Altınoluk Dergisi, 1994 – Agustos, Sayı: 102, Sayfa: 033
Tasavvuf kelimesi etrafında meydana getirilen tartışma zemini zaman zaman haksız ithamlara kadar vardırılmıştır. Özellikle kelimenin Hicrî II. Asrın ortalarından sonra kullanılmaya başlanan “muhdes” bir kelime olması, tasavvufun muhteviyatını da hedef olmaktan kurtaramamıştır. Bu yüzden bazı tasavvuf erbabı, kelimelerden çok muhteva üzerinde durmak zarüretinden hareketle tasavvuf kelimesinin kullanımında ısrar edilmemesi gereğini vurgulamaktadır. Nitekim çağdaş müelliflerden Ebu’l-Hasen Ali en-Nedvî,Rabbaniyye La-Rahbaniyye adlı eserinde bu fikri işlemektedir. “Eğer tartışma tasavvuf kelimesinden kaynaklanıyor ve bu kelimenin Kur an ve sünnette geçmeyen bir kelime olduğu öne sürülerek karşı çıkılıyorsa, biz o zaman bunda ısrar yerine bu ilme “Rabbanilik” veya “ihsan” gibi Kitap ve sünnette geçen ve muhtevaları tasavvuf demek olan kavramları kullanalım” diyor. Biz bu yazımızda bu noktadan hareketle tasavvufun konusunu teşkil eden “Rabbanîlik” ve “ihsan” konusunu işlemek istiyoruz.
Rabbanilik veya Ribbîlik “Allah adamlığı” veya “Allah erliği” demek olup Âl-i îmran süresinde anlatılan bir konudur:
1- “Kitabı okutup öğrettiğinize göre içi dışına uygun rabbanî alimler olunuz” (Âl-i İmran, 3/79) Rabbanî alim, ilmi kendisine yarar sağlayan, nefsini dünya ziynetinden, mal ve evlad fitnesinden ve şehvet ihtirasından koruyabilen kimse, demektir. Bunun aksi ise ilmi kendisine yarar sağlamayan alimdir. Allah Rasûlü böylelerinin en çok azaba uğrayanlar olacağını bildirmiştir.
2- “Nice peygamberler vardı ki beraberinde bir çok “ribbiler” (Allah erleri) bulunduğu halde savaştılar da bunlar,
Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler. Allah onlara dünya nimetini ve ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah muhsinleri (ihsan ehlini) sever. (Â-li İmran, 3/146,148)
Bu iki ayette Kur’an rabbanileri ve ribbileri överek anlatıyor. Rabbanî ve ribbî, dünyayı ve dünya hayatına aid hazz ve lezzetleri küçümseyen, gece gündüz demeden Allah yolunda mücadele veren, iç ve dış düşmanlarıyla dövüşen, her zaman Allah ile beraber olan kimselerdir. Dünyanın fanî zevklerine aldanıp ilahî zevkleri onlarla değişmeyen, kula kulluktan ve nefse kulluktan kurtulan kişilerdir. Allah Teala bizden bu alemde kendisinden başka hiçbir tanrıya kulluk etmememizi, (bk. el-İsra, 17/23) nefsimizi ve isteklerimizi tanrılaştırmamamızı (bk. el-Casiye, 45/23) istemektedir. Bu da gönülden Hakk’a teslim olmakla mümkündür. Ancak İslâm’daki Rabbanîlik ile Hıristiyanlardaki ruhbanilik arasında fark vardır. Rabbanilik Allah erliğidir, ama ruhbanilikte olduğu gibi dünya hayatından büsbütün kopuk, evlenmek başta olmak üzere bütün dünya nimetlerinden istifadeyi yasaklayan bir anlayış değildir. Aksine dünya nimetlerinden meşru ölçülerde yararlanmayı, fakat bunların ardı sıra koşmamayı emreder. Kuran Hıristiyan’ların uydurdukları ruhbanlığa şu ayetle karşı çıkar. “İsa’nın yolunda gidenlerin uydurduklar) ruhbanlığı biz yazmadık, yani biz emretmedik. Onlar bunu Allah rızasını kazanmak için yaptılar fakat buna da gereği gibi uymadılar.” (el-Hadîd, 57/27) Hz. Peygamberin “Ben ruhbanlıkla emrolunmadım.” (Darimî, Nikah, 3) Bize ruhbanlık yazılmadı.” (İbn Hanbel, VI, 226) hadisleri İslâm’da bu ayetin işaret buyurduğu manada manastır hayatı yaşayan bir ruhban ve din adamı sınıfının bulunmadığını belirtir.
