Altınoluk Dergisi, 1992 – Mart, Sayı: 073, Sayfa: 044
Ahmet TAŞGETİREN – H. Kâmil YILMAZ’ dan Bağdat Notları…
Savaş sonrası Irak, dünyanın küstüğü bir ülkeydi. İslâm dünyası dahil herkes sırtını dönmüştü Irak’a. Bu yolla Irak halkı sıkıştırılacak ve Saddam yönetimini düşürmesi sağlanacaktı. Aylar geçiyordu. Irak’tan halkın sızlanışları geliyordu: Savaş yıkımının ardından ambargo yıkımını yaşayan bir İslâm toplumu vardı. “Gıdasızlık ve ilaçsızlığın özellikle çocukları vurduğu” çığlığı kapılarımızı zorluyordu. Dergi olarak Irak halkının içinde bulunduğu durumu tespit etmek için bir arkadaşımızı göndermeyi düşünüyorduk, işte o sırada Irak’tan bir davet aldık. Irak yönetimi, bir “İslâm Halk Konferansı” düzenlemiş, bunun için Türkiye’den de 15 kişilik bir grubu davet etmişti. İki kişilik bir kontenjan da Altınoluk için vardı bu grubun içinde. Önceki düşüncelerimizi gerçekleştirme imkanı verecek olan bu davete icabeti memnuniyetle kabul ettik. Gerçi zor bir yolculuk olacaktı. Önce uçakla Amman’a, oradan da karayolu ile Bağdat’a geçilecekti. Dönüş de aynı güzergahı takip ediyordu. 12 saatlik bir karayolu söz konusuydu. Yol arkadaşımız ve seyahat boyunca bize candan bir rehberlik sunan Mehmet Haydaroğlu Bey’in ısındırıcı sözleriyle, H. Kâmil Yılmaz Bey’le gözümüzü karartıp “Hadi gidelim ” dedik. Kaderde ambargoyu bir ölçüde yaşamak varmış. Yaşadık.
16 Ocak’ta yola çıktık. Davetli grupta RP’den üç milletvekilinin, Ankara İlahiyat’tan bir, Millî Gazete’den , Tavır dergisi’nden birer, Hürriyet’ten iki ve Türk-Irak Dostluk Cemiyeti’nden birkaç temsilcinin bulunduğunu uçakta öğreniyoruz. Kafileye Türkiye Gazetesi muhabiri Bağdat’ta katılıyor. Sırf gazeteci olarak…
İstanbul-Amman arası rahat bir yolculuk. Amman Havaalanı’nın protokol salonunda ılık bir çay bunu tamamlıyor. Bir İslâm ülkesinde ilk tesbitimi, çay servisi yapan Muhammed Ahmed el-lyadî isimli garsonun sözleriyle yapıyorum. Çayı sunarken Türk olduğumuzu öğrenen garsonun sözleri ilginç: “İnşaallah Türkiye ile Irak tek devlet olur.” Gözlerinin içi sevinçle hüznü bir arada sergiliyor. Babası Ürdün’lü, annesi Filistinli bu garsona bu özlemi kim verdi acaba? Ümmetin bölünmüşlüğü gerçeği ile bütünleşme özlemi arasındaki bu nostaljik hüznü Bağdat’ta daha pek çok göreceğiz. Halkta, bilim adamında ve değişik İslâm ülkelerinden konferansa gelen delegelerin konuşmalarında…
RUM KAFETERYASI
Amman havalaanında ikinci gözlem bir kafeterya’nın tabelası: Üzerinde Arap harfleriyle “Kafeteryayı Rum” yazıyor. Sahiplerinin gerçekten Rum olup olmadığını Kâmil Bey’in sorusu çözümlüyor. Evet, Bizans döneminden kalma pek çok Rum varmış bu ülkede. Daha sonra Irak’ta da 3 milyon Hristiyan bulunduğunu, Irak’ın yönetim kademelerinde Suat, Aziz, Tarık gibi isimlerle pek çok Hristiyan’ı n görev yaptığını, Bağdat sokaklarında da “Happy Cristmas” yazılı yılbaşı vitrinlerini görünce bende ötedenberi soru halinde bulunan bir konu çözülüyor: Arap dünyası zaman zaman neden Kıbrıs vs. konusunda Rum tezini destekliyor? Mısır’daki Hristiyan Kıptileri de akraba bir halk sayarsak güçlü bir Rum lobisi yaşıyor Arab aleminde…
