Altınoluk Dergisi, 1996 – Subat, Sayı: 120, Sayfa: 031
Tevessül, bir şeyi veya bir şahsı Allah için aracı ve vasıta kılmak, şefaatçi ve vesile edinmektir. İbnü’1-Esir, Ezan duasında geçen “el-Vesile” kavramı’nı izah ederken “Allah’a yakınlığa vesile, cennette bir menzil veya kıyamette şefaat gibi anlamlarla” değerlendirmiştir.(1) Kur’an’da iki yerde “vesile” kelimesi geçmektedir. Bunlardan ilki Maide süresindedir:
“Ey îman edenler, Allah’dan korkun; O’na yaklaşmaya vesîle arayın ve O’nun yolunda mücahede edin ki felaha erebilesiniz.”(2) Diğeri ise İsra Süresi’ndedir: “O yalvardıkları da onların Allah’a en yakın olanları da Rablarına yaklaşmak için “vesile” ararlar.”(3) Ayet-i kerîmelerin ilkinde önce iman, ardından O’na yakınlığa vesile ve onun ardından mücahede emderilmektedir. İkincisinde inanmayanların tanrı edinip yalvardıklarının da Allah’a yakınlık için “vesile” aradığına işaret olunmaktadır. Bu iki ayetle “vesile”nin meşruiyyeti ortaya çıkmaktadır. Ancak vesilenin nasıl, ne şekilde ve kimlerden olacağı meselesi hep tartışılmıştır. Amellerin yakınlığa vesile olduğu, hatta amelle tevessüle Hak Teala’dan, talepte bulunabileceği, kaynaklarda “mağara” hadisi olarak zikredilen rivayette anlatılmaktadır:
İslam’dan önce yolculuğa çıkan ve gecelemek üzere bir mağaraya giren, orada bulundukları sırada sel suları ile gelen bir kaya tarafından kapısı kapanarak mahsur kalan üç arkadaşın durumu, buna örnektir. Bu üç arkadaştan her biri yaptıkları bir ameli arzederek Cenab-ı Hakk’tan mağaranın kapısının açılmasını taleb etmişler ve herbirinin duasıyla kapı biraz açılmış ve nihayet sonuncuda kapı tamamıyla açılıp kurtulmuşlardır(4). İşte bu olay, amelle tevessülün cevazına dair sünnetten bir örnektir. Şu üç olay da yine sünnetten şahıslarla tevessülün cevazına delilidir.
1) Hz. Ömer (r.a.) Peygamberimizin amcası Hz. Abbas ile tevessül ederek: “Ya Rabbi, kuraklık içinde kalınca Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik. Bize yağmur verirdin, şimdi de O’nun amcası ile tevessül ediyoruz. Bizi suya kavuştur.” derdi ve yağmur yağardı.(5)
2) Gözleri kapanan biri, Peygamberimiz’e gelerek: “Ya Rasûlullah, gözlerim kapandı: Benim için Allah’a dua buyur.” dedi. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Abdest al, iki rekat namaz kıl, sonra da şöyle de: “Allah’ım Peygamberin Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah’ım onun, hakkımdaki şefatını kabul buyur.” Bunun ardından Hz. Peygamber (s.a.) şunları ilave etti: “Bir ihtiyacın olduğunda hep aynısını yap.” Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır.(6)
3) “Allah Resûlü, fakir muhacirler hürmetine müslümanlara zafer ve yardım ihsan etmesini Allah’dan dilerdi.”(7)
Bu Hadis-i Şerifler, Allah’ın sevdiği kullarını vesile edinmenin; yani onlara tevessül ile Allah’tan birşeyler istemenin, caiz olduğunu göstermektedir.
Bu duruma göre tevessül, ya ibadet ve amellerle olur, ya da Hz. Peygamberi, velî ve salih kişileri vesile kılarak olur. Amellerin Hakk’a yakınlığının vesile, Allah’ın rızasına ermeye vasıta olduğunda şüphe yoktur. Hz. Peygamber (s.a.)’i vesile almanın cevazı, kendi ifadeleriyle sabit olan şefaat yetkisi de ikinci hadis-i şeriften ortaya çıkmaktadır. Salih kişilerin vesile ittihazı ise, ilk hadis-i şerife dayanılarak genellikle kabul edilen görüştür. Nitekim vesile ayetinin tefsirinde Bursalı, İ. Hakkı bu görüşlere işaret eder.(8) İhtilaflı olan ise, ölmüş kimseleri vesile edinerek yapılan tevessüldür. Sofiler, enbiya, evliya ve salih ulemanın, ahirete intikal etmiş olsalar da ruhaniyetlerine tevessül edilebileceğini kabul etmektedir. Tevessülde öncelikle hedef, Allah’a yaklaşmak, rızasına ulaşmaktır. Bir dileğin kabulü veya bir musibetin telef ve defedilmesi için, enbiya ve evliya ile salihlerin ruhaniyetlerine tevessül suretiyle Hakk Teala’dan talepte bulunmak da tevessül kapsamına girer.
