Altınoluk Dergisi, 1994 – Temmuz, Sayı: 101, Sayfa: 032
Bilmek, anlamak ve kavramak anlamına gelen fıkıh kelimesi, İslam’ın ilk devirlerinde genel olarak “mutlak ilim” anlamında kullanılmıştır. Çünkü henüz İslami ilimler bağımsız hale gelmemişti. Nitekim İmam-ı Azam fıkhı, kişinin nefsinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi şeklinde tanımlamakta ve Fıkh-ı Ekber tabiriyle akaid ve tevhid ilmini kastetmektedir. Aynı yüzyıllarda el-Fıkhu’l vicdanî veya Fıkh-ı batın, ya da İlmu’l-kulüb adıyla anılan ilim ise tasavvuf ilmidir. Sadece fıkıh veya fıkh-ı zahir ise ibadet, muamelat ve cezalara aid şer’î hükümleri ve amellerin organlara aid zahirî kısmını inceleyen ilmin adı oldu. Bu yüzden fıkıh ile tasavvuf, gerek doğuşu, gerekse gelişmesi açısından yakın bir ilişki içindedir. Nitekim fakihler, namaz, oruç, hacc gibi ibadetlerle; nikah, talak, ticaret ve kısas gibi muamelatı inceleyip hükümlerini tedvin ederken, mutasavvıflar zühd, takva, huşu ve ihlas gibi batınî ahkamı canlı örnekler halinde halka sunmaya gayret göstermişler ve fukahanın kendi konuları dışında gördükleri meseleleri incelemişlerdir. Zahirî fıkhın üstadları, şeriatın zahirî ahkamını şer’i delillerinden istinbat ettiği gibi, sufiler de kalb ve iç aleme (batın) hükümleri öylece delillerinden istinbat etmişlerdir. Fıkhın dışardan incelediği konuları tasavvuf içerden anlamak ve anlatmak istemiştir. Nasıl ibadetlerin zahîrî bir şekli var ve bunlarla ilgili hükümler fıkıh ilminin konusunu teşkil ediyorsa, huzur-ı kalb, huzü ve huşünun da öyle bir batinî şartı vardır ki o da tasavvufun konusunu teşkil eder. Bedenin zahirî olan fiil ve hareketlerinde iyilik ve kötülüğe meyletmesi, kalbin salah ve fesadına bağlıdır. Çünkü kalpteki salah ve fesad, vücudun her tarafına tesir eder.
Tasavvuf, suretten çok sîrete, kalıptan ziyade kalbe, zahirden çok batına önem veren bir ilimdir. Bu yüzden süfilerden bazıları tasavvufu bu kalıplar içinde tanımlamak istemişlerdir.
Cüneyd Bağdadî: “Zahirine özen gösteren bir süfi görürsen bilesin ki onun batını haraptır.”
Zünnün Mısrî: “Süfî konuştuğu haline uygun söz söyleyen kimsedir. O kendinde bulunmayan bir şeyden bahsetmez. Dilini tutup konuşmayacak olursa muamelesi halinin tercümanı olur, haliyle dünyadan kat’-ı alaka ettiğini anlatır.”
Ebü Muhammed Murtaiş: “Süfî, himmeti adımını geçmeyendir.” Yani zahiri ve batını dengeli olan, olduğundan fazla görünmeyendir. Tasavvuf bir batın ilmidir. İnsanın bir maddî ve bir de manevî yapısının olması dînî hükümlerle dînî ilimlerin de zahirî ve batınî tarafının bulunması sonucunu doğurmuştur. İnsanın dış organlarından sadır olan fiillerle, iç dünyasından ve batınından sadır olan fiiller birbirinden farklıdır.
