Altınoluk Dergisi, 1989 – Eylul, Sayı: 043, Sayfa: 030
Adı Yusuf bin Hüseyin, künyesi Ebû Yakup, nisbesi er-Razî İran’ın Cibal bölgesi şeyhlerinden. Zünnun Mısrî müridi. Ebû Türab Nahşebî ve Ebû Said Harraz ile çağdaş ve arkadaş. Sonuncusu ile bazı seferlerde bulundu. Hadis ilmi ve rivayetiyle meşgul oldu. Yusuf Razi, şöhreti afet sayan, hiçliği esas alan tasavvufi bir kişiliğe sahipti. Vefatı 304 Hicri, 941 Miladi yıldır.
“Tasannu” denilen yapmacık tavırlardan hiç hoşlanmazdı. Allah’ın huzuruna zerre kadar yapmacık bir hareketle çıkmaktansa bütün insanların günahlarını sırtında taşıyarak çıkmayı tercih ederdi. Ruhsatla amel etmeyi hoş karşılamaz ve ruhsatla amel eden müridden pek hayır gelmeyeceğini söylerdi.
NEFSE UYMANIN TADI
Cüneyd ile dostlukları vardı. Ara sıra mektuplaşırlardı. Bir mektubunda Cüneyd’e şöyle yazdı: “Allah sana nefse uymanın tadını tattırmasın. Bir kere bunu tadınca ebedî olacak hayrı tadamazsın.” İyi ve salihlerle oturup kalkmanın güzel tesiri gibi mülhit muhalif kişilerle oturmanın da menfi tesiri olacağını söyler, Sufîler için en büyük felaketin kendilerine zıt meşrepte insanlarla düşüp kalkmak olduğunu belirtirdi. Kadınlarla ülfet etmemeyi öğütlerdi. Tamahkarlığı ve kula kul olmayı zillet sayardı, ona göre insanların en zelili tamakar derviş ve sevgilisini seven insandı. Çünkü seven sevgilisinin karşısında kendisini gayet zelil görürdü. Bu da tama sonucu olurdu. Tamadan uzak bir sevgi ise yüceydi. Nitekim Züleyha, Yusuf’a tama ettikçe zillete düşmüş, fakat ondan tamaını kesip Allah’a yönelince Hakk Teala ona gençlik ve güzelliğini iade etmişti.
Ehl-i dünyanın yanında, dünyayı kötülemeyi makbul saymaz, hatta böylelerini “dünya düşkünü” diye nitelerdi. Dünya ehli yanında dünyayı kötüleyen bu işi kötü bir san’at haline getirdiler. Sanki onları soğutup dünyalıkları hep kendileri toplamak istiyorlar.
İlmin de, dünya malının da insanı azdırdığını söyler, ilmin azdırmasını önlemek için ibadeti, dünya malının saptırmasına engel olmak için gani gönüllü bir zahid olmayı tavsiye ederdi.
Hz. Peygamber (s.a.)’in Hz. Bilal (r.a.)’e hitaben “Bizi dinlendir ya Bilal” sözünü “Ezan okuyup namaza çağır da, namaza dalarak gönlümüzü dünya yorgunluklarından dinlendirelim” şeklinde yorumlardı.
İSM-İ AZAMÎ ÖĞRENMEK İÇİN
Rüyasında kendisine: “Her asrın bir kutbu var. Bu çağın kutbu Zünnun Mısrî’dir ve İsm-i A’zam’a aşinadır. Onun yanına git” denildi. İsm-i A’zam’ı öğrenme şevk ve arzusuyla Mısır yolunu tuttu. Zünnun’un meclisine vardı. Selam verdi. Zünnun selamını aldı. Fakat Yusuf Razî edeb gözetip hiç bir şey söylemeden oturdu. Bir yıl kadar Zünnun’un meclisinde bir köşede bulundu. Bir yıl sonra Zünnun “Ona nereden geldiğini” sordu. Rey’den olduğunu öğrenince başka bir şey sormadı. Böylece bir yıl daha geçti. Zünnun ona tekrar “niçin geldiğini” sordu. Yusuf:
-“Sizi ziyarete” diyebildi.
– Bir ihtiyacın ve arzun var mı? diye sorunca:
– Bana İsm-i A’zam’ı öğretmenizi istiyorum, dedi.
Zünnun cevap vermedi. Çünkü ehlullah “esrar-ı ilahî” konusunda son derece temkinli hareket eder, liyakati bulunmayana bunlardan bahsetmezlerdi. Aradan bir yıl daha geçti ve Zünnun, Yusuf’u sınamayı düşünerek çağırdı. Ona üzeri kapalı bir kitap verdi ve:
– Al bunu Nil’in karşı tarafına, Cize’ye götür. Orada bir şeyh var, ona teslim et! Sana bazı şeyler söyleyebilir, Hepsini aklında tutmaya gayret et! dedi.
Yusuf biraz yürüdükten sonra kapta kımıldayıp duran emanetin ne olduğunu merak etti. Bir süre nefsiyle mücadele ettikten sonra kabı açıverdi. Birden bir fare kaptan fırlayıp kaçtı. Yusuf şaşkına döndü. Şimdi ne yapacaktı. Fareyi yakalaması imkansızdı. Boş kabı şeyhe nasıl götürecekti. Zünnun’a dönse ne cevap verecekti. Böyle karmaşık bir ruh haliyle yaşlı şeyhin huzuruna vardı. Şeyh Yusuf’u tebessümle karşıladı ve:
-Sen miydin Zünnun’dan İsm-i Azam’ı öğretmesini isteyen? Hale bak ki bir fare emanetini tecessüsle koruyamıyorsun, kalkıp İsm-i A’zam talebinde bulunuyorsun? dedi. Yusuf son derece mahcup bir halde Zünnun’un yanına döndü ve orada olanları anlattı. Aslında Zünnun onu bu şeyhe göndermekle aceleciliğini göstermek ve nasihat etmek istemişti. Çünkü her şeyin vakti, saati ve ehli vardı.
