Altınoluk Dergisi, 1990 – Mayis, Sayı: 051, Sayfa: 030
EBU ABDULLAH SÎCZÎ -Kuddise Sirruh-
Horasan diyarı şeyhlerinîn ulularından. Horasan’ın Sicistan ya da kısaca “Sicz” denilen şehrinden. Bu yüzden “es-Siczî” nisbesiyle tanınır. Bazı kaynaklarda “es-Secezî” şeklindeki nisbesi, yanlış olmalıdır. Ebu Hafs Haddad ve Abdullah b. Münazil’in arkadaşı. III. Hicri IX. Miladi asır ricalinden olmakla birlikte, vefat tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Tevekkül ehli sufilerden ve fütüvvet” fikrini benimseyenlerdendi.
Tevekkülü tedbiri terk manasında anladığı içindir ki yolculuğa, özellikle sahra yolculuklarına azıksız ve rızksız çıkardı. Yanında bulunan sûfîlerden biri şöyle anlatıyor:
Ebû Abdullah Siczî ile arkadaş oldum. Trablus’tan yola çıktık. Günlerce gittik, hiçbir şey yemedik. Yol üstünde bir parça yaş meyve kabuğu gördüm. Onu alıp yemek istedim. Bana şöyle bir baktı. Bana öyle bakınca anladım ki, bunu alıp yememe rızası yok. Bıraktım, almadım. Sonra beş dinar kadar bir para elimize geçti. Bir köye gelmiştik. O parayla “Acaba bir şeyler satın alır mıyız?” diye baktım, fakat o, yine geçip gitti. Biraz yürüdükten sonra bana dönüp dedi ki:
– Eğer diyorsan ki, aç ve yaya olarak yürüyoruz; hiçbir yiyecek almadık, yakında yolumuzun üstünde bir köy var. Orada çoluk çocuğu kalabalık biri var. Oraya varınca onu bulalım. O bize hizmet eder herhalde. Biz de bu beş dinarı ona veririz. O da çoluk çocuğuna bir şeyler alır.
O köye vardık, o zatı bulduk ve beş dinarı ona verdik. O bize bir şeyler hazırladı ve misafir etti.
Ertesi gün dışarı çıktığımızda bana:
– Sen nereye gidiyorsun? diye sordu. Ben de:
– Seninle birlikte yolculuğa devam etmek istiyorum, dedim. Bana şunları söyledi:
– Ben, seninle yoldaş ve arkadaş olmam. Çünkü bir parça meyve kabuğu görünce dayanamayıp ahdi bozmaya kalkıştın. Bu halinle benimle yoldaş olamazsın.
Arkasından bakakaldım, yürüdü gitti.”Amellerin niyyetlere göre derecelendiğini” bildiren hadis-i şerife istinad ederek “İlmini temiz ve sağlam yapmayanın fiili sağlam olmaz. Fiili sağlam ve temiz olmayanın bedeni saf ve tam olmaz. Bedeni saf olmayanın kalbi durulmaz. Kalbi durulmayanın niyeti temiz olmaz” diye düşünürdü. “Oysa ki amellerin hepsi iyi bir niyyete bağlıydı. Bu yüzden müridliği sırasında herhangi bir halini güzel gören kimsenin müridliği bozulur” görüşündeydi. Eğer böyleleri tekrar işin başına dönerek nefislerini terbiye edip tövbe ederlerse ne ala. Çünkü nefsinin lehine ve aleyhine olan hususları, doğruluk terazisiyle tartmayan kimse, gönül erleri sırasına giremez” derdi.
Veliliğin alametini üç olarak sayardı Siczî;
1. Derecesi yükseldikçe tevazu ve alçakgönüllülüğü artar,
2. Elinde imkan olduğu halde dünyaya değer vermez.
3. İntikam almaya gücü yettiği halde insaf ve merhamet eder.
Ebû Abdullah Siczî, vaizliği de bir gönül etkileme ve gönle girme işi olarak görürdü. Vaiz, meclisine giren zenginleri fakir, fakirleri zengin yapabilendir, derdi. Bunu beceremeyene vaiz denemeyeceğini söylerdi.
Bir gün adamın biri geldi ve sordu:
– Bir dinar param var, onu sana vermek istiyorum, ne dersin? Şu karşılığı verdi:
– Eğer sen, onu bana verecek olursan senin için, vermeyecek olursan benim için hayr olur. Sen bilirsin.
İSYAN VE TEVBE
“Allah’a isyanı kalbi ve organlarıyla yapıp tövbeyi sadece diliyle yapan, kalbiyle ve organlarıyla o günahtan kopamayan kul, ne kötüdür” derdi.
İyilerle sohbetin iyilik doğuracağına inanan Ebû Abdullah, müritler için en faydalı işin, salih ve iyi kişilerle sohbet ve arkadaşlık olduğunu, ahlak, huy ve davranışlarında onlara uymak gerektiğini anlatırdı. Kul, Allah dostlarının kabrini ziyarete, kendi arkadaş ve dostlarına hizmete koşmalıydı.
Kendi günahlarının bağışlandığına iyice kani olmayan kimsenin, başkasını her hangi bir günahla kınamasını doğru bulmazdı. Kul, kendi günahlarının bağışlanıp-bağışlanmadığını bilemeyeceğine göre, bu konuda söz söylememek gerektiğine işaret ederdi.
FÜTÜVVET
Sordular:
– Neden sûfîler gibi hırka giymiyorsun? Dedi ki:
-Hırka giymek ancak fütüvvet ehli, yiğit kişilere yaraşır. Fütüvvet ehlinden olmayanın böyle şeyler giymesi, nifak alametidir. Fütüvvet yükünün altına girmeden onların damgasını taşımak yakışmaz.
– Peki öyleyse fütüvvet nedir? Fütüvvet, insanları mazur kendini kusurlu görmek. Başkalarını tam, kendini noksan, insanların iyisine kötüsüne, topyekün halka şefkat ve merhamet nazarıyla bakmak. Fütüvvetin en yüksek derecesi ise halkın seni Hakk’tan alıkoymaması, Hakk ile arana perde olmamasıdır.
-rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar: Sülemî, Tabakatu’s-Sufiyye, s 25-255; Hilyetü’l-Evliya, X, 350-351; Mu’ce-mu’1-buldan, III, 187-188; Nefehatü’l-üns (trc. Lamiî Çelebi), s. 165-166; Şaranî, et-Tabaka-tu’l-Kübra, l, 86; Avarifu’l-maarif (trc. H. Kamil Yılmaz, İrfan Gündüz), s. 597.