Altınoluk Dergisi, 1987 – Ekim, Sayı: 020, Sayfa: 038
Adı Haris bin Esed, künyesi Ebu Abdullah, nisbesi el-Basrîve el-Anezî’dir. Bağdatlı sufîlerin önderi. Nefsine karşı muhasebesinin çokluğundan “el-Muhasibî” diye meşhur.
165/781 yılında Basra’da doğdu. Daha sonra Bağdat’a yerleşti. Hayatının büyük kısmını Bağdat’ta geçirdi. O’nun yaşadığı yıllar, Abbasîler dönemiydi. İlim ve hikmetin altın çağıydı. Eserleri günümüze ulaşabilen ilk süfîlerden. Ehl-i sünnet tasavvufunun büyük mimarı İmam Gazzalî, onun eserlerinden çok istifade etti. Hadis, Kelam ve Usül’de üstad, Tasavvufta imam. Bir ara Mu’tezile mezhebinin görüşlerini benimsedi ise de sonraları vaz geçti. Ma’ruf Kerhî, Seriyy es-Sakatî, Cüneyd el-Bağdadî ve İmam Ahmed bin Hanbel ile çağdaş. Vefatı 243/857’de Bağdat’tadır.
Zengin bir ailenin çocuğu. Bu yüzden iyi bir tahsil görme imkanı elde etti. Ancak daha sonraları zühd ve vera yoluna yönelişi sebebiyle babasıyla arası açıldı. O’nun babasına karşı olan tavrı Tabakat kitaplarında sık sık zikredilir: Bir gün Bağdat çarşısının ortasında babasının yakasına yapışarak “Annesini boşamasını” ister. “Sen başka dinden, o başka dinden” diye babasına çıkışır. Babasının Kaderî veya Rafizî olduğu söylenir. Bu yüzdendir ki, babasından kalan 70 000 dînar mîrası” “İki ayrı dinden olanlar birbirlerine mirasçı olamazlar.” (Ebu Davud, Feraiz, 10; İbn Mace, Feraiz, 6.) hadis-i şerifi gereğince reddetmiştir. Hem de bir dînara muhtaç olduğu dar bir zamanında.
Çağdaşı İmam Ahmed bin Hanbel’e bir gün Muhasibî’den bahsederek dediler ki: “Bütün konuşmalarında Tasavvuftan bahsediyor ve konuşmalarına ayet ve hadislerden deliller getiriyor, isterseniz hissettirmeden gidip dinleyelim.” İmam Ahmed kabul etti ve gittiler. O’nun meclisinde bir gece bulundular. Dönüşlerinde İbn Hanbel gördüklerini şöyle anlatıyordu: “Akşam vakti yanlarına vardık, ezan okundu. Hemen kalkıp cemaata imam oldu ve namaz kıldırdı. Namazı müteakip yemek geldi, beraberce yediler. O, sünnet üzere hem arkadaşları ile konuşuyor, hem de yemek yiyordu. Yemeğin arkasından kalkıp ellerini yıkadılar ve oturup sohbete koyuldular. Önce arkadaşlarına “Soru sormak isteyen var mı?” diye sordu. İhlas ve riya üstüne çeşitli sorular soruldu. Hepsine ayet ve hadislere göre cevaplar verdi. Vakit hayli ilerlemiş, nerede ise gece yarısı olmuştu. Haris, bir hafıza Kur’an okuması için işaret etti. Okunan Kur’an ayetleri huşu ve gözyaşı ile dinlendi. Kur’an tilaveti bitince O, hafif sesle dua yaptı ve yatsı namazı için ayağa kalktı. Onların bu halini görmekten pek memnun oldum. Çünkü ben, Tasavvuf erbabını daha başka şekilde duymuştum. Onlar hakkındaki kanaatim pek iyi değildi. Allah beni bağışlasın, şimdi kanaatimi tashih ettim.”
Muhasibi der ki: “Bir kimse içini murakabe ve ihlasla sağlamlaştıracak olursa Allah da onun dışını mücahede ve sünnete uyma suretiyle güzelleştirir ”
Cüneyd el-Bağdadî anlatıyor:
Şeyhim ve dayım Seriyy es-Sakatî bir gün bana:
– Benim yanımdan ayrılınca başka kimlerin sohbetine gidiyorsun? diye sordu. Ben de şöyle cevap verdim:
– Haris Muhasibî’nin. Bunun üzerine dayım bana:
– O’nun ilminden ve edebinden istifade et. Fakat onun Kelamcılar aleyhindeki sözlerine aldırma, dedi ve arkasından “Allah seni muhaddis-sufî kılsın. Sufî- muhaddis değil” diye dua etti. Bu sözün Haris Muhasibî’ye aid olduğu ve Seriyy es-Sakatî tarafından kinaye yoluyla söylendiği nakledilir.
Muhasibî ile Cüneyd zaman zaman bir araya gelir sohbet ederlerdi. Cüneyd bir hatırasını şöyle anlatıyor:
Haris Muhasibî bir gün ziyaretime geldi. Halinden karnının aç olduğunu farkettim.” Bir şeyler hazırlasam yer misiniz?” diye sordum. “Peki” dedi. Mutfağa girdim ve komşuların gönderdiği düğün yemeğini hazırlayıp önüne koydum. Bir lokma aldı ve onu defalarca ağzında yuvarladı, fakat bir türlü yutamadı. Nihayet kalktı ve ağzından lokmayı çıkarıp bir kenara bıraktı ve uzaklaşıp gitti. Bir kaç gün sonra karşılaştığımda o yemeği yiyememesinin sebebini sordum. Şöyle cevap verdi: ”O zaman gerçekten karnım açtı. Sen davet edince, davetine icabet edip evinde birkaç lokma yiyerek seni memnun etmek istedim. Fakat Allah Teâlâ ile benim aramda haram lokmayı tanıma konusunda bir alamet vardı. Bu alamet gereğince O, şüpheli yiyecekleri boğazımdan geçirmez. Parmağım da bana itaat etmez. O yemek size nereden gelmişti?” diye sordu. Ben de: “Komşulardan gelen düğün yemeğiydi.” dedim. “Bugün evimize buyurmaz mısınız?” diye tekrar davet ettim. Kabul etti ve geldi. Evde bulunan kuru ekmekleri takdim ettim. Yedi ve “Dervişlere daima böyle yiyecekler takdim et!” dedi.
