Altınoluk Dergisi, 1987 – Ekim, Sayı: 020, Sayfa: 003
Yüce Rabbimizin en güzel şekilde, mükerrem olarak, kendisine halife olmak üzere yarattığı insanın asıl değeri, Hakk Teala hazretlerinden bir “nefha” oluşudur.
Adem’in cesedine ilahî kudretin üflediği ruh, insanın Rabbanî ve ebedi yanını oluşturur. Nitekim Kur’an’da, iki yerde geçen “Ben ona ruhumdan üfürdüm.” (el-Hicr, 29; Sad, 72) ayet-i kerimesi buna işaret etmektedir.
Allah Teala’nın ruhları yarattığında onlara: “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” diye sorarak “Evet Rabbımızsın” (el-Araf, 172) şeklinde aldığı cevapla yaptığı sözleşmenin gereğinin bu dünyada insanoğlu tarafından yerine getirilmesi beklenir. Oysa ki insan ruhu asıl mekanından, ruhlar aleminden ayrıldıktan ve mutasavvıfların ifadesiyle “ten kafesi” denilen maddi elbiseyi giydikten sonra “gaflet” ve nisyan perdeleriyle perdelenmekte ve Allah’a verdiği sözü unutmaktadır. Bu dünyanın geçici çekiciliği ve yalancı süsleri onu aldatarak ebedi ve daimi olanı bırakıp fanî ve geçici olana yönlendirir. Bu yönelişte ruhun insana verdiği ebediyet duygusunun ebedi olana kanalize edilemeyişi de söz konusudur. İnsanda belki de ebediyet duygusunun bir uzantısı olarak bitmek tükenmek bilmeyen arzu ve istekler vardır. Bu arzu ve isteklerin yerine getirilmesi hemen arkasından daha başkalarının doğmasından başka bir işe yaramaz. Bu yüzden dünyada müminin en büyük problemi bu sınırsız istekler yani “tül-i emel”dir. İnsanın dünyevi yolculuğu tül-i emel istasyonuna doğru hızla akıp gitmektedir. Fakat hayat treni, daima tül-i emel istasyonuna varamadan ölüm durağında mecburi duruşa geçmektedir. Bu yüzdendir ki Peygamberimiz (s.a.) hayat treni mecburi duruşa geçmeden bizi uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Dünyevi zevkleri kıran ve tul-i emeli unutturan ölümü çokça hatırlayın.” (Tirmizî, Zühd, 4; Neseî Cezaiz, 3; İbn Mace, Zühd, 31) Allah Rasûlü (s.a.) kendisinden “zeki mümin kim olduğu sorulunca: “Ölümü çokça hatırlayan ve ölümden sonrasına iyi hazırlanandır.” buyurmuştu. (İbn Mace, Zühd, 31)
ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK
Bu ve benzeri hadis-i şeriflerin ışığında mutasavvıflar “Ölmeden evvel ölmek” (bkz. Keşfu’l-Hafa, II, 291, hds. No: 2669) şeklinde bir anlayış geliştirerek her nefesi son nefes bilip ölüme her an hazır olmanın yollarını aramışlardır. Tefekkür-i mevt, “tezekkür-i mevt” ve bazan da “rabıta-i mevt” lafızlarıyla ifade edilen ölmeden evvel ölmenin esası “Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekmek (bkz. Tirmizi, Kıyame, 25), amellerimizi tartmak, bedenimizi ölü kabul ederek kalplerdeki dünya sevgisini, kafalardaki masiva ilgisini azaltmaktır. Bedenin ruha verdiği bulanıklığı atmaktır. İnsanı her an dünyaya esir etmeye çalışan şeytanın: “Ne yiyeceksin? Ne giyeceksin? Nerede barınacaksın?” şeklindeki şaşırtıcı sorularına: “Ölüm yiyeceğim, kefen giyeceğim, kabri mesken tutup orada barınacağım” diye karşılık vermektir. Ölümü her an zihinde tutmak ve ona göre hareket etmektir. Zira insan her an ölümle burun burunadır.
