Altınoluk Dergisi, 1995 – Agustos, Sayı: 114, Sayfa: 032
“Veli – evliya ve velayet”, Kur’an kavramlarıdır. Kur’an dilbilimcisi Rağıb el-Isfahanî’nin verdiği bilgilere göre bu kavramlar, şu anlamlara gelmektedir: “Velî”, dost, yakın ve bu yakınlık sebebiyle dostunun işini gören, demektir. Kur’an’da hem “mü’minlerin Allah’ın dostu”(el-A’raf, 7/196); hem de “Allah’ın mü’minlerin dostu” (Alüimran, 3/68) olduğunu belirten ayet-i kerimeler vardır. Bazı ayetlerde mü’minlerle kafirler arasında bir velayet ve dostluğun olmaması gerektiği (Al-i imran, 3/28); bununla birlikte mü’minlerin birbirlerinin dostu (velisi) bulunduğu vurgulanmaktadır. (et-Tevbe, 9/71) “Velayet”; başarı, zafer, dostluk ve bir başkasının işini üstlenmek ve yönetmek anlamları taşımaktadır. Velî’nin çoğulu olan “evliya” kavramı da genellikle Allah dostları hakkında kullanılır bir tabirdir. (bk.el-Müfredat, Mısır 1970, s. 837)
Aynı anlamları korunarak hadislerde de kullanılan bu kavramlar, tasavvufta önemli bir yer tutar. Hatta denilebilir ki tasavvufun ana ilkelerinden biri, insanları nübüvvet ikliminde “velayet” rayihalarıyla sermest edip vuslat menziline erdirmektir. Bir başka ifade ile Cibril hadisinde “ihsan” kelimesiyle anlatılan “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk” bilincine ermek ve böyle bir ilahî itmi’nan ile donanmaktır. Bir kudsî hadis vardır ki, velayetin şartlarını ve özelliklerini göstermesi bakımından ilgi çekicidir: “Kim benim bir veli kuluma düşmanlık ederse ben ona harb ilan ederim. Kulum bana kendisi üzerine farz kıldığım şeylerden daha hoş birşeyle yaklaşamaz. Kulumun bana olan yakınlığı nafilelerle devam eder. Hatta Ben, onu severim. Ben onu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden birşey isterse veririm. Benden kendisini birşeyden korumamı dilerse onu korurum… (bk. Buhari, Rikak, 38)
Bu ayet ve hadislerin aydınlığında velîlerin “inanan, takvaya eren, farz amellerle birlikte nafilelere de devam eden Allah dostları” olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu itibarla inanan ve mü’min sıfatını kazanan herkesin veli olması gerektiği düşüncesinden hareketle velayet, iki kategoride mütala edilir olmuştur: Velayet-i amme ve velayet-i hassa.
Velayet-i amme: Şeriatın farz ve vacib derecesindeki emirlerini eda etmek için gayret ve çaba sarfetmektir. Bu her mükellifin boynunun borcu olan bir sorumluluk olmakla birlikte bunu yerine getiren kimseler de velayet kapsamı içinde mütalaa edilmiştir.
Velayet-i hassa: Farz ve vacip olan amelleri tam olarak yerine getirmeye çalışmakla birlikte, Kur’an’ın zikir ve tefekkür konusundaki emirlerine sarılarak, ayakta, oturarak ve yanları üzere yattıklarında bile zikir ve fikir uyanıklığına ermiş, murakabeden gafil olmayan, bütün ibadetlerinde “ihsan” seviyesine ulaşmış kişilerin halidir. Kurb ve huzur hali bu makamdadır. Nitekim Ebu Ali Cürcanî velîyi şöyle tanımlar:
“Velî kendi halinden fanî ve Hakk’ı müşahedede bakî olan kimsedir. O kendi halinden haber vermez, Hakk’ın gayrıyla karar kılmaz.”
