Altınoluk Dergisi, 1994 – Eylul, Sayı: 103, Sayfa: 032
Bütün ilahî dinlerin yegane amacı, insanlar için dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamaktır. Bunun yolu, Hakk’a kulluk ile halka; yani Hakk’ın yarattıklarına iyi davranmaktan geçer. Bu yüzden Sevgili Peygamberimiz (s.a.): “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta‘, Hüsü’1-hulk, 8) buyurarak nübüvvetin esasının “güzel ahlak” temeline dayalı bir sistem inşa etmek olduğunu ifade etmiştir. Kur’an-ı Kerim O’nun hakkında: “Sen yüce bir ahlak üzeresin” (el-Kalem, 68/4) buyurmaktadır. Yüce dinimizin güzel ahlaka verdiği önemi anlamak için Kur’an ayetlerine ve Hz. Peygamber’in hayatına şöyle bir göz atmak yeterlidir.
Ahlak: “Güzel huy ve davranışların insanda herhangi bir zorlamaya gerek kalmadan “meleke” halinde yerleşmesi” diye tanımlanmaktadır. Tasavvuf ilminin gayesi ise “ahlak-ı mahmudeyi celb, ahlak-ı mezmumeyi defdir”; yani kötü sıfatlardan arınmak ve iyi huylarla bezenmektir. Bu ise bir tezkiye, terbiye, tehzîb ve eğitim işidir. Bazı mutasavvıflar, güzel ahlaka verdiği öneme bakarak tasavvufu “güzel ahlak” şeklinde tanımlamışlardır. Bu tariflerden bazıları şöyledir:
Ebu Muhammed Cerîrî (ö. 311)923):
“Tasavvuf, her güzel huyu benimsemek ve her kötü huydan sıyrılmaktır.”
Ebu Bekir Kettanî (ö. 322/933): ‘Tasavvuf ahlaktır. Ahlakî açıdan senden üstün olan safa ve manevî temizlik açısından da üstündür.”
Ebu Muhammed Murtaış (ö. 328/939): “Tasavvuf güzel ahlaktır.” Tasavvufun konusu ‘Tahalluk ve tahakkuktur.” Tahalluk, tasavvufun nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi tarzındaki eğitim boyutu, tahakkuk ise manevî yükselişten sonraki ledünnî esrara erişme şeklindeki “keşfi bilgi” boyutudur. Tahalluk, İslam ahlakını öğrenip benimsemek demek olduğuna göre tasavvuf ile ahlak ilmi içiçedir. Tasavvuf ıstılahları incelendiğinde özellikle “makamat” olarak ifade edilen kavramların sabır, şükür, rıza ve kanaat gibi ahlaki umdeleri ihtiva ettiği görülür.
Kur’an’daki esasları hayatına geçirerek bir bakıma canlı Kur’an haline gelen Hz. Peygamber’in ahlakı hakkında Hz. Aişe’nin şu sözü calib-i dikkattir:
“O’nun ahlakı Kur’an’dı.” (Müslim, Misafirin, 139)
Hadis, siret ve şemail kitaplarında O’nun güzel ahlakını anlatan özel bölümler bulunmaktadır. Bu kaynaklar incelendiğinde Hz. Peygamber’in nefsi için asla kızmadığı, intikam almaya kalkışmadığı görülecektir. İnsanları en iyi tanıyanlar yakın çevrelerinde bulunanlardır. Onun yakın çevresinde yer alan eşleri, çocukları, dostları ve diğer yakınları onun ahlakî güzelliklerini anlata anlata bitirememektedir. Kendisine on yıl hizmet ederek yakın çevresinde bulunan Hz. Enes: “On yıl boyunca ona hizmet ettim. Bu süre içinde bana asla kızmadığı gibi, hiçbir işten dolayı azarlamadı. Yapmadığım işler için “Niçin yapmadın?” diye sormadı.” şeklinde konuşmaktadır. O rahmet peygamberiydi. Bu yüzden Uhud günü yanağı yarılıp dişi kırıldığında kendisinden beddua etmesi istenmiş, o şu karşılığı vermişti: “Ben lanetçi olarak gönderilmedim. Ben ancak davetçi ve alemlere rahmet olarak gönderildim.” (Müslim. Biri, 87)
