Altınoluk Dergisi, 1991 – Ekim, Sayı: 068, Sayfa: 028
HAYATI
Altın silsilenin yedinci halkası yine İran’dan; Bistam’a bağlı Harakan’dan. Bâyezîd Bistâmî’nin hemşehrisi ve türbesinin bekçisi. O’nun rûhâniyetinden feyz alarak “üveysî” tarikla yetişti. Adı Ali bin Ca’fer, künyesi Ebu’l-Hasan, nisbesi Mu’cemu’l-buldan müellifi Yakut el-Hamevî’nin ifadesine göre el-Harakanî, Harakanî değil (bk. II, 360). Aynı müellif onun 425 hicri yılında 10 Muharrem Aşure gününde (1034 Aralık’ta) 73 yaşında iken vefat ettiğini bildirdiğine göre 352/963 yılında doğmuş olmalıdır ki, doğumu Bâyezid’in vefatından 91 yıl sonradır.
Ebu’l-Kasım Kuşeyri, Ebu’l-Abbas Kassâb, Ebu Said el-Miheni gibi mutasavıflarla, Gazneli Sultan Mahmud gibi devlet ricaliyle İbn Sina gibi felsefe ve tıb otoriteleriyle çağdaş. Kuşeyri ile görüştüğünü Keşfu’l-mahcûb müellifi Hücviri’den öğreniyoruz. Hücviri, Kuşeyri’nin onun hakkında; “Harakan’a varınca Şeyh Ebu’l-Hasan’ın heybet ve haşmetinden fesahatım sona erdi, ifade gücüm kayboldu ve sanki dilim tutuldu. Neredeyse velayet makamından azledildiğimi sandım” dediğini nakleder.
Ebu’l-Abbas Kassâb onun hakkında: “Tasavvuf pazarında rihlet ziyaret Harakaniye lâyıktır” demektedir.
HİLYESİ
Uzunca boylu, kumral tenli, genişçe alınlı, gökçek yüzlü, irice gözlü, açık ve tok sözlü idi. Sûreti itibariyle Hz. Ömeru’l-Fâruk (r.a)’a benzerdi. İlim ve irfanı sebebiyle, “zamanın kutbu ve gavsi” ünvanlarıyla anılan bir gönül sultanıydı.
GAZNELÎ MAHMÛD VE HARAKANÎ
İlk müslüman Türk devletini kuran Gazneli Mahmûd onu ziyaret ederek feyz alanlar arasındadır. Zaten “Altın Silsile”nin Bekrî ve Sıddîkî olan kolunun faaliyet sahası genellikle İran ve Turan bölgesidir, özellikle de Türk dünyasıdır. Feridüddin Attar’ın Tezkiretü’l-evliyâ’sında verdiği bilgiye göre, Gazneli Sultan Mahmûd, Şeyh Harakanî ile birkaç defa görüşmüştür.
Şeyh Harakanî’nin şöhretini duyan Gazneli Mahmûd, adamlarıyla birlikte, biraz da onu imtihan maksadıyla Harakan’a gelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh Harakanî, ona özel bir ilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan pek çok sorular sorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehabeti karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür. Şeyhe bir kese altın ihsanda bulunmak isterse de Harakanî bunu reddeder. Bu sefer, “ondan bir hatıra olsun diye” herhangi bir eşyasını ister. Harakanî de Sultan’a bir gömleğini verir. Görüşme tamamlandıktan sonra Sultan, arz-ı vedâ ederken Şeyh Harakanî onu ayakta uğurlar. Sultan, şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce sorar:
– Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız ama, yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim? Şeyh Harakanî, şu karşılığı verir:
– İlk gelişinizde padişahlık gururu ve bizi imtihan niyyetiyle geldiniz. Ama şimdi dervişlerin haliyle ayrılıyorsunuz. Dervişlik devletine ve tevâzu haline saygı gerekir.
Sultan Gazneli Mahmûd, Harakanî ile bir başka görüşmesinde ondan nasihat istedi. Şeyh dedi ki:
– “Şu dört şeye dikkat et!
1. Günahlardan sakın,
2. Namazını cemaatla kıl,
3. Cömert ol,
4. Mahlûkata şefkatle muamele et!.”
İBN SİNA VE HARAKANİ
Tezkiretü’l-evliyâ ve el-Hadaiku’l-verdiyye‘nin verdiği bilgilere göre Harakanî, çağdaşı felsefe ve tıp otoritesi, eserleri dört asır Batı üniversitelerinde okutulan İbn Sînâ ile de görüştü.
Tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı ilgi duyan Filozof İbn Sînâ, Harakanî’yi ziyarete gelir. Şeyhin evine varıp karısından nerede olduğunu sorar. Karısı da, onun hakkında hiç de hoş olmayan lafızlar kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini söyler. İbn Sînâ, şeyhi görmek için orman tarafına; onu aramaya gider. İbn Sînâ yolda şeyhin gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle sorar:
– Efendi, bu ne hal böyle? Şeyh de:
– Evdeki kurdun yükünü çekmemiş olsak, Allah bizim yükümüzü dağdakilere çektirmezdi, der. Evdeki kurt karısıdır. Çünkü son derece geçimsiz ve hırçın bir kadındır, ama Harakanî. Allah için onun sıkıntılarına katlanarak “kesb-i kemâlât” etmiştir.
ABDULLAH ENSÂRÎ VE HARAKANÎ
Menazilü’s-sâirin adlı eserinde tasavvufi hal ve makamları anlatarak tasavvuf tarihimizde haklı bir şöhret kazanan Abdullah el-Ensârî el-Herevi de Harakanî’nin müridlerindendir. Nitekim o şöyle der: “Hadis, fıkıh ve diğer islâmî ilimlerde pek çok üstaddan okudum. Tasavvuftaki üstadım ise Ebu’l-Hasan Harakanî’dir. O’nu görmeseydim marifete eremezdim”
HARAKANÎ’NİN MEŞREBİ:
Harakanî, muhtelif kaynakların ittifakla haber verdiklerine göre, Bâyezid Bistâmî meşrebindeydi. O’nun gibi coşkuluydu, cezbesi ve sekri, sahvına galipti. Fena ve baka, sekr ve Sahv ile tevhid ve vahdet konularında pek çok söz söylemiş, Hallâc gibi “Ene’1-Hak” anlayışına uygun terennümlerde bulunmuştur. Attâr Tezkiretü’l-evliyâ’sında onun bu vadideki sözlerine geniş yer vermektedir.
Devrinin muhtelif âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan okuyan Harakanî, en sonunda hemşehrisi Bâyezid Bistâmî ‘nin dergahında karar kılmış, senelerce önce ölmüş bulunan Bâyezid’in yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bâyezid sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür.
Sekr ve cezbe ehlinden olduğu için olsa gerek, kişinin sahv ve uyanıklığını bile vecde yakın bir üslupla anlatırdı. Derdi ki, “Sahvın ölçüsü, kulun Allah’ı andığı sırada baştan ayağa Allah’ın kendisini andığını duymasıdır” Öyleyse Allah derken başka söz söyleyenlerle sohbet etmemeliydi.
BAŞKASININ DERDİ
Harakanî, diğergâmdı, dertlinin derdiyle ilgilenmeyi severdi. Derdi ki: Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir.
Gerçek kulluğun kula hizmetten geçtiğini bilenlerdendi. Bu yüzden:
“Sabahleyin yatağından kalkan âlim, ilminin artmasını, zâhid zühdünün artmasını ister. Ben ise bir kardeşinin gönlünü neşeyle doldurma ve onu sevindirme derdindeyim” derdi.
Rabia Adeviyye ve benzeri sufiler gibi, cennet düşüncesinden, cehennem endişesinden geçenlerdendi. Şöyle konuşurdu bu konuda: “Cennet ve cehennem yok demiyorum. Benim dediğim, cennet ve cehennemin benim nezdimde yeri yoktur; zira her ikisi de mahluktur. Benim rağbetim ise mahlûkata değil, Hâlika’dır.”
İlimle ve bilgiyle övünmenin yersizliğini şöyle anlatırdı: “Herkes, hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar hep bildiğiyle övünür, durur. Nihayet hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır ve işte o zaman marifet kemale erer. Çünkü gerçek bilgi bilmediğini bilmektir.”
Sulh ve cengin nerede ve ne zaman olacağını şöyle bildirirdi: “Sulh bütün halkla, cenk ise nefsledir.”
Dünyayı gölge gibi görürdü. Bu yüzden de: “Sen onun peşinde koştukça o senin padişahın; ondan yüz çevirince de sen onun padişahı olursun.” derdi.