Rabbanilik, Rabb ile kavî olmak daima Hakk ile bulunmak demek olduğundan Rabbaniler tasavvufî ifadesiyle Hakk’a rabt-ı kalb etmiş insanlardır. Nitekim bazı süfiler tasavvufu tarif ederken şu ifadeleri kullanmaktadır. Ebû Muhammed Ruveym (Ö.303/915):
“Tasavvuf, nefsi Allah ile birlikte murad-ı ilahiye bırakmaktır: Ebû Ali Ruzbari (Ö.322/933): “Tasavvuf, kovulsa bile kişinin Sevgili’ nin kapısında diz çöküp beklemesidir.” İbn Hafif: “Takdîr-i ilahî’ye sabır, Allah’tan gelene rıza ile çöller ve yollar aşmaktır.” der.
Rabbanileri anlatan ikinci ayet-i kerimede ihsan ile rabbanilik arasında ilgi kurulmakta ve rabbanilerin sıfatları sayılıp dünya ve ahirette kendilerine verilecek nimetler anlatıldıktan sonra “Allah ihsan ehlini sever” buyurularak adeta ihsan ehli ile rabbaniler özdeşleştirilmektedir.
“İhsan” kelimesi, bu kökten ism-i fail vezniyle birlikte Kur’an’da yaklaşık elli üç yerde geçmektedir. Lügatte harf-i cersiz kullanıldığında “iyi ve güzel yapmak”, “ila” harf-i cerri ile kullanıldığında ise “iyilik yapmak” anlamınadır. Ancak hadîs ve tasavvufta “ihsan”, çok daha özel bir anlam kazanmış ve Cibril hadisi olarak bilinen hadis ile İslâm ve îman kavramlarıyla birlikte literatüre geçmiştir. Cibril hadisinde geçen İslâm fıkıh ilminin; îman kelam ve akaid ilminin konusu olduğu gibi, ihsan da tasavvuf ilminin konusunu teşkil etmiştir. Çünkü hadiste İslâm, İslâm’ın beş esası ile, îman da îmanın altı şartı ile tanımlanmıştır. İhsan ise “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu göremiyorsan da O’nun seni gördüğünü düşünerek kullukta bulunmandır. (Buharî, İman, 37; Müslim, îman,l)
Bu “İslâm, iman ve ihsan” sıralaması da aslında bir bakıma dış dünyamızdan iç dünyamıza doğru bir nüfuz ve tedriç ifade etmektedir.
İslâm, dînin organlara ait tarafı ve dille ikrardan ibaret kısmıdır, iman ise kalbe ait bir olay olup inancın gönle yerleşerek iç dünyamızı aydınlatmasıdır. Kuranda İslâm ve îman, ya da müslim ve mü’min kavramları bir arada geçtiğinde İslâm ve müslim kelimeleri, îman ve mü’min kelimelerinden önce gelmektedir, (bk. el-Ahzab, 33/35) Bu durum îmanın dıştan içe doğru belli bir yoğunluk ve ruh hali ile gelişip yerleştiğini göstermektedir. Nitekim Hucurat süresinde “îman ettik” diyen köylü Araplara Kur’an şu dersi vermektedir:
“Sen onlara de ki: Siz henüz îman etmediniz, ama bari İslâm olduk deyin; çünkü henüz îman kalplerinize yerleşmedi.” (el-Hucurat, 49/4)
“Kişi mümin olduğu halde zina etmez, hırsızlık yapmaz, içki içmez” (İbn Mace, Fiten, 3) mealindeki hadis de bir bakıma bu ayeti teyit etmekte ve büyük günah işleyen kimselerin Müslümanlık dairesinden çıkmamakla birlikte îman açsından tehlikeli bir duruma düştüklerine dikkat çekmektedir.
