Aşk ve muhabbet, tasavvufun belkemiği sayılır. Kur’ân ve sünnetin muhtevâsından haberdar olmayan bazı müellifler, aşk ve muhabbeti ruhban hayatının âdâb ve erkânından mülhem sayarlar. Oysa Kur’ân’ı tetkik edenler, onun Allah’a karşı “eşedd-i hubb”den bahsettiğini; Allah Rasûlü’nün de imanın kemâli için kul nezdinde Allah ve Rasûlü’nün en sevgili olması gerektiğini ifâde buyurduğunu görürler. Nitekim Kur’ân’da: “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok daha fazladır.” (el-Bakara, 2/165) buyrulmaktadır. Hadîs-i şeriflerde de: “Kendisinde şu üç haslet bulunan kişi imanın tadına varır. Allah ve Rasûlü kendisine her şeyden sevgili olmak, sevdiğini Allah için sevmek, buğzettiğine Allah için buğzetmek ve imandan sonra küfre düşmekten, ateşe atılmaktan korkar gibi korkmak: (Neseî, İman, 3-4; İbn Mâce Fiten, 23; İbn Hanbel, IV, 11) “Hiçbiriniz beni evlâdından babasından ve malından daha çok sevmedikçe kâmil mü’min olamaz” (Buhârî, îman, 8; Müslim, îman, 69; Neseî, îman, 19)
Aşk kelimesinin aslı “ışk”tır. Işk sarmaşık demektir. Sarmaşık nasıl sarıldığı yeri istila ederse, aşk da girdiği kalbi ve vücudu öylece istilâ ettiğinden, şiddetli sevgiye “aşk” denmiştir. Aşk lâfzı Kur’ân’da zikredilmemiş; fakat İbn Arabî’nin beyanına göre kinaye yoluyla irad buyrulmuştur. Kur’ân’daki “eşedd-i hubb”(1) âyeti buna delil sayılmıştır.
Mutasavvıflarca meşhur olan “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim, mahlûkatı yarattım.”(2) şeklindeki “kenz-i mahfî” hadisinin delâletine göre, muhabbet başlangıçta Hakk’tan zuhur etmiş ve bütün âlemin icadına sebep olmuştur. Nitekim “Allah onları, onlar da Allah’ı severler.”(3) âyetinde de muhabbetin önce Hakk’tan zuhur ettiği teyid edilmektedir. Ayrıca seyr u sülük makamlarının en yükseği olan “murâkabe-i muhabbet” te sâlik bu âyetin mânâsını düşünerek muhabbet-i ilâhiyyeye ermeye çalışır. Mutasavvıflara göre, âlemler içinde aşka yabancı bir zerre bile yoktur. Âlemdeki “incizâb” (çekim) kanunu da bir muhabbet ve sevgi eseridir. Fakat her yaratığın aşkı kendi istidad ve kabiliyetine göredir.
Nefse galebe çalmak için en kestirme yol, aşk yoludur. Bununla birlikte ancak yaşayanın ve tadanın bilebileceği, ama aslâ tarif edemeyeceği bir manevî zevk ve hazz halidir. Nitekim kendisine “Aşk nedir?” diye sorulan Hz. Mevlâna’nın: “Ben ol da bil.” cevabı bunu anlatmaktadır. Hakikî aşk insan rûhunun “rûh-ı mutlaka” iştiyâkıdır. Aşk öyle bir ateştir ki, bir parladı mı mâşuktan başka her şeyi yakar.
Mutasavvıflar aşkı, “mecâzî” ve “hakikî” olmak üzere iki türde incelerler.
Mecâzi aşk: Geçici suretlerden birini sevmektir. Şehvetsiz, ilâhî ve hakikî aşka götüren bir köprü olmak şartıyla, böyle bir aşk da hoş karşılanmıştır. Nitekim “Tertemiz bir aşkla birine tutulan ve bu aşkını açıklamaya bile cesaret edemeden bu sevgiyle ölen, şehid olarak ölmüş sayılır.”(4) hadisi buna delil sayılmıştır. Herkeste hakikî aşka kabiliyet olmayabilir. Bu yüzden mecâzî aşk, hakikî aşk için bir temrin niteliği taşır. Ancak güzelliği ve ondan kaynaklanan aşkı, ilâhî kaynağa bağlamasını bilmeyenlerin aşkı, tabiî aşktır. Meşrû sınırlar içinde kalması şartıyla bu da caizdir. Mecâzî aşkın tabiî olandan farkı, erdirici bir özelliğe sahip olmasıdır.