Bütün amel ve ibadetlerin zahiri organlara aid bir kısmı bulunduğu gibi, batın ve kalbe aid tarafı da bulunmaktadır ki, ibadetleri ibadet yapan, amelleri salih kılan bu noktadır. Mesela namazı ele alacak olursak, namazın dış organlara aid kıyam, kıraat, rukü ve sücüd gibi bir takım zahirî farzları bulunduğu gibi, huşu ve ihlas gibi kalbe ait farzları da bulunmaktadır.
Namazın huşu ve ihlas ile riyadan uzak olarak kılınması bir batinî farzdır ve önemi zahirî farzlardan geri değildir. Çünkü “Namaz insanı her türlü kötülük ve münkerden alıkoyar” (el-Ankebüt, 29/45) ayetinin sırrının tecelli etmesi, namazın zahirî farzlarından başka batinî farzların da yerine getirilmesine bağlıdır. Nitekim “Namazlarını huşu ile kılan mü’minler kurtuluşa erdi” (el-Mü’minûn, 23/1-2) ayeti buna işaret etmektedir.
“Beni anmak ; zihninden çıkarmamak (zikir) için namaz kıl!” (Taha, 20/14) ayetinde namazın asıl gayesi olan zikr-i ilahînin batinî ve daimî şekline işaret vardır.
Amel ve ibadetlerin sıhhat derecesi, amellerin icrası sırasındaki niyetlerde bulunan ihlasla alakalıdır. Bu yüzden “Ameller ancak niyetlere göredir.” buyrulmuştur. Kalpteki niyet halis olmadan yapılan amel ve ibadet, zahiren her ne kadar gerekli şartları taşısa da makbul olmaz. Ondan beklenen netice elde edilemez. Nitekim: “Namaza kalktıkları vakit, tenbel tenbel kalkarlar, ibadetleriyle insana gösteriş yaparlar. Ve Allah’ı pek az anarlar” (en-Nisa, 4/142) ayetinde anlatılan durum budur. Yine: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar, kıldıkları namazdan gafildirler.” (el-Maün, 107/4-5) ayetinde huşûdan yoksun ve ihlassız, gafletle yapılan en değerli ibadetin faydasızlığından bahsedilmektedir. Bu durum, ibadetlerin ancak kalp ölçüsüyle değerlendirilebileceğini gösterir. Nitekim bir hadiste, en makbul ibadetlerden olan “ilim, cömertlik ve muharebede öldürülme” gibi fiillerin sahiplerinin ihlastan uzak niyetleri sebebiyle cehennemi boylayacakları haber verilmektedir. (bk. Tirmizi, Zühd, 48).
Diğer ibadetler için de durum aynıdır. Nitekim oruçtan gayenin aç kalmak değil, takvaya ermek olduğunu orucun farziyetini bildiren ayet (bk. el-Bakara, 2/183) belirttiği gibi, zekat, tezkiye ve arınma demektir. Bu arınma, hem malın arınması manasında maddî, hem de sahibinin cimrilik ve benzeri kalbî marazlardan arınması anlamında manevîdir. İnfakı anlatan ayetlerde de hedef hep rıza-i Bari; dolayısıyla manevi ve kalbîdir. Nitekim “Biz sizi ancak Allah için yediririz, sizden bir teşekkür ve karşılık beklemeyiz” (el-İnsan, 76/9) buyrulmuştur.
Cihad konusunda Allah Teala’ nın “Nefslerinizle cihad ediniz” (Et Tevbe, 9/41) emrini, “canlarınızla cihada katılınız” manasında anlamak mümkün olduğu gibi, “nefislerinize karşı cihad ediniz.” şeklinde anlamak da mümkündür. Çünkü nefs engelini aşamayan, yani nefsinin karşı koyma şeklindeki tepkisini yenemeyen kimse cihada nasıl katılabilir? Bu yüzden mutasavvıflar, nefs ile mücahedeyi cihadın bir parçası saymışlar ve bu konuda: “Bugün küçük cihaddan büyük cihada; nefs ile cihada dönüyoruz.” hadisine istinad etmişlerdir.