FÜTÜVVETİN ŞARTI
Ona göre fütüvvet ve civanmerdliğin şartı üçtü:
1. Cömertlik, 2. Şefkat, 3. Halktan müstağni olmak.
İçinde Allah’tan başkasına yer olan kalp, baştan başa ibadet ve taatla dolu olsa da ölüydü. Çünkü gönüllerin en aydını içinde halk olmayanı, amellerin en güzeli, içinde mahlûk fikri bulunmayanıydı.
Amel ve ibadetlerdeki ölçüsü şuydu: “Hergün akşama kadar halkın beğendiği ve memnun kaldığı işler yapasın. Her gece de sabaha kadar Hakk’ın beğendiği amel ile olasın.”
Katilden, yani adam öldürmekten beter olan fitnenin dinde iki grup insan tarafından çıkarılabileceğini söylerdi. Onlar da: Gözünü dünya hırsı bürümüş âlim ile ilimden mahrum ham sofuydu.
El emeği ve göz nurunu üstün tutar, nimetlerin en helal ve temiz olanının kişinin emek ve gayretiyle elde ettiği nimetler olduğunu anlatırdı.
SÛFÎLİK VE HIRKA
– “Sûfî kimdir?” diye soranlara:
– Hırka ve seccade ile sûfî olunmaz, merasim ve âdetlerle tasavvufa yol bulunmaz. Sûfî, mahv ve fena ile benlikten geçendir. Zira abası ve hırkası olan pek çoktur. Lâzım olan kalp safiyetidir. Elbisenin ne faydası var? Çul giymekle ve arpa yemekle adam olunsaydı eşeklerin de adam olması gerekirdi. Çünkü onlar da çul giyer, arpa yerler.
Birgün bir adam gelip şeyhten hırka talebinde bulundu. Şeyh dedi ki:
“Bir erkek çarşaf giymekle nasıl kadın olmazsa, sen de hırka giymekle bu yolun eri olamazsın. Önce gönlünü arıtmaya bak!”
Ona göre sûfî, gündüz güneşe, gece yıldız ve aya ihtiyacı olmayandı; çünkü sûfîlik varlığa ihtiyacı olmayan yokluktu.
Birgün müridlerine “en güzel şeyin ne olduğunu” sordu ve kendisi bunu şöyle açıkladı: “En güzel şey, devamlı zikreden bir kalbdir. Çünkü bütün varlığını Allah istila etmiş bir kimse tepeden tırnağa herşeyiyle Allah’ı ikrar eder.”
BAZI TANIMLAR
Sıdk‘ı gönülde olanı konuşmak, ihlâs’ı herşeyi Hakk için yapmak, riya’yı da amelini halk için yapmak şeklinde tanımlardı.
Vâris-i Nebî denmeye layık olan kimse, O’nun fiil ve kavillerine uyan, O’nun izine basarak yürüyendi. Kâğıtların yüzünü karalayıp kitap yazdığını sanan değildi.
Ölümsüz bir hayata kavuşmanın günde bin kerre ölüp yine dirilmek olduğunu söylerdi.
İncitme ve incinme konusunda şunları söylerdi:
– İnsanlar üç zümredir:
1. Sen kendisini incitmediğin halde o seni incitir.
2. Sen kendisini incitirsen o da seni incitir.
3. Sen kendisini incitsen de o seni incitmez.
Bir mümini incitmeden sabahtan aksama varan, bir kimse o gün aksama kadar Hz. Peygamber (s.a) ile yaşamış gibi olur. Eger mümini incitirse Allah onun o günkü ibadetini kabul buyurmaz.
Tasavvufî umdeleri Nebevî üslûpla şöyle anlatırdı:
– “Çok ağlayın, az gülün, çok susun, az konuşun, çok verin, az yiyin, başınızı yastıktan uzak tutmaya çalışın.” Harakanî, cezbeli ve coşkulu meşrebi ile Sıddîkî üslûbu geliştirdi ve emaneti Gazzâlî’nin de şeyhi olan Ebû Ali Farimedi’ye teslim etti.
– rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar: Nefanatü’l-üns, (trc. Lamii Çelebi), s. 337-339; Keşfu’l-mahcûb, l, 377-378; Tezkiretü’l-evliyâ, (trc. S. Uludağ), s. 694-747; el-Hadaiku’l-verdiyye.