Hakikî aşk: Mutlak varlığı; yani Allah’ı sevmektir. Hakk’tan başka her şeyden geçmektir. Hakikî aşka eren kendinden geçmiş, fenâ fillaha ermiştir.
Sûfîler aşkın temelini “muhabbet” olarak görürler. Muhabbet insan gönlünün zevk aldığı şeye meyletmesi demektir. İnsanın meyil ve sevgisine etki eden dört sebep vardır:
a. İnsanın ilk sevdiği şey kendi zâtıdır. Buna bağlı olarak insan, âzâların selâmetini, mal, evlâd, akraba ve dostlarını da sever.
b. İnsanı sevgiye hazırlayan bir sebep de “İhsan”dır. Çünkü insan, ihsanın kölesidir. İnsan kendisine faydası dokunmasa bile, ihsan ile şöhret bulanları da sever.
c. Eşyayı, onlarda bulunan hüsn ve cemâl sebebiyle sevmek ve onlarda tecelli eden hüsn-i mutlaka yönelmek
d. Varlıklar arasındaki münasebet ve benzerlik de sevgi sebebidir. İnsan, ilâhî asıldan gelmiş, rûh-ı mutlaka bağlı bir ilâhînefha oluşundan, asıl menşeine ilgi ve sevgi duyar “Allah’ın insanı Rahman suretinde yarattığını”(5) bildiren hadis ile “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanma” telâkkisi bunu teyid eder. Allah’ın Âdem’i kendi sûretinde yaratması demek, zuhûru sûretin de yaratması demektir. Yâni Allah Teâlâ insanı yaratmakla kendi sıfat-ı ilâhiyesini onda izhar etmiş, kendi sıfatlarını onda tecellî ettirmiştir. Her ne kadar diğer varlıklarda da tecellî eden Allah’ın sıfatları ise de insan kâinâtın gözde varlığı olduğu için ondan bütün sıfatların zuhuru söz konusudur. Bu yüzden insana “mazhar-ı tâm” denilmiştir
Allah sevgisinin kalbe yerleşmesini sağlamanın iki yolu vardır
a) Nefsin başka şeylere meyil ve arzularını azaltarak gönülden mâsivâ sevgisini çıkarmak. Bu da genellikle riyâzat ve mücahedeyle gerçekleşir. Kur’ân’daki; “Allah Teâlâ insanoğlunun göğsünde iki kalp yaratmamıştır “6 âyeti, gönülde iki tür sevginin bulunmayacağı ifade eder Çünkü sevginin kemali, kalbin bütün mevcudiyetiyle Allah Teâlâ’yı sevmesidir. Her seven sevdiğine bağlıdır ve insanın sevdiği ve bağlandığı şey, onun mabud tanıdığı şey haline gelebilir. Nitekim “Nefsanî hevâsını tanrı edineni görmez misin?”(6) âyetiyleTaberanî’nin rivâyet ettiği “Yeryüzünde Allah’ı en çok kızdıran put, kendisine tapılan hevâ ve hevestir “(7) hadisidir. Allah sevgisini zayıflatan sebeplerin başında dünya sevgisi gelir.
b) İbâdet ve tâatla marifeti artırmak Marifetin insan kalbini her yönüyle tamamen kaplaması muhabbet doğurur. Bunun yolu, nafile ibâdet ve taatlarla rûhu güçlendirmektir. Bu yolla elde edilen muhabbet, toprağı temizledikten sonra tohum ekmeğe benzer. Nitekim Kur’ân’daki “Allah nasıl bir temsil yaptı görmedin mi? Hoş bir kelimeyi (yani tevhid kelimesini) kökü yerde, dalları ve budakları gökte olan hoş bir ağaca benzetti”(8) âyeti iman tohumunun, ibâdet, tâat ve ahlâk ile kol-budak salıp meyve vereceğini bildirmektedir.
