Altınoluk Dergisi, 1989 – Mart, Sayı: 037, Sayfa: 038
Ebû Said Harrâz -Kuddise Sirruh-
Değerli zamanını en kıymetli şeylerden başkasına harcama! En kıymetli şey de geçmiş ile gelecek arasında bulunan, içinde bulunduğun andır.
Adı Ahmed bin İsa, künyesi Ebu Saîd, nisbesi el-Bağdadî, lakabı Harraz. Bağdatlıdır. Zünnun Mısrî, Bişr Hafi ve Ebü Abdullah Nebâcı’nin talebesi. Ebu Ubeyd Busrî ve Seriy Sakatî’nin sohbetlerinde bulundu. Ayakkabı tamir ederek hayatını kazandığı için “Harraz” lakabı ile anılır. 277/890 yılında vefat etti. Fena-baka konusunda söz söyleyen sufilerin ilki olarak bilinir. Hatta bu konuda bir risale kaleme aldığı rivayet edilirse de, bu risale günümüze ulaşmamıştır.’
Fena ilmi dünyanın fanî olduğunu bilmek, baka ilmi de ahretin bakî olduğunu kavramaktır. Harraz’ın fena ve baka görüşünü şöyle bir cümle ile özetlemek mümkündür. “Fena, kulun ubudiyyeti görmekten fanı olması; yani amellerini görmemesi, baka Hakk’ın rububiyyetinde bakî olması; yani Allah’ın güzellik ve ihsanını görmesi, kulluk aczini kavramasıdır.”
İlm-i batın konusunda söz söyleyen sûfilerdendir. Ancak batın ilmi konusunu, ulu orta değil, belli bir süzgeçten ve elekten geçirme lüzumuna inanırdı. O elek, şeriatın zahiriydi. Şöyle konuşurdu: “Zahire muhalif olan batının her çeşidi batıldır.”
Rüyasında İblis’i kendisinden kaçıp uzaklaşırken gördü, sordu:
Niye yanıma gelmiyorsun? Nereye kaçıyorsun öyle? İblis cevap verdi:
Senin yanına niye geleyim ki. Siz halkı kandırdığım vasıtaları kendinizden uzaklaştırdınız.
Nedir o halkı kandırdığın vasıtalar?
Dünya ve sevgisi.
Harraz, nefsi, durgun, temiz bir suya benzetirdi. Bu durgun ve temiz su, tahrik edilince dibinde tortu halinde saklı bulunan mikrobu meydana çıkarırdı. Nefsinin mertebesini anlamak isteyen, onu mihnet, meşakkat ve sıkıntı ile denemeli, hoş fakat boş arzularına karşı çıkarak imtihan etmeliydi. Nefsin bu özelliklerini bilmeyen Rabbını nasıl tanıyabilir? Ve nasıl ma’rifet-i ilahiyye iddiasında bulunabilir?
Nefs meşgul edilmezse onun insanı meşgul edeceğinden korkardı. Bu yüzden mesleğini icra ederken diktiği ayakkabıyı bazan söker, yeniden dikerdi. “Niye böyle yapıyorsun?” diye soranlara “Nefsimi meşgul etmek için. Çünkü ben onu meşgul etmezsem o beni meşgul edecek” derdi. Anlatıldığına göre Harraz, şu kadar yıl ayakkabı tamirciliği yaptığı halde, hiçbir zaman iki dikiş arasında Allah’ dan gaflet etmemiştir.
Harraz, gerçek sûfînin latif bir elbise giyerek yalnızlığı (halvet) seçmesi gerektiğini söyler, şüpheli şeylerden kaçınmasını (vera), darda kaldığı zamanlar hariç hiç kimseden birşey istememesini kimseye dünyalık birşey için yüzsuyu dökmemesini öğütlerdi. Bunları yapmayanın sûfî değil, belki yalancı olduğunu söylerdi.
