Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Âyin ve Semâ

Altınoluk Dergisi, 1995 – Mart, Sayı: 109, Sayfa: 032

Tasavvuf ve tarikatlarda “toplu zikir” genel olarak “âyin” veya “semâ” adıyla anılır. Ayin kavramı, adından başlayarak icrası sırasındaki hareket ve ritimlerden, kullanılan mûsikî aletlerine kadar zaman zaman çeşitli tenkid ve tartışmalara konu edilmiştir.

“Âyin” Farsça bir kelime olup merasim, adet, tören ve şölen gibi anlamlar ifade etmektedir. Hıristiyanlık ve Musevî mabedlerinde yapılan ibadet törenlerine de “âyin” veya “âyin-i ruhanî” gibi isimler verilmesinden bu kelime, sanki orada taşıdığı anlamı bizim kültürümüzde de taşıyormuş gibi “İslâm’da âyin yoktur” yargısıyla karşılanmaktadır. Oysa böyle bir genelleme yanlış olur. Eğer hıristiyan ve mûsevilerin mabedlerindeki ibadetleri için “âyin” değil de “ibadet” kelimesi kullanılmış olsaydı, biz bu sefer bu kaideye göre “İslâm’da ibadet yoktur” mu diyecektik? Önemli olan kelimeler değil, taşıdıkları anlamlardır. Öyleyse bizim kültürümüzde âyin ve semâ kelimeleri neyi ifade ediyor önce ona bakalım.

Bu iki kelimeden “semâ” kavramının kullanılışı “âyin” kavramından çok daha kadîmdir. Semâ, işitmek ve dinlemek anlamına bir kelime iken bilahare musikî nağmesi ve ilahî dinlemek anlamına, zamanla da mûsikî ve mûsikî sırasında yapılan ritmik hareketler, manasına kullanılır olmuştur.

İlk devir sûfileri, meclislerinde Kur’an’dan sonra güzel seslilerden Allah ve Peygamber sevgisini anlatan, ahiret ve ölüm konularını işleyen manzûm ve mensûr parçalar dinlerlerdi. Nağmeyle okunan bu parçalar mecliste bulunanlar üzerinde etki eder, vecd ve coşku meydana getirirdi. Bu tür toplantılara da semâ meclisi adı verilirdi. İlk semâ meclislrinin ilk süfilerden Seriyy Sakati, Zünnûn Mısrî ve Cüneyd Bağdadî tarafından kurulduğu bilinmektedir. Hatta bunlardan Cüneyd’e göre zikir “Elest bezmi”ni; “Kalû bela alemi” ni hatırlamak, semâ da bizzat “Elestü bi-rabbikum” hitabını işitmektir.

Cüneyd ve Zünnûn ilahî ve musikî dinlemek anlamındaki semâı üç dereceye ayırırlar: Avamın, zahidlerin ve havassın semâı. İlahî neşveden haberi olmayan avam için semâ haram, riyazet ve mücahede ehli olan zahidlere mubah, kalplerin ihyası için ariflerin yaptığı semâ ise müstahsendir.

Başlangıçta ilahî dinlemek ve bunun sonucu vecde ermek şeklinde anlaşılan semâ, zamanla vecd ve coşku ile meydana gelen sayha ve naraların yanısıra birtakım ritmik hareketleri de beraberinde getirince birden bire tartışmalı bir konu haline geliverdi. İlk devir tasavvuf klasiklerinin hemen hepsinde “semâ” konusuna yer verilmiştir. Kendisinden önceki tartışmaları da inceleyen Gazzalî bu konuda ortayolu bulmaya çalışarak şunları söylemektedir: “Semâ, eğer insanda behîmi arzuları; aşağı duyguları uyandırırsa yasak, bediî heyecanları ve ulvi duyguları harekete geçirirse mubahtır.”