Ayet ve hadislerin Işığında velayet makamına ermek isteyen kişiye genellikle şu üç şey tavsiye edilmiştir:
1.Sağlam bir inanç ve tam bir teslimiyyet,
2. Farzları yerine getirip yasaklardan sakınmak,.
3.Farzları müteakip nafilelelere devam.
Emir ve yasaklar, zahirî ve batınî olmak üzere iki türlüdür. Zahiri emirler namaz, oruç, hac, zekat, ve benzerleridir. Zahirî yasaklar içki, kumar, zina gibi şeylerdir. Batinî farz ve emirler ise ihlas, sidk, emanet, tevbe, sabır ve istikamettir. Batinî yasak ve haramlar da riya, sû-i zann, gıybet, nemime türü şeylerdir.
Nafile; farz ve vacib olan ibadetlerin, farz ve vacib ölçüsünden fazla olarak yapılmasıdır. Nafileler; namaz, oruç, hacc, zekat, zikir ve salat ü selam ile teşbih türü ibadetlerden olur. Nafile bir de “atıyye” ve “zıyadelik” anlamı taşır. İbn Arabî el-Fütühatü’l-Mekkiyye’sinde: “Nafilelere devamda Allah sevgisi naslaşmıştır. “Nefi” ziyade demektir. Sen vücüdda; varlıkta ziyadesin. Çünkü sen ma’dum (yok) iken Hakk Teala mevcuddu. Sen vücüd-i hadis ile mevcüd oldun. Sen vücüd-ı Hakk’ta nafile (ziyade) olmakla sana nafile meşru kılındı” demektedir Nafile ibadetlerin farz, vacib veya sünnet nevin’den bir misli olmalıdır, değilse bid’at olur.
Hayırlıların, ya da Allah dostlarının kimler olduğu kendisinden sorulan Allah Rasulünün “Görüldüklerinde yüzlerinin size Allah’ı hatırlattığı kimselerdir” (İbn Mace, Zühd, 4) buyurması belki velileri tanımada objektif bir kıstas da veriyor. Bununla birlikte herkesin insanlar hakkındaki değerlendirme ve yargısı kendi ruh haleti ile alakalı olduğundan bu hüküm bir bakıma sübjektiftir. Bu yüzden bir velinin veli olduğunu bilip bilemeyeceği konusu hep tartışılmıştır.
Bazıları insanın kendisinin veli olduğunu bilemeyeceğini, çünkü itibarın hüsn-i hatimeye bağlı bulunduğunu söylerler. Kimse son nefesinin ne olacağını bilemeyeceğine göre, veli olup olmadığını da bilemez
Diğer bir görüş ise bir kimsenin veli olduğunu bilmesinin mümkün olduğu düşüncesidir. Ashabdan “aşere-i mübeşşere” buna delildir. Çünkü ashab-ı kiramdan olan bu on sahabî, hayatlarında Allah Rasûlu tarafından cennetlik olmakla müjdelenmişlerdir. Onlar hayatlarında bunu bilebildiklerine göre daha sonraki nesillerin de kendilerinin veli olduğunu bilmeleri doğaldır.
Bu görüşe rağmen genelde kabul edilen, kişinin velayetinin sır olduğu düşüncesidir. Bu yüzden tasavvufta “rıcalül-gayb denilen “bilinmeyen erenler” ilkesi vardır. Salikin gönülden beğenip kendine ittiba ettiği mürşidini, velî görmesi en azından onun şeyhi hakkında hüsn-i zannı olarak değerlendirilmelidir, ki bunun şer’î hiçbir mahzuru yoktur. Ayrıca bu düşünce salike şeyhine daha gönülden bağlanma ve onun irşadından yararlanma yolunu açar. Burada en nazik nokta, salik kendi şeyhine “velî” gözüyle bakarken başkalarının şeyhleri hakkında hoş olmayan ifade kullanmaktan sakınmalıdır. Çünkü herkesin gözünde kendi şeyhi, kamil ve mükemmeldir.