BUZDOLABINDA YOLCULUK
Amman-Bağdat arası yolculuğumuz dev bir volvo otobüs içinde 12 saatlik buzdolabı hayatından başka bir şey değil. Gece yaptığımız bu yolculuk boyunca otobüsün kaloriferlerini yaktıramadık. Ve soğuğu içimize gömdük. Bu, Bağdat’ta önce Kâmil Bey’i, arkasından da Mehmed Ağabey’i yatağa düşürecek. İlaç arayıp, bulamayacağız. Ambargonun bir boyutunu da böylece yaşamak varmış demek ki… Taa Otel Reşid’in doktorunu keşfedinceye kadar… Otobüste bulunan Irak’lı Mihmandar’ın “Allah’tan korkmayan Bush havaalanlarımızı kullandırtmıyor” sözleri, otobüs sefaletine doğru bir gerekçe olsa da otobüsü ısıtmıyor ne yazık ki… Afrika ülkelerinden gelen delegeler de otobüsteki soğuğu bizimle paylaşıyorlar. Tanzanya, Senegal, Moritanya Nijerya’dan insanlar var…Demek ki zengin bir tanışma fırsatı olacak Konferans boyunca…
BAĞDAT AYAKTA
Savaşla ilk tanışmamız ise, Ramadiye Köprüsü’ndeki yıkımla oluyor. Herkes merakla camlara doluşuyor. Bu, yıkılan stratejik köprülerden birisi…Bir servis yolu yapılmış, oradan geçiliyor. Gece geçtiğimiz bu köprünün fotoğrafını, dönerken çekebileceğiz. İkinci savaş izi ile ise Bağdat girişinde, özel bir havaalanının yıkıntılarında karşılaşıyoruz. Sabah, hurma ağaçlarının solgunluğu sinmiş bir Bağdat’la tanışmamıza rağmen, ilerleyen günlerde birkaç yıkıntı dışında Bağdat’ta savaş, izi kalmadığını görüyoruz. İsabet alan Adalet Bakanlığı ile Yerel Yönetim Bakanlığı binası, şehrin merkezî bölgesinde, yıkılmış duvarlarıyla bu nadir savaş izlerinden biri…Köprüler, yollar, binalar onarılmış. Irak yönetimi bununla övünüyor da…Ambargoya rağmen, Bağdat’ı böylesine ayağa kaldırmak gerçekten kolay iş değil. Yolların görkemine, gece şehrin bir şehrayin havasında donanma ışıklarıyla aydınlatılmasına bakınca, Reşid Otel’in burnunun dibindeki Kongre Sarayı’nın kubbesinin bombadan çökmüş olduğunu da kolaylıkla unutabiliyorsunuz. Gece Bağdat, İstanbul yanında bir fuar şehri görünümünde…
SAVAŞ DUYGULARI
Ancak savaşın tahribatı, halkın zihninden, şehrin ayağa kalkması kadar kolay gitmiyor. “Tam 42 gün nasıl yaşadığımızı biz biliriz”diye dile getiriyor bu yıkımı bir bilim adamı. Kerkük asıllı Pedagoji öğretim üyesi Dr. Necmeddin Bey. “En çok namaz vakitlerinde vururlardı, diye ekliyor. Sabah namazı vaktinden başlarlardı. Cuma saatlerinde saldırının şiddeti artardı.” Türkçe konuşuyor. Kerkük Türkü’nün bütün cana yakınlığı ile…Necmeddin Bey’in savaş hislerinde çizilen manzarayı bir başka Kerkük Türkünün sözleri tamamlıyor. “Yedi yaşındaki oğlum Hüseyin, ses bombaları patladıkça bana sokuluyor, “Baba, ne olur üzerime kapan da bomba bana gelmesin, diye yalvarıyordu.” Evet, bir kere daha ateşin düştüğü yeri yaktığını görüyoruz. Savaş, yaşanmadan bilinmiyor.