Güzel ahlakın terbiye ve eğitime bağlı bir olay olduğunu daha önce belirtmiştik. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) de “kendi güzel ahlakının Rabbının te’dib ve terbiyesinin eseri olduğunu” ifade buyurmaktadır. Ahlak eğitiminde nazarî bilgilerden çok uygulamaya ve bir örnek şahsiyete (üsve-i hasene) ihtiyaç vardır. Peygamber veya peygamber vekili ilim ve irfan ehli kişilerden olan örnek şahsiyetten güzel haller yansıyarak insana güzel ahlak sirayet eder. Nitekim Gazalî’nin “Haller saridir, kalpler de sarık; yani hırsız” sözü bu anlamda söylenmiştir. Tasavvufun hal ilmi oluşu, hallerin bulaşıcılığını gösterir. Bu yüzden iyilerle beraber olmak iyiliği, kötülerle beraberlik kötülüğü sirayet ettirir.
Ahlak, örnek şahsiyetin müşahede ve etki alanı içinde belli bir tezkiye ve tehzîb ile yerleşir. İnsan nefsindeki kötü huy ve sıfatlarla, onların etkilerinin izalesi için yapılan mücahede ve riyazat, ahlakî tezkiye ve arınmanın unsurlarıdır. “En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir” (Keşfu’1-hafa, I, 143 (412) Beyhakî’den)hadisinde anlatılan nefs, kötülüklerin kaynağıdır. Nitekim Kur’an’daki: “Nefs, kötülüğü çok emredicidir.” (Yunus, 12/53) ayeti bunu göstermektedir. Nefsin kötü sıfatlarından arınanın kurtuluşa ereceği Kur’an’ın haber verdiği gerçeklerdendir. (bk. el-A’la, 87/14; eş-Şems, 91/9)
Nefsin şehvet ve gadab kuvvetinin insanı hak çizgisinden sapmaya zorlayacak boyutunun eğitimi, mutasavvıflarca Kur’an ve sünnetten alınan hükümlerle sistemleştirilmiş ve bu suretle bir ahlak eğitim sistemi geliştirilmiştir. “Seyru sülük” adı verilen bu sistem, ruhi, ahlakî ve manevî yükselişin adıdır aynı zamanda. Konuya ahlak-tasavvuf ilişkisi açısından bakıldığında “tasavvuf ahlakın uygulamasıdır” denilebilir. Ahlak bir fikrî disiplin ve iyi huyları tanıtan bir ilim dalı ise, tasavvuf bunun uygulamasını gösteren bir pratiktir. Bu yüzden tasavvuf “amelî ahlak” olarak da adlandırılmıştır.
Ahlakın düşünce bazındaki sistemi, felsefenin bir şubesidir. Hatta buna “Felsefî Ahlak”da denilebilir. Bu manada Yunan filozoflarından beri Batı’da söz söyleyen pekçok mütefekkir yetişmiştir. Ancak İslam dünyasında ahlak genellikle amelî ahlak olarak anlaşılmış ve bu da daha çok tasavvufun ilgi alanı içinde mütalaa edilmiştir. insandaki kötü sıfatların ıslah ve terbiyesi için kullanılan mücahede ve riyazat metotları genellikle Kur’an ve sünnet verilerine dayandırılmış ve ferdî eğitim, ahlaki yükseliş o yolla sağlanmaya çalışılmıştır. Tasavvuf ricalinin mücahede ve riyazat ile ilgili uygulamaları hakkında kısaca sunacağımız bilgiler konuya ışık tutacaktır:
Riyazat, nefsin ve tenin arzularım terk ederek, ya da en aza indirerek ibadetle meşgul olmaktır. Mücahede, nefsanî ve şeytanî güçlerle dövüşmektir. Mücahedeyi sağlayan ve riyazatı tamamlayan bir takım unsurlar vardır. Onlar da az yemek, az uyumak, az konuşmak ve halvet yani halktan belli bir süre uzaklaşmaktır. Mücahedenin yardımcı unsurları diyebileceğimiz bu esasların hepsinin Kur’an ve sünnetten delilleri vardır.