Sâliki muhabbet ummanına gark eden şeyler vermek, bağışlamak, güzellik, kemâl ve fazîlettir. Bu sıfatların kemâli de ancak Allah’da mevcuddur. Bu yüzden gerçek muhabbet ve sevgiye lâyık olan sadece O’dur. Sâlikin Allah sevgisine erebilmesi için şunlara dikkat etmesi öğütlenmiştir:
1 Allah’ın sevgisini tevlîd için zikre devam.
2 Allah’ın ni’met ve ihsânını tefekkür.
3. Allah dostlarıyla olan irtibâtı kavi tutmak.
4 Allah’ın emirlerine tam itâat, çünkü itâat ve ittibâ sevgi doğurur.
5 Allah’dan muhabbet talebiyle duâ etmek.
İnsanda muhabbetin neş’et etmesi amel ve ilgiye bağlıdır Meselâ bir adamın yanına her gün devamlı olarak gidip gelen kimsenin gönlünde onun sevgisi oluşmaya başlar. Bu sevgi azar azar kendini gösterir. Gidip gelme arttıkça sevgi de sağlamlaşır. Allah sevgisinin doğması da amel-i sâlihe bağlıdır. Amelin sâlih olması için niyyetin hâlis, himmetin de teksif olması gerekir. Hâlis olmayan ve içinde huşû bulunmayan ameller sâlih olmadığı için sevgi de doğurmaz.
Kur’ân’da insana yüklenen bir emanetten bahsedilmekte ve bunu dağların, taşların ve gök yüzünün yüklenmekten imtinâ ettiği belirtilmektedir. İnsanı emâneti yüklenmeye sevkeden imandaki aşk istidâdıdır. Çünkü insan, Allah’a olan müşâbeheti ve O’nun mazhar oluşu sebebiyle O’na aşıktır. Âşık da mâşukunun buyruğuna koşarak ve hesap yapmadan gider, düşünmeden kendini Rabbına sunar.
Âlemde ve insanda bulunan her cemâl ve kemâl, Rabbın cemâl ve kemâlinden bir gölgedir. Bu yüzden güzelliklerin büyülediği her insan Allah’ın muhıbbi sayılır. Bunu şöyle bir örnekle açıklamak mümkün. Duvarda güneşin aydınlık ve ziyâsını gören bir adamın bundan hoşlanması sadece aydınlığı sevmesi değil, o ziyâyı veren güneşi sevmesidir. Duvardaki mazhar duvarın değil, güneşin mazhar, olduğuna göre kulun bu aydınlığa tutkusu güneşe tutku sayılır. Bu âlemdeki güzelliklere meftûn olmak aslında o güzelliklerin sâhibine “hüsn-i mutlaka” âid bir tutkudur. Aradaki hâil ve perdeleri kaldırıp O’nu aramak gerekmektedir.
Şeyh Tehânevi, İrzâül-Hakk isimli eserinde “aşkı tefviz-ı umûr” olarak görür ve şunları söyler. Aşkın hakikati Hakk’a tefvîz-ı umûr etmekten başka bir şey değildir, Tefviz dediğimiz şey ister teşrii, ister tekvini her sûrette Allah’ın bize istediğini yapması ve dilediği şekilde râzı olması için nefislerimizi ona teslim etmemizdir. Gerçek tefviz budur.(8)
DİPNOTLAR: 1) el -Bakara, 2/165, 2) Keşful-hafâ, II ,132 (2016), 3) el-Mâide 5/54, 4) Keşfül-hafâ II, 262 (2538), 5) el Furkan, 25/43, 6) Ebû Hâcer Bisyûnî, Mevsûa et-râfi’l-hadis, l, 40, 7) İbrahim, 14/24, 8) bk Abdulbari Nedvi, Tasavvuf ve Hayat, Mustafa Ateş. İstanbul 196, s. 150