkışan mülhid olur. Onu işaretle anlatmaya çalışan bin hayır ve bin şer olmak üzere iki tanrıcı olur. Bu konuda söz söylemekten kaçınıp susan cahildir. O’na erdiğini sanan hiçbir şeye ermemiştir. O’na îma ile işaret eden, O’na cihet ve mekan izafe edeceğinden putperest olur. O’na yakın olduğunu sanan aslında uzaktır. O’nu bulduğunu sanıp vecd gösterişine kalkışan kaybeder. O’nu düşüncelerinizle kavrayıp akıllarınızla tam bir şekilde anladığınızı sandığınızda bu düşünceleriniz size iade edilir. Çünkü bu tür düşünceler, sizin uydurduğunuz ve sizin gibi sonradan olma, masnu ve muhdes şeylerdir”
Tevhidin bir vecd ve duygu işi olduğunu ise şu anlatımda görmek mümkündür; “Kulun kalben vecd ile Allah ile kaim olduğunun bilmesi üzerinde hakkın idari tasarrufu ile kudret ahkamının cari bulunduğunu kavraması, tevhid deryasında nefsinden fanî olması, hislerinin gitmesiyle Halik’tan olan isteklerinde yine Hakk ile kaim olduğunu anlaması ve yaratılmadan önceki haline dönmesidir. Bir başka ifade ile kulun üzerinde ilahi ahkamın ve Rabbani iradenin cari olmasıdır. ”
Tasavvufta “tevhid” anlayışı zaman zaman fena kavramı ile de ifade edilmiştir. Tevhid: Hakikat hükmü gereği olan fena ile Hakk’ın dışındaki her şeyden fani ve sadece Hakk ile baki, olmaktır. Yani kulun fena bulması, Hakk’a tazim ve O’nu zikirle nefsinden ve kalbinden fani olması demektir. Çünkü gerçek tevhid akılları şaşkına çevirip dehşete düşüren şeydir. Böyle bir tevhide eren kişi, kalbinde azamet ve heybeti ilahiyye ile vecde ermiş ve bu sûretle dehşet ve hayret içre kalmıştır. Ancak Allah’ın ayaklarını kaymaktan koruduğu kimseler hayret ve dehşetten kurtulur.
Ebû Said Harraz vecd ile ilm-i tevhide ererek tahkik erbabından olanların ilk makamının kalplerden eşya ile ilgili hatıraların fani olup yalnız Allah duygusunun baki kalması olduğunu belirtir. Yine ona göre tevhidin ilk alameti kulun her şeyden geçerek bütün eşyayı gerçek sahip ve mütevellisine bırakmasıdır. Kalpten eşyanın izinin fani olması, ve zikri ilahinin kalb üzerine galebe çalması, sûretiyle kalpten masivanın gidip yerini zikr-i ilahinin alması demektir. Her şeyden geçmenin manası kulun kendine bir şey izafe etmeden, eşyayı kendisi ile değil, Allah ile kaim görmesidir.
Şibli adamın birisine ‘Beşeri tevhidde misin, yoksa ilahî tevhidde mi?” diye sormuş. Adam: “Aralarında fark var mı?” diye sorunca Şibli; “Evet, tevhidin beşeri olanı ceza korkusuyla olur, ilahi olanı ise tazim duygusuyla” diye karşılık vermiş.
Ebûl-Abbas b. Ata der ki: Gerçek tevhidin alameti, tevhidi unutacak seviyeye ermektir. Tevhidin doğrusu “Vahid” ile kaim olmaktır. İbn Ata bu sözleriyle kulun her şeyin Hakk ile kaim olduğu duygusuna erip tevhidini görmemesi gerektiğini anlatmaktadır.
Bu tür bir tevhid fikri, kalbin manevi seyri sırasında meydana gelir. Kaynağı ibadetlerin çokluğu ve Hakk’a yönelişin yoğunluğudur. Mücahede, dünyaya rağbeti terk, zikre devam gibi sebeblerle kalbde sevgi ve aşk meydana gelir. Kalb masivadan arınarak Hakk’ın esma, sıfat ve zilal nurlarına ayna olur. Nitekim hadîs-i kudside:
“Kulum Bana nafilelerle yaklaşır. Ta ki Ben onu severim. Ben onu sevince de onun görmesi, işitmesi, yürümesi, tutması Ben olurum. Kul, Benimle görür, Benimle işitir, Benimle yürür, Benimle tutar” (Buharı, Rikak 38) buyurulduğu şekilde kul, bütün fiillerin Hakk’ın fiilleri olduğunu idrak etmeye başlar. Çünkü bu alemde fâil-i mutlak Allah’tır. Bütün fiilleri hali, perdeyi kaldırıp bu gerçeği görmeyi sağlar.
Böylece tevhid ilkesi bir duygu ve vecd olarak hayatın her safhasına girmiş olur.