Velayetin şartı bazılarının zann ve iddia ettikleri gibi keramet ve keşif gibi bir takım olağanüstülükler değil, Kur’an ve sünnete ittiba ve istikamettir. Çünkü en büyük keramet, sünnete ittiba ile nefse muhalefettir. Keramet konusunu bir sonraki makalede işlemek istediğim için burada ona girmek istemiyorum. Ancak her velînin kerameti vardır, fakat bu keramet kevnî olan keramet değildir her zaman, istikamettir ve iktida-yı sünnettir.
“Nebîler ma’sum, velîler mahfuzdur” ibaresi de tasavvuf kaynaklarında sıkça rastlanan bir ifadedir. Peygamberlerin Allah’ın murakabe ve kontrolü altında olduğunda şüphe yoktur. Ancak velîlerin mahfuz oluşu ne demektir? Bunun anlamı, “veli günahta ısrardan korunmuştur,” demektir Çünkü nefsinin isteklerine muhalefeti kendisine şiar edinmiş ve iradesini kontrol altına almış, aklî ve kalbî melekelerini buna göre eğitmeye alışmış, gözü kainata, gönlü Allah’a açık bir İnsanın içinde günah meyli’nin azalması tabiîdir. Artık böyle birisi “içindeki nefsi de müslüman olmuş” bir noktada bulunmaktadır. Tabii burada bir incelik var. Böyle bir insan hiç hata yapmaz, günah işlemez demek değildir. Öyle olsa zaten insan, insan olma özelliğini yitirmiş ve melekleşmiş olur ki Allah Teala, insanın hiç günah işlemez statüde olmasını murad etmiyor. Nitekim Hz Peygamber (s .a. ) “Siz hiç günah işlemeyen bir kavim olsaydınız Allah sizin yerinize günah işleyen ve tevbe eden bir kavim yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9) buyurmaktadır. Cennetle müjdelenmiş sahabîlerin veli oldukları muhakkak .Onların bile zaman zaman reyinde hata ettikleri ve başka sahabîler tarafından düzeltilip uyarıldıkları da tarihi bir gerçek. Hal böyle olunca velîleri mutlak olarak hiç hata etmeyen manasında “mahfuz”saymak yanlış olur. Ama onları sıradan insanlar gibi düşünmek de haksızlıktır. Bu yüzden takva ehli olma yolundaki velîler, emredilen şeylerde nafilelerden başlayarak müstehab, sünnet, vacib ve farz sınırlarını dıştan içe doğru korumaya özen gösterir. Nafilelerin sünnetleri, sünnetlerin vacibleri, vaciblerin de farzları daha sıkı koruduğunu düşünür. Yasaklar konusunda da önce mubahlarda aşırılığın kerahete, kerahette dikkatsizliğin harama düşmeye sebebiyet vereceğini hesaba katarak hareket eder. Zahir ve batınıyla bunu meleke haline getiren insan elbette daha duyarlı olduğu ve “mezleka-i akdam” (ayak kayması)na fırsat verecek yerlerden uzak durduğu için “mahfuz” sayılmıştır. İnsanı bu “hıfz” duygusuna yaklaştıran şey, zikir sonucu insanda meydana gelen “maiyyet-i ilahiyye” duygusu ve “ihsan” şuurudur. Allah’ı görüyormuşçasına yaşamaya çalışan veya Allah tarafından görüldüğünü zikir sayesinde hayatının temel esası haline getiren kişide bu tür tezahürün bulunması tabiidir.
Sufilerin nübüvvetin mirası gibi gördükleri “velayet” konusu baştan beri dikkatleri çekmiştir. İlk devir sufilerinden olan Hakim Tirmizî’den başlayarak pekçok sufî, bu konuda söz söylemiş, eser telif etmiştir.İbn Arabî de Hakîm Tirmizî’nin görüşlerinden yola çıkarak eserlerinde bu konuya yer vermiştir. Nihayet İmam Şevkanî Velayetullah ve’t Tarik İleyha (Mısır ts. mşr. ibrahim Hilal ) adlı eserinde zahir uleması ile sufi görüşlerin arasında orta bir yol bulmaya çalışmıştır.