AMBARGO
Ambargo da yaşanmadan bilinecek bir şey değil. Irak bunu yaşıyor. Irak Enformasyon Bakanı ilaç bulunamadığı için ölen çocuklar ve yaşlılar için rakamlar veriyor. Bu, ambargonun insanlık dışı boyutunun en çarpıcı yanı. Ama ambargo bundan ibaret değil. Ekonomi tıkanmış. Ülkenin tek gelir kaynağı petrol dışarı satılamayınca ülkenin parası pul olmuş. Resmî kurda üç Irak Dinarı olan dolar, karaborsada “12 Dinardan işlem görüyor. Savaş öncesi bir Dinar üç Dolar karşılığı imiş. Yıkımı düşünün. Benzin kaç para? Bir şişe su, 15 litre benzin parasına dersem, vahameti tahmin edebilirsiniz. Ya da şöyle bir hesap: Dönerken bizi Amman’a getiren minibüs, 60 litre benzin aldı ve dört Dinar ödedi. Türk parası ile 2 bin lira…Bahşiş ödemek istese daha fazlasını verebilirdi, diye düşünüyorsunuz. Benzin böylesine sebil olunca Irak ekonomisinin tıkanmasından başka yol kalır mıydı? Dükkanlarda mal olmasına rağmen halkta para yok. Yüksek dereceli bir devlet memurunun 450 dinar civarında maaş aldığını söylediler bize. Yani 225 bin lira kadar. Bununla ayın sadece bir haftası geçinilebiliyormuş. Geri kalan günleri, eskiden kalma tasarrufları kullanarak, olmazsa çaresizliği paylaşarak… Dükkanlarda mal var, dediysek, bunu da ihtiyatla karşılamak gerekli. Savaş öncesi zenginliği anlatanlara bakarsanız, şu andaki dükkanlar, bizim bir taşra kasabasındaki dükkanlardan farksız. Ambargonun bir yansımasını Abdülkadir Geylani Hazretleri”nin türbesi etrafındaki dilencilerin artmasında da müşahede etmek mümkün. Külliyenin aşevinde günde iki öğün yemek veriliyor olmasına rağmen, avlu dilencilerle dolu. Dağıtılan bir kaç portakal için, kadın, erkek, çocuk dilencilerin nasıl kapış kapış havasına girdiğini görmek gerçekten yürek burkuyor.
TÜRKİYE’YE BAKIŞ
Savaşta Türkiye’nin tavrı belli bir buruklukla anılıyor. “Bizi vuran uçaklar sizin, kardeş Türkiye’nin topraklarından kalkmamalıydı” sözlerinde bu serzenişi hissediyorsunuz. Ama o günleri unutmaya hazır Irak’lı. Şu ambargo olmasa…Türkiye’nin, böylesine uzun süre ambargoya katılmasını anlamıyor Iraklı…Yetkili yetkisiz herkes bu soruyu getirip dayıyor önünüze…”İslâm Halk Konferansı”nı düzenleyen Din işleri ve Evkaf Bakanı Fadıl Abdullah Abbas, Bağdat’a vardığımız günün akşamı Türk misafirlerle düzenlediği sohbette bunu zarif bir biçimde söyledi bize: “Keşke ambargo olmasaydı ve sizler uçakla gelseydiniz buraya. Ya da doğrudan otobüsle gelip, ambargoyu delseydiniz.” Buzdolabında 12 saatlik seyahati yaşayan bizler için bu sözler oldukça anlamlı. Bakanın İslâm dünyasına çağrısı şöyle: “Bu dönemde İslâm halklarının büyük desteğine ihtiyacımız var. Devletlerin ambargosunu halklarla aşabiliriz. Tüccarları teşvik ederek, bankaları teşvik ederek…Ambargonun hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Dinimizle de hiçbir ilgisi yoktur. İslâm ülkeleri ambargoya uymakla İslâm’ın temel ilkelerine karşı gelmektedirler. Bu ambargo çağın cinayetidir. İslâm halkları ambargoya karşı ayaklanmalı. Bu, dünyanın hangi ülkesinde olsa, ben aynı şeyi söylerdim. Özellikle komşu ülkelerin üzerindedir ambargoyu