Ebu Ali Dekkak O’nun vera konusundaki bu inceliğini takdir mahiyetinde şöyle der: “Haris Muhasibi elini şüpheli bir yiyeceğe uzattığında parmağının ucundaki bir damar, hareket etmeye başlardı. Eğer parmağının bu hareketine engel olamazsa, o yiyeceğin şüpheli olduğunu anlayarak vazgeçerdi.”
Haris, Peygamberimiz (s.a.)’in “Mîzan’a konulacak amellerin en ağırı güzel ahlaktır.” (Tirmizî, birr, 61; Ebu Davud, Edeb, 7; ibn Hanbel, IV, 442, 446, 448, 451) mealindeki hadis-i şerifini duyduktan sonra hayatının akışını değiştirdi. Kendini nefsini ıslaha verdi. Şöyle derdi: “Güzel ahlak; eziyete tahammül, kızmamak, şefkatli ve merhametli olmak, herkese tatlı dil ve güler yüz gösterebilmektir.”
İlim korkuyu, zühd gönül rahatlığını, marifet tövbeyi doğurur, der; zahidin zühdünün marifeti, marifetinin aklı, aklının da îmanın gücü ölçüsünde olduğunu söylerdi.
Gerçek sevgiyi şöyle tarif ederdir: “Sevgi senin her şeyinle Sevgili’ye meyletmendir. Sevgi’ni öz nefsine, çoluk-çocuğuna ve malına tercih etmendir. O’nun isteklerine gizli ve aşikar her yerde uyman ve O’na olan sevgindeki noksanlığı bilmendir.”
O’na göre kulluğun sıfatı kendinde bir varlık görmemek, lehinde ve aleyhinde hiçbir fayda ve zarara kadir olamayacağını bilmekti.
Teslimiyet, başa gelen bela anında iç ve dış halinde herhangi bir değişme olmadan sebat göstermekti.
Muhasebenin şu dört yerde olması lazım geldiğini söylerdi:
1. İmanla küfür,
2. Yalanla doğru,
3. Tevhid ile şirk,
4. İhlas ile riya.
Cennet ehliyle birlikte olmanın tadına ermek isteyenlere “Fukara ve dervişlerle arkadaş olmayı” öğütler, ilahî emirleri terk ederek takva ve vera sahibi olunamayacağını anlatırdı.
Üç şeyin kaybından hayıflanırdı:
1. Vakarlı bir güle yüz,
2. Dine uygun tatlı söz,
3. Emanete saygılı bir kardeşlik.
Muhasebe ve murakabe ehlindendi. Bu yola yönelecek olanlara şunları tavsiye ederdi:
1. Doğru veya yanlış, bilerek veya bilmeyerek Allah adına yemin etme!
2. Yalan söylemekten sakın!
3. Vaadde bulunma, vaad ettiğin zaman da asla cayma!
4. Zalim bile olsa kimseye lanet okuma!
5. Söz, fiil ve hareketlerinle kimseye beddua etme, kimseden karşılık bekleme!
6. Kimsenin aleyhinde kafirdir, münafıktır, müşriktir, deme!
7. İçinle ve dışınla günaha asla yönelme!
8. Kimseyi incitme ve kimseye yük olma!
9. Halktan ümidini kes, onlardan bir şey bekleme!
10. Dünya ve ahiret bakımından izzet ancak Allah’ın takdirine bağlıdır. Bu yüzden kendini hiç kimseden daha iyi görme!
Zalim ile mazlum, kanaatkar ile tama’kar hakkında şöyle konuşurdu: “Halk kendisini övse de zalim pişmandır. İnsanlar kendisini yerse de mazlum selamettedir. Kanaatkar aç olsa da zengin, tama’kar sınırsız servete malik olsa da aç ve fakirdir.”
er-Riaye li-Hukukıllah, el-Vesaya, et-Tevehhüm, Fehmu’l-Kur’an, el-Mesail fi’z-zühd ve Risaletü’l-müsterşidîn gibi sayıları otuzdan fazla eseri günümüze kadar gelen Muhasibî’nin Tasavvuf Tarihimizde mutena bir yeri vardır.
-Rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar: Sülemî Tabakatu’s-sufiyye, 56-60; Hilyetü’l-evliya, X, 73-110; Tarihu Bağdad. VIII, 211-216; Vefeyatü’l-a’yan, II, 57-58; Kuşeyrî. Risale, l; 78-80; Sıfatü’s-safve. II, 367-369; Nefehat Terc., 104; Keşfu’l-mahcub. l, 319-320; İbnu’l-mulakkın, Tabakatu’l-evliya, 175-177; Şarani, l, 87-88; Tezkiretü’l-evliya (trc. Süleyman Uludağ), 303-308; Münavî, el-Kevakibu’d-dürriyye, l, 218-219: Abdulhalim Mahmud, el-Haris bin Esed el-Muhasibi. Kahire 1973; Hüseyin el-Kuvvetli. el-Akl Fehmu’l-Kur’an, 1978; Hüseyin Aydın. Muhasibî’nin Tasavvuf Felsefesi, Ankara 1976.