İnsana en yakın olan şey ölümdür. Fakat insan onu hep uzaklarda görmeye alıştığı ve kendisine yaklaştırmamaya çalıştığı için onu düşünmekten kaçar. Oysa ki ölüm, aldığın nefesi verememek, verdiğini alamamaktan ibarettir. O kaçılmaz sondur ve çok yakındır. Düşünelim ki: Birisi bize “On dakika sonra öleceksin” diye bir haber getirse ne yaparız? Hemen seccadenin başına geçer, istiğfar eder, ölüm ötesine hazırlık yaparız. Bu on dakikayı on saat on gün, on hafta, on ay veya on yıl olarak uzatalım. Ne kadar uzatsak değil mi ki gelecektir ve vukuu muhakkaktır, öyleyse yakındır. On dakika sonra öleceğini bilen ne yapıyorsa, öleceğine, inanan mümin de aynı şeyleri hayatının bütün safhalarına yaygınlaştırmalıdır. Bunun yolu da alıştırma ve egzersizden geçer. Bu yüzden kamil mürşidler mürîdlerine her gün için rabıta-i mevt vazifesi verirler. Tasavvuf ve tarikatlarda ölüm alıştırması veya ölüm hazırlığı diyebileceğiniz tefekkür-i mevt şöyle yapılır:
TEFEKKÜR-İ MEVT NASIL YAPILIR?
Seher vakti teheccüd namazından sonra kıbleye yönelik olarak oturulur. Bir süre tevbe, istiğfar ve salevat-ı şerife ile meşgul olunduktan sonra gözler kapalı olarak ölüm anı düşünülür. Kendimizi yatağımızda son dakikalarımızı yaşıyor olarak farz ederiz. Ölüm meleği Azrail baş ucumuzda emaneti almaya gelmiş. Ölümün soğukluk ve dehşeti bizi sarmış, korku ve heyecan içindeyiz. Son nefesimizi imanla verip veremeyeceğimizi hayal ediyoruz.
Hemen inayet-i ilahiyye yetişiyor ve dudaklarımızdan şehadet kelimesi dökülerek ruhumuz kabz ediliyor. Bütün çoluk-çocuğumuz, dost ve akrabalarımız başucumuzda, ağlaşıp feryat u figan ediyorlar. Konu komşuya ölüm haberimiz ulaşıyor, yıkayıcı çağrılıyor. Çenemizi ve ayaklarımızı bağlıyorlar. Üstümüzdekileri çıkarıyorlar ve cesedimizi teneşir tahtası üzerine yatırıyorlar. Yıkayıcı hazırlanan su ile gaslimizi yapıyor. Arkasından beyaz, dikişsiz elbiseye sarıyor ve tabuta yerleştiriyorlar. Tabutla dört inanmış adamın omuzlarında günahkar cesedimiz musallaya taşınıyor. Musallada cenaze namazımız kılınıyor. Gözümüz arkamızdakilerde. Onlardan hakkımızda iyi bir şahitlik bekliyoruz. Musalladan kabrin dar ve karanlık çukuruna naklediyorlar. En yakınlarımız en son vazifelerini yapmak üzere naşımızı toprağın bağrına terk ediyorlar. Üstümüze tahtalar dizip toprak örttükten sonra aşr-i şerifler okuyup dualar ederek bizi o karanlık çukurda yapayalnız bırakıp gidiyorlar. Kabir sorgucuları Münker ve Nekir geliyor: “Rabbın kim? Dinin ne? Peygamberin kim?” diye soruyor. Orada da imdad-ı ilahî yetişerek kabrin dehşetinden Münker ve Nekir’in haşmetinden tecessüm eden salih amellerimiz sayesinde kurtuluyoruz. Kabrimiz cennet bahçelerinden bir bahçe oluyor. Veya isyan ve günahlarımız kabrimizi -Allah korusun- cehennem