Yine Kur’an’ daki; “Ey mü’minler, sabredin, düşmana karşı hazırlıklı olun” (Âl-i İmran, 3/200) ayetini sınırlarınızı korumak için nöbet tutun, şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi, sûfiler gibi kalbî ve tasavvufî bir yaklaşımla “İçinizdeki batinî düşman için de nöbet tutun; onu gözetim altında bulundurun ve bunun için de kalbî rabıtanız bulunsun,” şeklinde anlamak da mümkündür. Çünkü Allah Teala Zümer süresi 23. ayette, yer alan “müteşabihen” ve “mesanî” kelimeleriyle ayetlerdeki mana zenginliğini bizlere bildirmiştir. “Allah kelamın en güzelini, birbirini te’yid eden, her şeyi tekrar tekrar beyan eden bir kitap halinde indirmiştir ki, Rabb’larından korkanların bundan derileri ürperir.” (ez-Zümer, 39/23)
Mutasavvıflar, “Allah size zahir ve batın nimetlerini bol bol verir.” (Lukman, 31/20) ayetinde geçen zahirî nimetlerin dış organlara Allah’ın ihsanı olan taatlar olduğunu, batinî nimetlerin de kalpteki duygular ve manevi haller olduğunu belirtmektedirler.
Ayet ve hadisler, şeriatın emrettiği ibadet ve ahkamın bir zahir ve batın, bir ruhsat ve azimet, bir fetva ve takva cihetinin bulunduğunu ortaya koymaktadır. Takva ve ihlas, batın işi ve kalb olayı olduğuna göre, bunun öğrenilmesi ve insanlara intikali yazılı ve sözlü olarak değil, beraber bulunmak, bir arada olmak suretiyle kalbden kalbe intikal ile mümkün olacaktır. Nitekim takvanın takva ehli salih kimselerin yanında ve gözetiminde bulunmakla elde edilebileceğini gösteren şu ayet buna delildir: “Ey mü’minler, Allah’tan takva üzere sakının ve sadık kimselerle beraber bulunun” (et-Tevbe, 9/119). Ayrıca bunun tersi durumları; fasık, zalim ve kafirlerle beraber bulunmayı yasaklayan bir ayet-i kerime, bu konuda şöyle bir ölçü ortaya koymaktadır:
“Zalimler topluluğuyla oturma!” (el-En’am, 6/68) Hz. Peygamber (s.a.) “İyilerle oturup kalkan kimseyi gülyağı satanın yanında bulunana, kötülerle oturup kalkanı ise, demirci dükkanında bulunana benzetirdi. Her ikisi de bulundukları yerin güzel, ya da kötü kokusundan etkilenirler, (bk. Buhari, Zebaih, 31; Müslim, Birr, 146)
Mutasavvuflara göre ameller ve ibadetler gibi, dînî nassların da zahirî ve batinî tarafı bulunmaktadır. Ehli sünnet uleması Kur’an’ın zahirî manasından başka batınî manasının da bulunduğunda görüşbirliği halindedir. Ancak batinî manaların mahiyeti hakkında farklı farklı görüşler öne sürülmüştür. Nitekim mutasavvıflar daha önce sözünü ettiğimiz: “Allah size zahir ve batın nimetlerini bol bol ihsan eder” ayetiyle, “Kitapta terkettiğimiz hiçbirşey yoktur.” (El-En’am-6/38) Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki kitapta mevcut olmasın (el-En’am, 6/59) ayetlerim ve Hz. Peygamber (s.a.)’in “Her ayetin bir zahiri ve batını, her harfin bir haddi, her haddin bir matlaı vardır.” “Kur’an’ ın bir mecrası, fenni, zahrı ve batnı vardır. O’ nun yeni ve orijinal manaları istinbat ile bitmez. O’ nun manalarının sonuna ulaşılmaz.” (el-İtkan, II, 184) hadisini nasslarda zahir ve batın mananın varlığına delil sayarlar.