Az yeme konusunda Kur’an:
“Davarlar gibi çok yemeyi kafirlerin sıfatı” (bk. Muhammed, 47/12) sayarken Peygamberimiz: “Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır” (Tirmizî. Zühd, 48; İbni Hanbel. IV, 132) “Ademoğluna belini doğrultacak birkaç lokmacık yeter.” buyurmaktadır.
Az uyuma konusunda Kur’an’da: “Geceleri pek az uyurlar, seherlerde istiğfar ederler” (ez-Zariyat, 51/l 7-18): “Yanları yatak yüzü görmez, korku ve ümid içinde Rablarına yalvarıp dua ederler.” (es-Secde, 32/16)buyrulur. Hadiste ise “Namazların en faziletlisi, geceleyin kılınan teheccüd namazıdır” buyrularak gece uykusu azaltılıp teheccüde devam tavsiye olunmaktadır.
Az konuşma ve sükut konusunda Kur’an’da: “Ben Rahman olan Allah’a söz verdim. Bugün hiçbir kimseyle kesinlikle birşey konuşmayacağım.” (Meryem, 19/26) “Senin alametin üç gün süreyle insanlarla sadece işaretle konuşmandır. (Meryem, 19/10) buyrulur. Hadislerde ise:
“Susmasını bilen kurtulmuştur.” “Allah’a ve ahiret gününe inanan ya hayır söylesin, ya da sussun.'” “İki ayağı ile iki dudağı arasını garanti edene ben de cenneti garanti ederim.” şeklinde pek çok emir ve tavsiyeler bulunmaktadır.
Halvet; yani bir süre halktan uzaklaşma tasavvufta erbain, çile gibi adlarla da anılır. Bunun Kur’an’dan delili Musa (a.s.)’nın kırk gün süre ile Tur-i Sina’daki halvetidir. Bu olay Kur’an’da şöyle anlatılır: “Musa ile otuz gece bana yalnız başına ibadet etmesi için sözleştik. Ve bu otuz geceye on gece daha kattık.” (el-A’raf, 7/142) Hz. Peygamber’in hayatındaki halvet ise peygamberliğine tekaddüm eden aylardaki Hira dağındaki yalnızlığı ile her ramazan yaptığı itikaflardır.
Hz. Peygamber, nübüvvetten önceki halvet ve yalnızlığı sırasında dış dünya ile irtibatını kestiğinden ruhen yükselmiş ve vahy-i ilahîyi telakki edebilecek olgunluğa ermiştir.
Hadislerde geçen “Kırk gün süreyle Allah için ihlasla amel eden kimsenin kalbinden diline doğru hikmet pınarları akar” (bk. Keşfu’1-hafa, II, 224 Ebu Nuaym ve diğerlerinden) rivayeti halvet konusunda sufilerin bir başka delilidir.
Sünnî tasavvufu sistematize eden Gazalî, İslam ahlak ilminin de kurucusu sayıldığına göre, tasavvuf-ahlak ilişkisi daha açık bir biçimde ortaya çıkmakta ve İslamî ilimler içinde tasavvufun “olmazsa olmaz” konumu ortaya konmaktadır.
Ahlak, örnek şahsiyetin müşahede ve etki alanı içinde belli bir tezkiye ve tehzîb ile yerleşir, insan nefsindeki kötü huy ve sıfatlarla, onların etkilerinin izalesi için yapılan mücahede ve riyazat, ahlakî tezkiye ve arınmanın unsurlarıdır. “En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.”