Altınoluk Dergisi, 1989 – Kasim, Sayı: 045, Sayfa: 031
Adı Muhammed bin Fazl, künyesi Ebû Abdullah, nisbesi el-Belhî. Horasan ve Irak şeyhlerinin büyüklerinden. Ahmed bin Hadraveyh’ in müridi, Ebû Osman Hîrî’ nin arkadaşı ve çağdaşı. Bazı görüş ve düşünceleri sebebiyle Belh’ın zahir ulemasıyla arası açıldı. Bu yüzden Belh şehrini terke mecbur kaldı. Semerkand’a yerleşti. Irak ve Hicaz bölgelerine seyahat etti. Horasan diyarının gönül erlerinin sevgisini kazandı. Kuteybe bin Saîd ve benzeri çağdaş muhaddislerden hadis rivayet etti. Hicrî 319, miladi 931 yılında Semerkand’da vefat etti.
Ebu Abdullah Belhî adıyla da anılan Muhammed Fazl, Ebû Osman Hîrî’nin hayranlığını kazanmıştı. Ebû Osman ona duyduğu kadar hiç kimseye meyil ve muhabbet duymamıştır. Ebû Osman şöyle konuşurdu: “Ben kendimi bu devirde yaşayan velîlerle özellikle Muhammed Belhî ile sohbete layık bulmuyorum. Eğer kendimde bu cesareti bulabilsem onun yanından hiç ayrılmazdım. O insanların simsarıdır, gönül erlerinin sarrafıdır.”
Bu iki gönül sultanı birbirleriyle sık sık mektuplaşırlardı. Bir defasında Ebû Osman ona “şakavet; yani dünyevî ve uhrevî bedbahtlığın alametlerini” sormuştu. Muhammed Fazl cevabî mektubunda şöyle yazdı:
“Üç şey bedbahtlık alametidir: İlme sahip olup amelden yoksun kalmak, amele erip ihlastan mahrum olmak, salihlerle sohbete yetişip onlara saygıdan uzak durmak.”
Dünyada rahatın bulunacağını ummanın bir nefs hülyası ve ehl-i dünyanın kötü rüyası olduğuna inanırdı. Hırsla dünyalığını artırmaya çalışan müridin şakavet ve bedbahtlığa düşeceğini söylerdi. Ona göre zühd, kendisini aziz ve şerefli bilen kimsenin, dünyayı zelil ve hor görerek ondan yüz çevirmesiydi. Çünkü insan dünyaya malik olup onun karşısında kendisini frenlemezse zelil olurdu, dünyaya karşı tavır koyabilirse izzete ererdi. Dünya düşkünlüğünü, mide düşkünlüğü olarak görürdü. Kişinin dünyaya karşı zühdünün azlık ve çokluğu da bununla bilinirdi. Midene giren azsa, zühdün çok; midene giren çoksa, zühdün az; hatta yok demekti. Midene sahip olmaya gücün yeterse dünyayı başkalarına feda edersin, eğer buna gücün yetmezse kendin yersin, derdi.
Dört grup insanın İslam’a zarar verdiğini ısrarla söylerdi:
1. İlmiyle amel etmeyenler,
2. Bilmedikleriyle amel etmeye kalkışanlar,
3. Bilmediklerini öğrenme gayreti göstermeyenler,
4. İnsanları öğrenmekten men’edenler..
KABE VE KALB
Allah’ın evi sayılan Kabe ile insanda Allah’ın tecellîgahı kalb arasında ilgi kurar ve şöyle konuşurdu: “Peygamberlerin izlerini ve hatıralarını görmek için sahraları, çölleri ve dağları aşarak Kabe’ye koşan fakat, Mevla’nın izlerini ve tecellîlerini taşıyan kalb evine ulaşmak için nefsin neva ve heves engellerini kat edemeyen kimselere şaşarım.” Marifet pınarı olan gönül, Kabe’den daha önemlidir. Çünkü Kabe sürekli olarak kulun baktığı yer olduğu halde kalb ve gönül, Hakk’ın nazar kıldığı yerdir. Hakk’ın nazargahı ile kulun nazargahı nasıl eşit olabilirdi?
Belhî’ye göre sûfî, belalarla tasfiye gören; safa bulan, insanlardan gaib; yani onların takdir ve itibarlarından uzak kalmayı tercih eden kimseydi. Marifet ehlinin en büyüğü de, şer’î hükümleri yerine getirmede en çok gayret gösteren, sünnete uymada en fazla mesaî sarf edendi.
SEVGİNİN ÖLÇÜSÜ
Sevgiyi feragat, fedakarlık ve sevdiğini kendine tercih şeklinde anlardı. Bunun da dört merhaleden geçtiğini anlatırdı:
1. Zikirle gönlün hazz ve neş’esini artırmak,
2. Zikrin sağladığı hazz ve neş’e ile huzûra ermek,
3. Allah ile kalbî bağı koparan meşguliyetlerden uzaklaşmak,
4. Sevgiliyi kendine ve O’ndan başka herşeye tercih etmek.
Hakk’ı sevenlerin sevgilerinin özelliği, bu sevgilerinin îsar ve fedakarlık esasına dayanmasıydı. Bunun da dört derecesi vardı. Onlar da sırasıyla, muhabbet, heybet, haya ve tazimdi.