delme görevi.” Evet tüm Irak’ın mesajı bu. “Komşu ülkeler ambargoyu delmeli.” Yani Türkiye…Bunun Türkiye açısından gerekçelerini de sıralıyor Iraklılar. Soru şu: “Ambargonun size ne faydası var?” Günde Irak’a bin TIR giriyormuş. Taha Yasin Ramazan’ın Şevket Kazan’a söylediğine göre…Gerçekten de Amman’a dönerken Amman-Bağdat arasının TIR konvoyu ile dolduğunu gözlüyorsunuz. İsmail Coşar, “kısa sürede 50 TIR saydım”, diyor. Taha Yasin Ramazan “Bu TIR’lar neden Türkiye’den gelmesin? “diye soruyor Şevket Kazan’a…Irak Başbakanı bütün sınırlara emir vermiş, “mal gelsin de ne ile olursa olsun girebilecek Irak’a…”
Irak’ın Ürdün’e büyük sevgisi var. Tek kapısı o. Bu yüzden babalar çocuklarına “Ürdün’ün bu iyiliğini unutmayın” diye vasiyet ediyorlarmış. Bu yüzden Irak Ürdün’e, 45 kilometre derinliğinde bir toprak parçasını “hediye” olarak vermiş. Bu sebeple yeni Ürdün gümrügü 45 kilometre Irak içine doğru ilerlemiş… Bu da savaşın ve ambargonun bir başka boyutu.
ASLAN İLE YEDİ İNEĞİN HİKAYESİ
Bir başka boyutunu da Biri Kerküklü, diğeri Arap iki ilim adamından dinliyoruz:
“Bugün Irak halkını kuşatan tehlike unsurları, Türk halkını kuşatan tehlike unsurlarının aynısıdır. Belki Türkiye kendisini, şu anda, ABD’nin, emperyalistlerin ve Siyonistlerin tecavüzlerinden emin hissedebilir. Fakat bir gün sizi de bizim durumumuza düşürebilirler.” Bundan sonra bir hikaye anlatıyorlar: Aslan bir gün ormanda dolaşırken yedi tane inekle karşılaşır. Hepsini birden halledemeyeceğini bildiği için bir plan düşünür, ilk önce siyah renkli ineğe gider. Beyaz benekli ineği göstererek “Şu arkadaşın var ya, der, rengi beyaz benekli olduğu için taa uzaklardan gözüküyor ve yerinizi avcılara belli ediyor. Bana müsade edin de, sizi tehlikeye düşürecek bu beyaz ineği yiyeyim.” Onlar da müsade etmisler ve aslan beyaz ineği yemiş. Aynı taktikle ikinciyi, üçüncüyü derken altı ineği yemiş. Sona kalan kara inek burada ilginç bir söz söylemiş: “Ben beyaz benekli inek yenildiği anda yenildim.”
İki ilim adamı “İşte İslâm ülkelerinin durumu bu ” diyor. Aynı ilim adamları, Batı’nın İslâm ülkelerinin gelişmesini istemediğini, İsrail’in seneler önce atom bombası yapmasına ses çıkarmayanların, Irak’ın nükleer güce kavuşmasına tahammül edemediklerini belirtiyorlar. Irak’ın bu zor şartları aşacağını da belirten ilim adamlarının naklettikleri Hz. Ömer’e ait söz, duvar yazısı olacak kadar güzel: “İnsanları ne kadar köle yaparsanız yapın, analar daima hür insanlar doğuracaktır.” Bu sözde İslâm dünyasının geleceğini görmek istiyor Irak’lı ilim adamları…
Bu iki bilim adamının sözlerini, Din İşleri ve Evkaf Bakanlığı Müsteşarı, gayet güzel Türkçe konuşan, iki eseri Türkçeye çevrilen, Türk dostu, ve Konferans boyunca gösterdiği büyük alâka ile herkesin sevgisini kazanan Prof. Dr. İrfan Abdülhamid’in sözleri tamamlıyor. Diyor ki:
“1965’te Londra Kulesini ziyaret ettim. Orada bir top var. Her gelen onun üzerine çıkıyor, oturuyor. Hakaret ediyor. Dikkatle bakınca topun üzerinde “Şehadet Kelimesi ve Muhammed Fatih’in isimlerinin yazılı olduğunu hayretle okuyoruz.” Bu bir olay.