Tevessül veya vesile anlayışında ibadet ve taatın çokluğu cennete girme sebebi değildir. Cennet ve kurbet, Allah’ın lütuf ve ikramıyla olur. O’nun lütfü olmadan ne Cennet ne de kurbet gerçekleşir. Bu yüzden ibadet ve amellerle taatlar vesile edilerek Hakk’tan niyazda bulunmak, O’na iltica etmek, kulu Allah’a yaklaştırdığı gibi, cennetin kapılarını da açar. Tasavvufî telakkide “benim amellerim beni kurtarır ve bana yeter ” düşüncesi yanlıştır. Çünkü ibadetler Cennetin karşılık ve bahası değil, Hak murad etmişse, ancak bahanesidir.
İstimdad
Meded dilemek, yardım istemek demektir. Her türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak mercii Allah Teala hazretleridir. Allah Teala hazretlerinden başkasından doğrudan yardım dilemek sözkonusu olamaz. Tasavvufta Hz. Pegyamber, şeyh veya benzeri maneviyat büyüklerinden istimdad, doğrudan onların şahıslarından bir taleb demek değildir. Belki onların ind-i ilahideki itibar ve derecelerinden yararlanmak için bir tevessüldür. “Meded ya şeyh”, “Meded ya Abdelkadir”, “Meded ya Gavs-ı A’zam”, “Meded ya Hazret-i Hüdâyi” gibi lafızlar ve levhalar, bu şahıslara duyulan manevî sevginin bir ifadesidir.
İnsan, beşer olmanın gereği sığınma duygusu taşır. Çocuk anne-babasına, talebe hocasına, murid şeyhine sğınmak ve yakın olmak ister. İstimdad bu sığınma duygusunun bir tezahürüdür. Vahdet-i vücud inancındaki “insan-ı kamil”, Allah ve Rasûlü’nün ahlakıyla ahlaklanmış, kemal sıfatlarıyla muttasıf ve Hakk’ın mazharı demek olduğu için, ruhanî bir tasarrufa da mazhar kabul edilir. “Mazhar kabul edilir” diyoruz, çünkü gerçek tasarruf Allah’ındır. Kul veya kişi bu tasarrufun görüntüsüdür. Bu itibarla sâlik ve derviş, insan-ı kamil olarak gördüğü şeyhinden tarikat pîri veya pirlerden birinden istimdad ve istiâne ettiğinde, aslında talebini Allah’a arzetmiştir. Çünkü vahdet-i vücud inancında bütün fiiller Allah’ındır. Kudret ve kuvvet de sadece O’na aiddir. Konuya bu açıdan bakıldığında, şer’î bir tehlike söz konusu değildir. Ancak istimdad edilen kişinin bizzat kendisinde bir varlık görüp, taleb ondan olacak olursa, elbetteki caiz olmaz. Sahibini şirke düşürebilir.
İstimdadın ölü veya diriden olması, onlara bir varlık izafe etmemek şartıyla mümkün görülmüştür. Hatta sûfîler ölüden istiâne için Kemalpaşazade’nin Şerh-i Hadis-i Erbain’inde yer verdiği: “İşlerinizde şaşkınlığa düşünce ehl-i kubûrdan yardım isteyiniz (istiâne)”(9) hadisini delil sayarlar. Bazı türbelerde yazılı bulunan bu hadisin sıhhati üzerinde tartışmaya girmeden, anlamına müteallik şunu söylemek isterim: “Ehl-i kubûr” ölüler veya ölümü düşünerek kendisini ölüm sonrasına hazırlayanlardır. İnsan dünya işine dalmaktan şaşkına dönünce, kabir ehlinin halini, ölümü ve ölüm ötesini düşünerek, kendini toparlamak ve onların halinden kendi haline bir yardım umarak, gönlünü Allah’a rabt etmek durumundadır. Ölüm rabıtası veya tefekkür-i mevt, insanı dünya lezzetlerine aldanmaktan belli ölçüde korur. Bu yüzden hadis-i şerifte “Dünya lezzetlerini unutturan ölümü çokça düşününüz “(10) buyurulmuştur.
Bazı tarîkatlarda, zikir sırasında sâlikin, şeyhinin kalbinden kendi gönlüne bir feyzin aktığını düşünerek istimdad etmesi de söz konusudur. Nitekim Nakşbendî şeyhlerinden Nurullah Bahai, zikir sırasındaki bu istimdadı şöyle anlatmaktadır: “Zikir murad eden kimse, iki dizi üzerine oturup ağzını kapatır, gözlerini yumar, bütün his ve kuvvetlerini faaliyetten men ederek, şeyhin ruhaniyetine teveccüh edip ondan istimdadda bulunur. “(11)
Dipnotlar: 1) en-Nihâye, fî faribi’l-hadis ve’l-eser, Beyrut, V, 185 , 2) el-Maide, 5/35 , 3) el-İsra, 17/57 , 4) Buharî, icar, 12, Müslim, Deavât, 101 ,5) Buharî, istiska, 15,6) Tirmizi, Deavât, 49, İbn-i Mace, İkame, 5, İbn Hanbel IV 138 , 7) Taberani, el-Mu’cemu’l-kebir, l 292 , 8) bk. Rûhu’l-Beyan, II, 388 , 9) Keşfu’l-hafâ, I. 85. (213), 10) Tirmizi, Kıyâme 26, Zühd 4, Neseî, Zühd 31, İbn Hanbel, II 293 , 11) Risale-i Bahaiyye, İstanbul 1328 s.25