NEFS KONUSUNDA
Mutasavvıfımız nefs konusunda şu öğütleriyle yol gösterirdi: “Nefsinin isteklerini sana ihtiyaç duymayacak ve seni rahatsız etmeyecek seviyeye indir. Evet nefssiz olmaz, ondan geçemezsin; amma sen ona hakim olmaya bak, o takdirde yücelirsin. Fakat tersi gerçekleşecek olursa o zaman zilletin çukuruna düşersin.”
Kendisinin nefsine hakimiyetini; masivaya yakasını kaptırmamaya çalışmasını müridlerine örnek olmak üzere, tahdisi nimet için şöyle anlatırdı: “Kırk yıldır Allah’tan başkası için bilerek bir adım bile atmadım; masivanın kulu olmadım. Ve yine kırk yıldır nazar ettiğim her şeyde, Allah’tan haya ederek, daima iyi ve güzel bir taraf bulmaya ve görmeye çalıştım. Otuz yıldır, görevli meleklere aleyhime olabilecek bir amel kaydettirmemeye çalıştım. Aksi bir duruma düşmüş olmaktan dolayı Allah’tan haya ederim.”
Allah’ın “Rahman” sıfatını şöyle açıklardı: “Rahman iyi, ya da kötü ve günahkar her kula ihsan ve ikramda bulunandır. Merhameti dünyada herkese ve her şeye şamil olandır.
Şu altı hasletin kişinin cehaletini ortaya koyduğunu anlatırdı:
1. Yerli yersiz kızıp öfkelenmek,
2. Faydasız ve boş konuşmak,
3. Yersiz nasihat, ya da iyilik,
4. Sırrını açığa vurmak,
5. Herkese güvenmek,
6. Dostunu düşmanından ayıramamak.
Arif hayatını gün be-gün değerlendirir Muhammed Belhî’ye göre, rızkını da gün be-gün arar, fazlasının peşinden koşmaz.
Muhammed Fazl, istikamet ehlindendi ve istikamet konusunda söz ve fikirleri olan mutasavvıflardandı. “Varlığı her amel ve davranışı güzelleştiren, yokluğu herşeyi bozan iksîr, istikamettir,” derdi.
Şu sözü meşhurdur: “İlim barınaktır, cehalet aldanma. Dost sığınaktır, düşman sıkıntı. Dost ve akraba ile sıla, dostluk ve akrabalığı devam ettirir, sıla-i rahmi terk musîbet doğurur. Sabır kuvvettir, lüzumsuz ve yersiz cür’et acizdir. Yalan zaaf, doğruluk güçlülük ifadesidir. Marifet sadakat, akıl tecridedir.”
Alimin hata ile yaptığı kusurun cahilin kasden yaptığı kusurdan daha zararlı olduğunu söyler, ilmin tadına erenin onsuz edemeyeceğini, muamelede dürüstlüğün zevkine varanın ondan vaz geçemeyeceğini söylerdi. Ona göre ilim üç türlüydü: İlim billah ilim minallah, ve ilim maallah. Bunların her birini şöyle açıklardı:
İlim billah Allah’ı sıfatları ve özellikleriyle tanımaktı.
İlim minallah ahkam konusunda zahir-batın, helal-haram, emir-nehyi bilmekti.
İlim maallah Allah’dan korkmayı ve O’na ümid beslemeyi, O’nu sevmeyi ve O’na iştiyak duymayı bilmekti.
Ona göre ağlamanın da iki çeşidi vardı: Birincisi zahitlerin gözlerinden yaş akıtarak ağlamasıydı. İkincisi ariflerin kalpleriyle gönülden yanamasıydı.
Nimete şükretmenin meyvesinin Allah sevgisi ve Allah korkusu olduğunu söyler, lisan ile zikrin, dil ile işlenen günahlara kefaret ve manevî derecelere yükselmeye sebep olduğunu, kalb ile zikrin ise Hakk’a yakınlık olduğunu anlatırdı. Ona göre ilahî emirlere muvafakat sevginin temeliydi. Nazarında masivanın her çeşidi eşit olan kimsenin, gerçek marifete erdiğini söylerdi. Sordular:
– Fütüvvet nedir? Şu karşılığı verdi:
– Fütüvvet, Allah’ın emirlerine uyarak iç dünyasını, güzel huy ve iyi geçimle dış dünyasını koruyabilen insanların sıfatıdır.
-rahmetullahi aleyh-
KAYNAKLAR: Sülemî, Tabakatu’s-sûffiyye, s. 212-216;Hilyetü’l-evliya, X, 232-233; Sıfatlu’s-safve, IV, 165; Kuşeyrî, er-Risale, l, 129-130; Keşfu’l-mahcub, l, 352-353; Tezkiretu’l-evliya (trc. S. Uludağ), s. 552-554; Nefehatu’l-üns (trc. La-miî Çelebi), s. 168-169; Şaranî, et-Tabakatu’l-kübra, l, 75; İbnu’l-Mulakkın, Tabakatu’l-evliya, s. 300-301; el-Kevakibu’d-dürriyye, II, 52.