Gazzali’nin ifadelerinden de anlaşıldığı gibi tartışmaya konu olan, toplu zikrin yapıldığı meclislerdeki semâ, yani musikî unsurudur. Yoksa doğrudan doğruya toplu halde yapılan zikre karşı çıkılması sözkonusu olmasa gerektir? Nitekim saadet çağında ashabın toplu zikir halkası teşkil ettiklerini gösteren rivayetler vardır. Nitekim Ebû Saîd el-Hudri’den gelen bir rivayette Allah Rasûlü birgün halka teşkil etmiş bulunan bir topluluğun yanına vardı. Onlara niçin böyle oturduklarını sordu. Onlar da: “Kendilerine başta İslâm olmak üzere pekçok nimetler veren Allah’ı zikretmek için bir araya geldiklerini” anlattılar. Peygamberimiz tekrar “Siz gerçekten sadece Allah’ı zikretmek üzre mi toplandınız?” diye sorunca sahabiler: “Vallahi sadece bu maksadla bir araya geldik” diye yemin ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a. ) “Sizi itham ettiğim için üstelemedim. Cebrail bana: “Allah’ın sizinle meleklerine iftihar ettiğini” haber verince ben de sizin ne ile meşgul olduğunuzu tam olarak anlamak istedim” buyurdu. (bk Müslim, Zikir, Hadis 2701)

Tasavvuf kaynaklarında nakledilen bir başka toplu zikir uygulaması da şöyledir. Şeddad b. Evs rivayet etmiştir. Hz Peygamber ile beraberdik. Bize sordu: Aranızda yabancı (garib); yani ehl-i kitaptan bir kimse var mı?” Biz de “Hayır” dedik. Sonra bize kapıyı kapatmamızı emretti ve şöyle dedi. “Ellerinizi kaldırın ve Lailahe illallah deyin, “Ellerimizi kaldırdık ve Lailahe ilallah dedik. Sonra Hz Peygamber “Allah’a hamd olsun. Ya Rabbi, sen beni bu kelime ile gönderdin, bana bunu emrettin ve onda bana cenneti vaad ettin. Sen vaadinden dönmezsin.” dedi. Sonra da şöyle buyurdu: “Sevinmez misiniz? Zira Allah hepinizi affetti.” (bk. Ahmed Rifaî, el-Burhanül-Müeyyed s. 67 ve ibn Hanbel, IV, 124)

Mutasavvıfların bir kısmı toplu zikri cemaatle kılınan namaza benzeterek ferdî zikirden daha etkili görmüşlerdir? Nitekim Gazzali de ferdi zikir ile toplu zikri, bir müezzinin okuduğu ezanla birçok müezzinin okuduğu ezana benzeterek şunları söylemektedir: “Pek çok müezzinin sesi nasıl birtek müezzinin sesinden daha etkili oluyor ve insanı heva ve isteklerinden soyutluyorsa, toplu zikir de insandaki kesafet bulutlarını dağılarak kalın perdeleri inceltir.”

Toplu zikrin etkisini ifade edenlerin haklılığı şuradan belli ki insan, psikolojisi gereği etkileşime açık bir varlıktır. Kitle psikolojisinde hakim olan havanın duyguları yönlendirebilecek bir güçte olduğu bugün artık biliniyor. Musikisinin de etkisiyle bu tesiri daha da artırmak mümkün. Çünkü musikîde insanları hatta bütün canlıları etkileyici özellikler vardır. “Musikî aşıkın aşkını, fasıkın fıskını artırır.” Sözü boşuna söylenmiş bir söz değildir. Bugün pop şarkıcılarının stadyumları dolduran yüzbinleri tek bir tempoyla yerinden hoplatması, kedi gibi miyavlatıp kendi ritmine eşlik ettirmesi, musikînin bu gücünü göstermektedir. Aynı kalabalıklar, aslında bir “tevhid” veya “lafza-i celal” zikri ritmiyle harekete geçirmek de mümkündür. Nitekim bunu yapan tarikat çevreleri de vardır. İnsanda ritmik hareketlere, özellikle güzel ses ve musikî eşliğindeki ritmik hareketlere iştirak arzusu fıtrîdir. İşte mutasavvıflar insandaki bu fıtrî meyli, meşru olmayan, lafız ve tavırlardan uzaklaştırıp meşru lafızlarla, belli zikir isimleriyle ney, kudüm ve bendir gibi bazı musikî aletleriyle meşru zeminlere çekmişlerdir. Adeta insandaki oyun meylini, eğlence arzusunu bile bir bakıma meşru bir atmosferde tutmuşlardır. Nasıl savaş meydanlarındaki mehterin zurna ve davulu, mücahidlerin cihad aşkını tahrik edip ölüm korkusunu unutturuyorsa, tasavvufî âyin ve semâ ile de insan behimi meylini bedîiyyata, süfli arzularını ulviyyata tahvil etmektedir. Bu yüzden bu tür toplu zikir merasimlerine ibadet denmemiş, âyin adı verilmiştir. Camide değil de, camiden ayrı ve daha hususi mekanlar olan tekke, dergah ve benzeri yerlerde yapılması uygun görülmüştür. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra onların yerine açılan halk evlerinin, aslında tekkelerin ne kadar önemli bir fonksiyon icra ettiğini göstermesi bakımından ilginçtir.