Yusuf Razî, melamet ehli süfilerdendi. Kendini gizlerdi, halini saklardı. Hatta halkın kendisine salih bir kimse gözüyle bakıp fazla hürmet göstermemesi için sıradan kimseler gibi yaşardı. Bununla birlikte sufileri över ve “onlar Allah’ın kendilerini görmekte olduğunu bildiklerinden başkalarına ehemmiyet vermekten haya edenlerdir” derdi.
İlmi edeb şartına bağlardı. İlim edeble anlaşılır, amel de ilimle sahih olurdu. Hikmete ilim sayesinde erilir, zühdün hakikatini anlamak da hikmetle müyesser olurdu. Zühd sayesinde dünya gailesinden kurtulunurdu. Dünyayı terk, ahirete rağbeti sağlar. Ahirete rağbet rıza-i ilahîye kavuştururdu. Vecd, marifet ve muhabbet arasında ilgi kurar, kişinin marifetinin vecdi kadar, muhabbetinin de marifeti kadar olduğunu söyler, Allah nezdinde kulun Allah’ı sevmesinden daha hoş bir hal yoktur derdi. O’nun anlayışına göre Allah’ı seven kimsenin imtihanı pek çok, halka karşı şefkat ve merhameti pek ziyadeydi.
RİYA
Riyanın kalpte çok derin kökler salan amansız bir düşman olduğunu anlatırdı. Ona göre dünyada ihlasdan daha aziz bir şey yoktu. Bu yüzden kalbimden riyayı atmak için ne kadar uğraşırsam uğraşayım, o yine bir başka renkte karşıma çıkıyor” derdi.
Ubudiyetin; yani kulluğun nihai sınırını şöyle çizerdi: “Her hususta ve herşeyde O’nun kulu olmandır.”
Cenab-ı Hakk’ın kendisini zikreden kimse için herşeye bedel olduğunu şöyle anlatırdı: “Gerçek anlamda Allah’ı zikreden kimse başkasını hatırlamaz. Allah’ı zikrederken masivayı unutanı da Allah herşeyden korur. Çünkü Allah böyleleri için herşeye bedeldir.
Sordular:
– Bize marifet yolunu gösterir misin? Şu karşılığı verdi:
– Siz bütün amellerinizde hakka uygun şekilde Allah’a karşı sadakat üzere olun. Dereceniz yükseltilmedikçe siz ayağınızı ileri atmayın! Çünkü ayağınız kayabilir. Kendi kendine ileri adım atınca düşersin. Ama sana adım artırılır ve yükseltilirsen düşmezsin. Bu yüzden yükseltilirsen düşmezsin. Bu yüzden umutla zannettiğin şeyi yakînen görmedikçe aldanma!
Tevhid yolunda en büyük tehlikenin ve yol kesicinin bir takım cezbe, ilham ve keramet esintilerine kapılıp benlik duygusuna kapılmak olduğunu ve kendini beğenme duygusunun genellikle çok amel sebebiyle Hakk’ın nimetini unutuvermekten kaynaklandığını söylerdi. Midenin şehvetten ve fuzulî arzulardan korunmasının ibadetle kuvvet bulacağını anlatırdı.
Akıl konusunda şöyle konuşurdu; Aklın aslı susmak, dile sahip olmaktır. Batını sırr saklamak, Zahiri ise sünnete sarılmaktır.
Tevazu ve kibir hakkında şunları söylerdi: “Her türlü hayır bir evde toplanmış ve onun anahtarı tevazu olmuştur. Her türlü şer de bir evde toplanmış, onun anahtarı da kibir olmuştur. Nitekim Adem günahından sonra tevazu gösterip tevbe ile afv ve ikrama nail oldu. İblis ise kibirlendi ve ona kibrin hiç bir faydası olmadı.
Yusuf ameline güvenenlerden değildi. Bu yüzden vefatına yakın şöyle dua etmişti: “Ya Rabb! halka sözle, nefsime fiille nasihat ettim. Senin mahlukatına yaptığım nasihatlere bedel olarak nefsimin hıyanet ve günahını bağışla!”
-rahmetullahi aleyh-
KAYNAKLAR: Tabakatü’s-Sufiyye, s. 185-191; Hilyetü’l-Evliya, s. 238-243: Sıfatü’s-Safve, IV. 102-103; Kuşeyri, er-Risale, 1,137; Hucvîri, Keşfü’l-Mahcub. l, 348 Tezkiretü’1-Evliya (trc. S. Uludağ), s. 417-424; Şarani, et-Tabakatü’l-Kübra, 1,77, el-Kavakibü’d-Düriyye, II, 57-58
İnsanın helaki
Hamid Lukaf diyor ki:
Allahu Teala bir kimsenin helakini dilerse, onu şu üç şeyle cezalandırır:
1- Ona ilim verir, ama amelini işlemekten men eder.
2- Salih zatlarla sohbet nasib eder; ama, onların hakkına riayet nasib etmez.
3- Taat kapısını açar, ama, ihlas yolunu kapatır.
Ebu’1-Leys Semerkandî der ki:
Bütün bu işler o kimsenin başına kötü niyeti ve içinin bozukluğundan dolayı