İkinci olay, Sultan Abdülhamid’in Selanik’e sürülmesi. Acaba bütün dünyada Selanik’ten başka sürülecek yer yok muydu? Bu iki olay, bir önemli meseleye ışık tutuyor: Nerede olursa olsun Batı, bir İslâmî şuur görürse onu yok etmek isteyecektir. Bizim olayımız Irak’a has bir olay değildir. Irak’ın durumunda hangi İslâm ülkesi olsa, Irak’ın karşılaştığı şeylerle karşılaşırdı. Batılılar sağlam ve uyanık İslâm’dan korkuyor.”
Halkın Türkiye ile ilgili duygularını merak ediyoruz. Taksi şoförlerine, dükkân sahiplerine dolaylı sorular soruyoruz. Halk şuurunda “Büyük bir İslâm devleti” diye iz bırakan Türkiye hâlâ seviliyor. Bu günlerin geçeceği dile getiriliyor.
MİNARESİ BAĞDAT SİLÜETİ
Biraz da Irak’ın sosyo-kültürel yapısından izlenimler sunmak gerekli. Sokaktaki insan, Türkiye’deki gibi. Batı kültür serpintilerinden nasibini almış. Anne ile kızların kıyafetleri değişmiş. Bağdat’ta minare silüetleri çok çok az. Otel odasından çektiğimiz Bağdat silüetine bir tek minare girmedi ne yazık ki…”Cami sayısı azdır. Hemen çoğu da tarihten kalma” diye açıklama yapıyor Bağdat’ı bilen birisi. Cami kapıları, namaz dışında kapalı. Türkiye’deki gibi son cemaat mahalli de olmayınca, sokak ortasında tıkanıp kalıyorsunuz bir namaz için. Biz böyle bir tıkanma halini, ikindi namazını bir dükkânda kılarak atlatabildik. Bağdat’ın kimliğine yakışmıyor bu. Bizde gecekondu muhitlerindeki cami duyarlığını Bağdat’a taşımak mı gerek, bilmem ki…
SADDAM ve SADDAM…
TV’leri üç kanal. Bir akşam namazı vakti TV’de ezan başlayınca bayağı ümitlendik. Sonra ezan duası…Ama sonrası yok. Amerikan dizileri orada da ana programlardan. Geriye kalanı da savaş, ambargo ve Saddam Hüseyin. Haberlerde, belgesellerde, hatta şarkılarda Saddam Hüseyin var. Daha sonra müşahede ediyoruz ki, her yerde Saddam Hüseyin var Irak’ta…Sokaklarda boy boy portreler. Bizdeki büst tutkusunu andırıyor. Motosiklete binen Saddam, telefon konuşan Saddam, asker Saddam, sivil Saddam…İslâm Halk Konferansı’nda da konuşmalar Saddam Hüseyin’le başlayıp bitiyor. Kâmil Bey, Saddam için söylenen sıfatları derliyor: er-Reis, es-seyyid, el-Kâid, es-Sâmid el-Mücahid fî sebilillah, râi’l-ümme, hami’l-mille…” böyle peşpeşe yedi sekiz sıfat… Konferansa katılan delegeler Saddam’ı selâmlayarak başlıyorlar söze…TV, halk gösterilerini yayınlıyor sık sık. Ellerde def, kadınlı erkekli, çocuklu, gençli, ihtiyarlı sivilli, askerli topluluklar “Ya Saddam, Ya Saddam” diye el çırpıp hopluyorlar. Yine TV’de “Hayye alel cihad…Hayye alel cihad” çağrıları.” Ya vatanî…Ya vatanî…Bağdad..Ya habibî” sesleri…çocuk sesinden, kadın sesinden… Saddam’la canlı olarak görüşmesek de her yerde onu gösterdi Irak bize.