İhsan, müşahede yoluyla Hakk’a vuslat, O’na varmak ve O’nunla olmaktır. İhsan, müminlerin ulaşmak için ciddi bir gayretle çalıştıkları yakinî bir keyfiyet ve vicdan huzurudur, îhsana ermiş kul “Nereye yönelirseniz Allah’ın yüzü (zatı ve kıblesi) oradadır. (el-Bakara, 2/115) ayetinin sırrına yükselmiş olduğundan haramdan sakınmada ve farzların îfasında şuur haline ermiş demektir.
“İhsanın tezahürü olan vuslat, cem’ ve maiyyet duygusu, Buharî’nin rivayet ettiği bir hadîs-i kudsîde şöyle ifadesini bulmuştur. “Benim veli kuluma düşmanlık edene ben harb ilan ederim. Kulum bana üzerine farz kıldığım şeylerden daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kulum farzlardan sonra nafilelerle yaklaşmaya devam ederse ben onu severim. Ben onu sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, düşünen aklı ve konuşan dili olurum. Böyle bir kulun istediğini hemen veririm, Bana sığınınca onu korurum.(Buharî, Rikak, 37) Kulun Allah ile işitmesi, görmesi bir tür vuslattır. Allah ile cem’dir. Allah kullarının fiilinin halikı olması sebebiyle bütün kullarına aynı yakınlıktadır. Ancak Allah ile kul arasında bir masiva perdesi vardır ki bu, kulun ipek böceği gibi, kendi kendine ördüğü bir perdedir. Öyle bir perde ki insanı Halikından uzaklaştıran kendi nefsine mahkum eden bir perde. İnsan ancak ibadet, taat ve kulluk şuuruyla bu perdeyi inceltip kendisinin sahip ve mutasarrıfının Allah olduğu bilincine varabilir. İşte bu eriş, yok olan bir şeyi ortaya koymak değil, aksine var olan ama perdeli bulunan bir şeyin perdesini aralayıp ihsan şuuruyla olaylara ve aleme bakmaktır.
Aslında herşeyin faili Allah Teala olduğu halde insan dünya ve masiva perdesiyle perdeli olduğundan bu gerçeği göremiyor ve fiilleri geçici suretlere hamlediyor. Fakat bu kudsi hadiste anlatıldığı gibi, ibadetlerle vuslata erenler veya kullukta ihsan şuurunu yakalayanlar bu sırrı kavrama bahtiyarlığına erişmektedirler. Tasavvufun ulaştırmak istediği tevhîd anlayışı budur. İbadet sonucu meydana gelen aşk ve sevgi ile kulun Allah’a varması, maddi ve zatî bir birleşme; yani “hulul ve ittihad” değil, manevî bir vusuldür. Bunun başlangıcı kesbî, nihayeti ise vehbîdir.
Hadîs ve tasavvufta “ihsan”,in yeri bu şekilde ortaya çıktıktan sonra Kur’an’daki ihsan kavramlarını bu özel manasıyla anlamak, daha derin bir ufuk ortaya koymaktadır. Mesela: “Dinde öncülük vasfını taşıyanlar (sabikun)muhacirlerle ensar ve ihsan duygusuyla onlara uyanlardır. Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır: (et-Tevbe, 9/100) ayetindeki ihsanı: “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk duygusuna eren vuslat ehli kişiler” olarak anlamak daha uygun düşmektedir. Ayeti böyle algıladığımız zaman bu ayette anlatılanların rabbaniler olduğu ortaya çıkar ve ihsan ile rabbanilik ilişkisi de anlaşılmış olur.
Tasavvuf kelimesine takılanlar ve onu idhal mal gibi görenler tasavvufun incelediği ve gerçekleştirmeye çalıştığı ihsan ve rabbanilik gibi ruhî konular karşısında hakkı teslime mecburdurlar. Çünkü bunlar İslâm’ın vazgeçilmez esaslarıdır. Bunlarsız İslâm düşünülemez.