Tekkelerin tasavvuf müsikisi eşliğindeki zikir ve duygu ortamı, insanın yorgunluğunu almakta ve psikolojik gerilimini rahatlatarak ruhi bir itmînan sağlamaktaydı. Tekkelerde haftalık olarak icra olunan toplu zikir merasimleri; yani tarîkat âyinleri her dergahta ayrı gün ve zamanda yapılırdı. Hatta dergahlar âyin günlerine göre “pazar tekkeleri” ve “cuma tekkeleri” gibi adlarla anılırdı.

“İcra-yı zikrullah” denilen tarîkat âyin ve toplu zikirleri, yapılış şekillerine göre ayrı ayrı isimlerle anılırdı. Nitekim Mevlevî âyinine semâ,Kadirîlerinkine devran, Rifaî ve Sadilerinkine zikr-i kıyam, Halvetilerinkine darb-ı esma, Nakşbendilerinkine Hatm-i hacegan,Yesevîlerinkine zikr-i erre, Celvetilerinkine nısf-ı kıyam Şazililerinkine hadra adı verilirdi.

Mevlânâ Celaleddin Rumî, semânın aşıkların gıdası olduğunu, onda Canan ile buluşup birleşmenin latif bir hayali bulunduğunu; semâ yapan kimselerin semâ anında mîdesini boş tutmasını; zîra neyin içi boş ve saf olduğundan açıkça inlediğini, söyler. Mevlevî semâı yapan semâzenler, hafî olarak içlerinden tevhid ve lafzai celal zikriyle meşguldür. Diğer tarikatlarda da toplu zikir genellikle cehrî olduğu halde Mevlevilerde hafîdir.

Semâ Allah için ve Allah ile olan ruhla yapılır, nefsle değil. Nefsle zikredip semâ edenler, hakikî zakirler değildir. Abdülkadir Geylanî, semâın kalb ve ruhla yapılması gerektiğini söyler. Sühreverdî ise semâı diri bir kalp, ölü bir nefs ile dinlemek gerektiğini, kalbi ölü, nefsi diri olanın semâının caiz olmadığını belirtir. Semâ ve âyinde, zakir, Mezkür’da fanî olmalıdır. Mezkur’da fanî olan zakir, manevî zevke erer.

Semâ meclisi için arif bir mürşidin emin ve muhlis bir zakirbaşının bulunması gerekir. Zakirbaşı zikri idare ederken, mürşid feyzi ve manevî hazzı dağıtır.

Tasavvuf klasikleri olarak bilinen eserlerin hemen hepsinde semâ için ayrı bir bölüm açılmış ve semâın hükmü tartışılmıştır. Son devir Halidî meşayıhının bir kısmı dışında semâ ve musîkî konusuna tasavvuf çevrelerinde gericilikle sıcak bakılmıştır. Osmanlılar zamanında padişahların zikir, semâ ve âyin meclislerine iştiraki ve meşîhat makamının raksa varmayan semâ ve âyine ruhsat vermesi ilgi çekicidir. Camilerin dışında tekkelerin inşa edilmesinin sebeplerinden biri de, camilere girmesine iyi gözle bakılmayan musikî aletleriyle semâ ve zikir meclislerini tekke ortamında daha rahat icra edebilmektir.