Saddam Irak’ın “Tek adam”ı Baas da “Tek Parti”si. Bizdeki o yılları çağrıştırır bir ortam söz konusu. Baas hala Irak devlet kademelerinde yükselmenin geçer akçesi, diye söyleniyor. “Kimi insanlar kundakta Baaslı oluyormuş.” Böylece yükselme yoluna bebeklikten başlıyorlarmış. Baas sloganları hala sokaklardaki flamalarda gözlenebiliyor. Bir binanın önünde asılmış üç flamada üç söz: “Hürriyet, vahdet, iştirakiyye.” Taksi şoförüne soruyoruz: “İslâm’la iştirakiyye Irak’ta nasıl bir araya geliyor? İştirakiyye’de İslâm var mı? “ Biraz tereddütten sonra şoförün verdiği cevap ilginç: “Marksta ne kadar din varsa, İştirakiyye’de de o kadar İslâm var.” Baas’ın etkinliğini, geleceğimiz günün sabahı, otel odamızın kapılarında bulduğumuz, Mişel Eflak’ın Baas ideolojisini anlatan kitabıyla bir kere daha anlıyoruz.
IRAK ve İSLÂM
Savaştan sonra Irak’ta İslâm’in etkinliğinin arttığından söz ediliyor. Yönetim de bunu vurguluyor. Sokaklarda bez afişler var. Üzerlerinde âyetler yazılı. En çok cihad âyetleri yer alıyor. ” Ey iman edenler, sabredîn, sabırda yarışın, ribatlar inşa edin ve Allah’a karşı takva sahibi olun…” (Al-i İmran, 200) “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma ile imtihan ederiz…” (Bakara, 155) Bu, her yerde tekrarlanan âyetlerden ikisi. Sonra mü’minleri dayanışmaya çağıran hadisi şerifler vs… Bunlar, Konferansta da sık sık dile geliyor. Konferans’ın açılışında konuşan Saddam Hüseyin’in başyardımcısı İzzet İbrahim’in konuşması âyet ve hadislerle süslü bir vaazı andırıyor. Güzel bir konuşma. Ama bu İslâmî renk, acaba sistem yapılanmasında etkili mi? Irak’ın tek adamı olan Saddam’ı, İslâmî yapılanmadan alıkoyacak bir güç yok. Ama o yapılanma var mı? Biz onu müşahede edemedik. Zaten “İştirakiyyeci” Baas’la da bunu gerçekleştirmek mümkün değil. Buradan şunu söyleyebiliriz: Iraklılar, İslâm’ı sadece bir savaş aleti, bir moral kaynağı gibi değerlendirmek yerine hayat kurucu bir sistem olarak görmeliler artık. İslâm’la yeniden buluşmaksa böyle olur. Yoksa laik İslâm ülkeleri de İslâm’ı şu anda onların kullandığı gibi kullanmaktan geri kalmıyorlar. Bu yüzden, İslâm Halk Konferansı’na katılan delegelerin de Irak’a peşin bir “İslâm cihadı öncülüğü” vermek yerine, sistem planında Irak’ta İslâm’dan ne olup olmadığını sorgulasalar, Irak’a daha çok katkıda bulunurlardı, diye düşünüyorum.
İSLÂM HALK KONFERANSI
Bu gezi notlarını Konferanstan bahsetmeden bitirmek doğru olmaz. Konferans, bir halk konferansı, İslâm Konferansı’nda devletler temsil ediliyor ve onlar da Irak’a karşı BM çizgisinden şaşmıyorlar. Dakar Zirvesi’nde “ambargonun devamı” yolunda karar alınmış. Bu, Bağdat Konferansı’nda büyük tepki alıyor. “İslâm Konferansı Amerika’nın Yeni Düzen operasyonunun uygulayıcısı” olarak niteleniyor. Irak, “madem devletlerin tavrı bu, biz de İslâm halklarını devreye sokalım” diye düşünmüş olmalı. Değişik İslâm ülkelerinden 400’e yakın kişi çağrılmış. Çağrılanlar arasında bir homojenlik var mı, bilemiyoruz. Ama Türk heyetine bakınca homojenlik aranmamasının daha doğru olacağını düşünüyoruz. Endonezya’dan Mağribe, Avrupa’ya, Eski Sovyetler’e kadar uzanan bölgelerden delegeler gelmiş. Konuşmalar genellikle İslâm eksenli. Anti-Amerikan muhtevalı. Nijeryalı siyasi delegenin sık sık ayağa kalkıp “Bush Bush down, down…” diye bağırması nerdeyse konferansın bu yönünü özetliyor… Irak’a sempati izharı ön planda. Bu konferanstan Irak’ın, devletlerden bağımsız bir İslâm hareketine öncülük, beşiklik etmek istediğini mi anlamalı, yoksa şu andaki yalnızlığı aşmanın psikolojik tedbirini mi? Biz, ikincisini gerçeğe daha çok yakın buluyoruz, çünkü kimi delege, konferansa öyle bir anlam yüklemeye yönelse bile Irak, öyle bir misyon arayışında değil. Öyle bir misyon arayışı, önce kendi topraklarında İslâm’laşmakdan yola çıkmaz mı?
