Altınoluk Dergisi, 1993 – Haziran, Sayı: 088, Sayfa: 034
Uzunca boylu, gökçek yüzlü buğday benizli, siyah sakallı, mehabet ve cemal sahibiydi Yumuşak görünüşüne rağmen heybetliydi Hz Ali’nin oğlu Muhammed b Hanefiyye neslindendi Anaları ve ataları cihetinden cedleri hep veli, ya da veli tabiatlı kimselerdi Özellikle büyük annesinin yaratık-ların teşbihim işitecek bir manevi olgunluğa sahip olduğu rivayet edilirdi
Altın Silsile’nin yirmi sekizinci halkası da Hind diyarından Adı Mirza “Şemseddin’ ve “Habibullah’ lakaplarıyla anılırdı Belki de çok arzuladığı “şehidlik” sıfatıyla Rabbına kavuştuğu için “Mazhar-ı can-ı canan” diye meşhur olmuştu.
1113/1701 yılında doğdu Küçük yaşlarında Kur’an ve İslamî ilimler tahsil etti Şeyhi Nur Muhammad Bedayünî’nin (ö 1135/1722) vefatında yirmi iki yaşlarında olduğuna bakılırsa pek genç yaşta (onsekiz yaşları civarında) tasavvuf yoluna girdiği anlaşılmış olur Şeyhinin yanında sıkı bir riyazat ve mücahede île nefs eğitiminden geçtiği anlaşılmaktadır Genç yaşta şeyhinin vefatı üzerine çağdaşı bazı şeyhlerin hizmetine girdi, kendilerinden feyz aldı Muhammed Efdal, Hafız Sa’dullah ve Muhammed Abid Sem’ani onun feyz aldıkları arasındadır Yirmi yıl sureyle hizmet ettiği bu şeyhlerin vefatından sonra oturduğu irşad makamında otuz yıldan fazla kaldı
Kendisi şöyle anlatıyor:
“Velayetin ilk derecesiyle, velayet ilim ve varidatını şeyhim Seyyid Muhammed Nur’dan aldım Yedi hakikate ve daha bir takım hallere Muhammed Abid eliyle yedi sene içinde erdim Bu arada Kadiriyye, Çeştiyye ve Sühreverdiyye tarikatı halifeliği île şereflendirildim ”
Şeyh Mirza, zühdi yaşayışı severdi Bu yüzden hiçbir zenginden dünyalık kabul etmezdi Kendisi dünyadan elini, eteğini çektiği gibi, muridlerinin de öyle olmasını arzu ederdi Etrafında kendisine hizmet etmek isteyen zengin müridleri bulunduğu halde, kendisi için ne bir tekke, ne de bir ev yaptırmıştı
Altın silsilede yer alan şeyhlere çok düşkündü Gönülden bağlıydı Özellikle imam-ı Rabbanî’yi çok severdi “Bu yolda ne bulduysam büyükleri, şeyhleri sevmede buldum derdi
Tarikat ve tasavvufu, şeriatta ihtisas gibi görür, tarikata meyli “Hak sevgisinin ağır basması’ şeklinde yorumlardı Tarikatı sadece bir zikir vasıtası görmezdi Çünkü zikir, herkese emredilen bir konuydu Kalb gözünün açılması da zikri çok yapmakla ancak mümkün olurdu Zikirden gaye zikrin manasına ermekti Daha ilerisi güzel ahlak sahibi olmak Çünkü güzel ahlak, bu ışın kaymağı mesabesinde Bu yüzden sevgili Peygamberimiz “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” (Muvatta, Hüsnü’l hulk) buyurmuştur
Nefste Kemal Aranmaz
Nefsin yönelişlerine karşı dikkatli olmak konusunda şöyle söylerdi “Tasavvufta kemale eren kimse, hayır ve kemali kendi nefsine izafe etmez Bunların hepsi emanettir ve sahibi Allah’tır Fena haline ulaşan ve muşahedeye eren kaşı, kendini yok sayar Kendinde ve nefsinde hiçliği ve yokluğu yakalayan, yokluğu nefsini tahkir ederek ifade edebilir Eğer tasavvuf ehli, dışa bakar da, varlık yanım, emanet nurlarım gördükten sonra kendi yokluğunu gözden kaçıracak olursa o zaman iddiaya düşer ve yolunu şaşırır” derdi
Şehidlik Arzusu:
Ahir ömründe Hakk’ın kendisine olan in’am ve ihsanlarını şöyle sayardı “Artık gönlümde olmasını beklediğim bir şey kalmadı Hakk’ın sayısız nimetlerine nail oldum O beni hakiki müslü-manlık şerefine erdirdi ilimden yana nasıb verdi Hayırlı işler yapmada sadakat verdi Şeyhlik için tasarruf, keramet ve keşf bahşetti Bana nasıb olmayan zahirî anlamıyla şehidliktir Şehidlik, Hakk’a yakınlığı olan çok yüce bir makam Şeyhlerimizden çoğu şehadet şerbetini içerek göçtüler Ben ise çok acizim, cihada gücüm yetmez Bu yüzden bu ihtiyar halimde şehidliğe erme ihtimalim, görünür şartlara göre çok uzak “Allah Teala, sonunda onun çok arzuladığı bu şehidlik şerefini ayağına getirdi Duasını kabul buyurdu ve onu şehidler mertebesine ulaştırdı 7 Muharrem 1195 (2 Ocak 1781) yılında şeyhin kapışı çalındı Hizmetine bakan derviş kapıya baktı ve gelenlerin ziyaretçi olduğunu haber verdi Oysa ki bu ziyaretçiler Moğol mecusileriydi ve şeyhi öldürmeye gelmişlerdi.