Bir gün kendisine, zaman zaman birbirleriyle çatışan dervişlerden soruldu. Dedi ki: “Onların bu hali seyr u süluk sırasında görülür. Kemale erenlerde böyle bir sıfat bulunmaz. Çünkü kemal ehli kimseler, halk arasında kızacak ve daralacak bir şey görmez. Onlar her şeyi Hak’tan bilir.” Bir defasında şöyle demişti: “Ben süfilerle uzun süre sohbet ettiğim halde onlarla aramızda hiçbir ihtilaf çıkmazdı. Çünkü onlarla bulunduğum sürece daima nefsimi haksız bulur, kimsede kusur aramazdım.”
İhsan, sevgi doğurduğu halde bu alemde Allah’ın sayısız ihsanlarına mazhar olan insanoğlunun gaflet ve dünyaya meyline üzülür, şunları söylerdi: “Bu alemde Allah’tan başka gerçek ihsan sahibi olmadığını bildiği halde bütün kalbiyle O’na yönelmeyene şaşarım.”
Kendisinden önce vefat eden salih bir oğlu vardı. Bir gece onu rüyasında gördü. Ona: “Oğlum bana öğüt ver” dedi. Oğlu: “Babacığım, Allah’a karşı hüsni zan sahibi ol! Allah ile arana bir gömlek bile koyma!”
Anlatıldığına göre bu rüyadan sonra otuz yıl yaşayan Harraz, sırtındakinden başka gömlek bulundurmadı. İhtiyacından fazlasını bulundurmaktan, rızkımı teminat altına almış bulunan Rabbıma karşı haya ederim, derdi.
O’na göre tasavvuf, zamana hakim olmaktı. Bu yüzden: “Değerli zamanını en kıymetli şeylerden başkasına harcama! En kıymetli şey de geçmiş ile gelecek arasında bulunan, içinde bulunduğun andır.” derdi.
“İlim seni amele götürür, yakın ise seni taşır.” der, ilim ve marifeti şöyle anlatırdı: “Allah ilmi kendisinin tanınması için bir delil, hikmeti kulları için ülfet vesilesi yapmıştır, ilim Allah’a götüren bir delil, marifet Allah’ı tanıtan bir rehberdir, ilim sayesinde bilgilere, marifet sayesinde iyilik ve güzelliklere erişilir. İlim öğrenmekle, marifet derinlemesine kavramakla elde edilir. Marifet Hakk’ın tarifiyle gerçekleşir. İlim ise halkın öğretmesiyle. Marifetin faydası anında, ilmin faydası bilgilenmeden sonradır.”
Harraz’a göre vuslat kapısı cehd ve fazl-ı ilahî ile açılırdı. Bu yüzden “sadece cehdiye Hakk’a erişeceğini sanan boşuna zahmet çeker cehdetmeden maksuduna nail olacağını uman sadece temennîdedir.” derdi.
Ebû Said Harraz, müminin lügatinde “La” (yok, hayır, olmaz) lafzı bulunmaz, derdi. Çünkü Allah ile kendisi arasında bulunan sayısız ikrama kerem gözüyle bakınca kendisine vaki olabilecek talebe “La” (Hayır, olmaz) cevabı veremezdi.
Kur’an’da “Yerin ve göklerin hazineleri Allah’ındır.” (el-Münafikun, 7) ayetinde geçen göklerin hazinelerinin “gayb hazineleri” yer hazinelerinin “kalb hazineleri” olduğunu söylerdi. -rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar: Sülemî, Tabakatu’s-süfiyye, s 228-232; Hilyetu’l-evliya, X, 246-249, Sıfatu’s-safve. II. 245-247; Kuşeyrî, er-Risale, l, 149: Keşfu’l-mahcüb, l, 355, II, 480-487: Attar, Tezkiretu’l-evliya, (trc. S.Uludağ), s. 492-98; Nefahatü’l-üns, (trc. Lamiî Çelebi), s. 125-128; Şarani, et-Tabakatu’l-kübra, l, 78, İbnu’l-Mulakkın, Tabakatu’l-evliya. 40-45: el-Kevakıbu’d-dürriyye, l, 190-192.