çukurlarından bir çukur haline getiriyor, biz gözlerimiz kapalı tevbe ve iltica ile Cenab-ı Hakk’tan böyle bir akıbetten bizleri korumasını diliyoruz. Sonra kıyameti düşünüyoruz. İsrafil’in birinci surunu, bütün canlıların öldüğünü ve sadece Vacibu’l-vücud hazretlerinin kaldığını hayal ediyoruz. Sonra ikinci suru ve kabirden kalkışı, herkese amel defterinin verilişini hesap ve mizanı, amellerimizin tartılışını, herkesin ‘nefsî, nefsî’ diye çağrışıp çırpındığı, anasından, babasından, karısından, kardeşinden, evladından, dost ve akrabasından kaçışını, Peygamberimiz’in Hızır gibi yetişen şefaatini, Sırat’ı geçişimizi ve Sırat’ın altındaki cehennemin kaynayan alevlerini, cennetin sayısız nimetlerini, köşkleri, hurileri ve nihayet Cemal-i İlahî’yi müşahedenin zevkli, şevkli ve heyecanlı anını.
Mümin her gün ölüm ve ahiretin bu safhalarını düşünerek her nefeste son nefesi yaşamanın şuuruna ermelidir ki, ölüm hayatı terbiye edebilsin ve ölmeden evvel iradî olarak ölmenin sırrına erip ölüme gülerek gidebilsin. Nitekim şair:
Ölmek değildir hayatımızın en müşkil işi
Müşkil odur ki ölmeden evvel ölür kişi
diyerek ölmeden ölmenin güçlüğüne işaret etmektedir. İnsan ölmeden evvel ölmek sırrına erdikten sonra ölümün acısını, sekeratın sancısını duymaz, çünkü ölüm onu korkutmaz. Ölüm artık onun için sevgiliye kavuşmadır. Mevlana’nın ifadesiyle şeb-i arus (gerdek gecesi) tur.
ÖLÜM VE HAYAT
İslâmi telakkide ölüm ile hayat o kadar iç içedir ki, insan adeta ölmek için doğar ve ölümle yepyeni bir hayata başlar. İslâm mimarisinin bütünlüğü içinde cami, türbe ve mezarlarla, tekke ve mezarların bir arada bulunması bu iç içeliğin bir uzantısıdır.
Müslüman cemaatle namaz kılmak için en sevdiği aile ocağından evinden ve akrabalarının yanından çıkarak camiye gittiği zaman cami avlusundaki mezar taşları ona, ölümün yakınlığını haykırırlar. Uyanık mümin divan-ı ilahiye bu ses kulaklarında çınlayarak durur. Huşu ile namazını kılar. Yine camiden çıkarken, sevdiklerinin yanına dönerken bir kez daha o taşlarla selamlaşarak ölümün soğuk nefesini ve buruk sesini duyar.
Müminlerin mezarlıklara yapraklarını dökmeyen “Elif” gibi narin, ince servi ağaçları dikmesi ve onunla süslemesi bir tesadüf değildir. Servi Elif’e benzeyen endamıyla tevhidi, devamlı yeşil duran yapraklarıyla ebedîliği temsil etmekte ve bakanlara “Son durağın burası” diye seslenmektedir.
İslâm şehircilik anlayışında mezar ve mezarlıkların şehrin dışında değil, içinde yer alması hep ölüm hazırlığına birer çağrıdır. Çünkü, İslâmi telakkide ölüm yok olmak değil, yer değiştirmek bir evden öbürüne nakletmek demektir. Bu şekildeki bir anlayış elbette ki ölüm ürkekliğini yenecek ibadet gevşekliğini atacak, ölüm ve ötesine kamçı olarak her nefesi son nefes yapacaktır.