İçlerinden biri sordu:
Şeyh Mirza sen misin? O da:
Evet, cevabını verince soruyu soran Moğol mecusisi hançerini çekti ve Hz Mirza’nın kalbine yakın bir yere sapladı Şeyhimiz o bıçak darbesiyle yere düştü Öldüğünü sanmışlardı Saldırganlar kaçıp uzaklaştılar Durumdan haberdar olan Bahaf Han, tedavi etmesi için doktor gönderdiyse de şeyh kabul etmedi “Eğer bu olayın faili bulunacak olursa ben ona hakkımı helal ediyorum” diye de haber gönderdi
Bu olaydan sonra üç gün yaşadı Her geçen gün zayıflıyor ve dermanı kesiliyordu Nihayet üçüncü günün sabahı yanındakilere ‘Onbir vakit namazım kaldı Vücudum kan revan içinde. Başımı kaldırmaya mecalim yok Gerçi fukaha, “başını kaldıramayacak kadar takatsiz olanın kaş ve göz imasıyla namaz kılması gerekmediğini” söylemiş, ama siz ne diyorsunuz?” diye sordu Yanındakiler
– Efendimiz, fıkhî hüküm açıktır, sizin durumunuz da ortada, dediler
Öğle vakti geçtikten sonra Fatiha suresini okumaya başladı Sureyi tamamlayınca “Günün bitmesine ne kadar kaldı?” diye sordu Belli ki acısı pek derindi, dayanılmaz haldeydi “Akşama dört saat var” denilince “Demek akşama daha çok var ” dedi Akşam vakti yaklaşırken temiz ruhu, yücelikler katına uçtu
Uzun ömürlü şeyhlerdendi. Dünyayla ilgisi olmadığı için ölümden endişe duymazdı. Derdi ki: “Ölümü sevmeyene şaşıyorum. Halbuki ölüm Allah’ın huzuruna çıkmaktır. Sevgili Peygambe-rimizin ziyaretine gitmektir. Allah dostlarına erişmektir. Değerli insanlarla buluşmaktır. Ben, din büyüklerinin ziyaretine özlem çekiyorum. Hz. Muhammed Mustafa’nın, Halilurrahman İbrahim (a.s)’ın yanma gitmeyi ne kadar istiyorum…”
Ölümünden sonra büyüklerden biri şöyle bir rüya gördü:
“Kur’an’ın yansı, semaya yükseltilmiş, dinde bir gevşeme ve duraklama meydana gelmiş.” Şeyh Mirza’nın yerine irşad makamına oturan Abdullah Dehlevî bu rüyayı şeyhin şu sözüyle yorumladı: “Bizden sonra bu tarikatın yüksek makamlarına çıkış duracak, bu tarikat ehli ne kadar yükselseler hal ehli olarak velayet makamına ulaşamayacaklar. ”
Elbetteki bu yorumlar, mutlak bir anlam ifade etmiyordu. Belki de Şeyh Mirza’nın vefatından sonraki belli bir fetret dönemini anlatıyordu. Nitekim Abdullah Dehlevi ve özellikle de onun halifesi Mevlana Halid Bağdadî zamanı, tarikatın en çok semereli yıllarıdır. Belki Nakşbendîliğin tarih boyunca en geliştiği ve büyük mürşidler yetiştirdiği yıllardır.
Bakışları tesirli, sözleri etkileyiciydi. Kendisine karşı küçümseyici bir tavır içinde küstahça laflar eden bir adama şöyle bir bakması yetmişti. Adamcağız yere yığılıp sudan çıkmış balık gibi çırpınmaya başlamışta. Nefesi daralan kişi, yaptığından pişman olarak: “Ne olur, Allah için suçumu bağışlayın” diye yalvarıyordu. Şeyh Mirza, bu sefer şefkatle elini uzatıp başını sıvazlayınca adam sakinleşti ve kendine geldi.
el-Hadaîku’1-verdiyye müellifinin verdiği bilgilere göre Şeyh Mirza Mazhar-ı Can-ı canan, elli kadar halife yetiştirmiştir. Müellif bunlardan yirmi kadarı hakkında kısa bilgiler vermektedir. Bunlar içinde en liyakatlisi yerini almaya hak kazanan Abdullah Dehlevî’dir.
-rahmetullahi aleyhima-
Kaynaklar: el-Hadaiku’1-verdiyye, s. 201-209;el-Envaru’1-kudsiyye fî menakıbi’s-sadeti’n-Nakşbendiyye s. 202-210; el-imainu’s-serhindi, s. 317-319; Başbuğ Velilerden, 317 vd; Adab, 65.