Konferanstan bahsedince, özellikle Arab ülkelerinden gelen delegelerde, bir kısmı ağız alışkanlığı intibaı veren bir “Araplık” duygusu baskın görüntü veriyor. “İslâmî” derken bile, önüne veya arkasına “Araplık” ekleniyor. Hele Mısırlı delegenin bunun teorisini yapmaya kalkışarak: “İslâm’a girmek için bile Arapça kelimei tevhid getirmelisiniz. Binaenaleyh araplık ile İslâm’lık bir bütündür.”demesi, diğer Arapları bile tedirgin ediyor. Kavmiyyet duygusu, her İslâm toplumunu bir başka vuruyor. Bu konunun, şu kadar acıdan, yaradan sonra hala diri tutulması üzücü. Şevket Kazan’ın gerek açılışta, gerek diğer oturumlarda yaptığı müşahhas teklifler getiren konuşmasının geniş ilgi görmesi ise, İslâm dünyasının tez arayışının bir göstergesi sayılmalı diye düşünüyoruz.
BİR İSLÂM ŞEHRİNİ GÖRMEDEN
Bu gezi notlarını iki paragrafla bitirmek istiyoruz. Birisi şu:
Bağdat deyince benim içimde bir “Güzelce Bağdat” fotoğrafı vardı. Ancak Bağdat’ın Selman Farisî, İmam-ı Azam, Abdülkadir Geylani, İmam Ebu Yusuf, Cüneyd Bağdadî, Seriyyüssakati gibi İslâm büyüklerinin hatıraları ve Mustansıriyye Medresesi gibi büyük İslâm mirası ile dopdolu olduğunu görünce, oraların havasını yudumlayınca, onlarla bir manevi iklimi paylaşınca Bağdat bir başka “güzelce” oldu içimde…Dedim ki, “bizler İslâm mirasını yeterince özümlemiş değiliz, İslâm şehirleri içimizde yeterince yaşamıyor. Bir Bağdat’lı da İstanbul’u yaşamaz Süleymaniye’yi, Eyüb Sultan’ı görmeden…Bir Kahire’li, Bir Tahranlı da öyle…Öyleyse çocuklarımıza İslâm şehirlerini yeniden yaşatmalıyız. Kitaplardan olmuyor bu. Bunun için de Ali Rıza Demircan Hoca’nın “İslâm ülkelerine geziler düzenlenmesi” teklifini sık sık andım Bağdat’ı gezerken..
İkinci paragraf, Bağdat’tan Amman’a gelirken konuştuğumuz Tunus Zeytuniye Üniversitesi’nde Hadis ve Fıkıh okutan bir ilim adamının sözünden oluşacak. Minibüsün o paketlenmiş ortamında söylediği sözler şunlar: “Araplar hilafet merkezine karşı çıktılar. Kendileri de zelil oldu, tüm İslâm dünyası da.” Bu sözleri, Cezayir temsilcisi İbn Azzuz’un, Konferans’ta söylediği sözler çok çarpıcı biçimde tamamlıyor: “Irak’ı Arap halkı vurdu, Amerika değil.”
Bağdat’ta, Geylani Hazretleri’nin türbesinde yaşadığımız güzel anlar var, külliyenin gurfelerinde gördüğümüz güzellikler var. Geylani ahfadından Yusuf Efendi ile yaptığımız sohbetler var. Konferansa katılan delegelerle gerçekleştirdiğimiz mülakatlar var. Onları daha sonraki sayılarımızda sunacağız inşaallah.