Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Hasan Basri -rahmetullahi aleyh-

Altınoluk Dergisi, 1986 – Mart, Sayı: 001, Sayfa: 039

Adı, Hasan bin Ebi’l-Hasan el-Basrî, künyesi Ebü Muhammed ve Ebü Saîd. “Altın Silsile”nin “Saadet Asrı”na ulaşan köprübaşı ve tabiin nesli imamlarından, fıkıhta ve tasavvufta üstad.

Babası İslam fütuhatı esnasında Irak’ın Basra civarındaki Meysan’dan Medine’ye esir olarak getirilmiş ve Zeyd bin Sabit el-Ensarî’nin azadlısı olmuştur. Annesi, Peygamberimiz’in hanımlarından Ummü Seleme’nin azadlısı Hayra Hatun’dur. Hicretin 21. yılında (M.642) Hazret-i Ömer’in Hilafeti zamanında doğdu. Doğduğunda teberrüken ad koymak üzere Hazret-i Ömer’e götürüldü. Hazret-i Ömer onun güzel yüzünü görünce: “Adı “Hasan” (güzel) olsun” dedi ve Hasan adı verildi.

Hasan Basrî, Müminlerin Annesi Ümmü Seleme’nin evinde yetişti. Onun sevgi, iltifat ve dualarına mazhar oldu.

Nisbeti İmam Ali (radıyallahu anh) ‘yedir. Ondan tasavvuf hırkası giydi. Yetmiş tanesi Bedir savaşına katılmış olanlardan olmak üzere toplam yüzotuz kadar sahabiyle görüştü. İmran bin Husayn, Semure bin Cündeb, Ebü Hüreyre, İbn Ömer ve İbn Abbas gibi büyük sahabilerden hadis rivayet etti.

İlmî tetebbuatını ve manevî eğitimini Medine’de tamamladıktan sonra babasının memleketi olan Basra’ya yerleşti. Sağlam seciyesi, zühd ve takvası, ibadet ve veraı, ilim ve belagati ile büyük bir tesir alanı oluştu. İbn Şîrîn, Şa’bî gibi muteber zatlarla görüştü. Basra’da onun vaazlarını dinleyen büyük bir cemaat meydana geldi. Rabiatü’l-Adeviyye, Malik bin Dînar, Habîb A’cemî gibi büyük süfîler ondan istifade edenler arasındadır.

İmam Hasan bin Alî (radıyallahu anh) Ömer bin Abdülaziz gibi devlet ricaline tebliğ maksadıyla mektuplar yazdı. Bu itibarla mektupla irşadlarda bulunan süfîlerin ilki sayılır. Nitekim: Yezîd bin Abdülmelik’in Irak ve Horasan valisi tayin ettiği Ömer bin Hübeyre el-Fezzarî’ye cesaretle şunları söylemişti:

“Ey İbn Hübeyre! Yezid hakkında Allah’dan kork, ama Allah hakkında Yezîd’den çekinme! Çünkü Allah seni Yezîd’den kurtarır, ama Yezîd Allah’dan kurtaramaz. Bir bakarsın ki, Hak Teala sana ölüm meleğini göndermiş ve sen de geniş köşkünden dar kabir çukuruna yuvarlanmışsın. Orada seni amelinden başka kurtarabilecek hiç bir şey yoktur.”

Hasan Basrî, korku ve hüzne dayalı amelî tasavvufun mümessili sayılır. Onun zühdî yaşayışının farik vasfı, insanı imana kavuşturan tefekkür, nefsi tasfiye eden ve insanı Hakk’ın rızasına erdiren, Cennet nîmetlerine ulaştıran korku ve hüzündür. Onun zühdî hayatinin temeli dünyadan el-etek çekmek, dünya ikbaline yüz vermemek, Allah’a yönelmek ve ona güvenmektir.

Suf (yün) giyer ve bunu tevazu alameti sayardı. Derdi ki:

“Bedir savaşma katılmış yetmiş kadar sahabiye yetiştim. Bunların saftan başka bir şey giydiklerini görmedim”. Yine şöyle derdi “Süt elbise giyen tevazu için giyerse Allah onun basiret nürunu artırır. Riya ve tekebbür kasdıyla giyerse mancınıkla cehenneme atar.”

Sahabilerle sonraki nesli mukayese sadedinde de şöyle derdi:

“Siz onları görseydiniz mecnun zannederdiniz. Şayed onlar sizin iyilerinizi görseler: “Bunlar iyilik ve hayırdan nasipsiz” kötülerinizi görseler: “Bunlar da müslüman mı?” derlerdi.

Zahiddi. Zahidliğe yönelmesinin sebebi, bir serden kurtulmak ve bir hayra erişmekti. Erişmek istediği hayır cennet sevabı, emîn olmak istediği şer de cehennem azabıydı. Çünkü gerçek zühd, dünyaya rağbet etmemek, dünyacılara buğzetmek ve dünyalıklardan nefret etmektir. Dünyayı arayıp ahireti bulan görülmemiştir, ama ahireti ararken dünyayı bulan çoktur. Dünya amel yurdudur, ona sevmeyerek arkadaşlık eden; ondan el-etek çeken kimse, bu arkadaşlıktan mes’üd olur, istifade eder. Fakat onunla severek arkadaşlık eden, bedbaht olur.

* * *

Malik bin Dînar bir gün Hasan Basri’ye sordu:

“Dünyada en ağır ceza nedir?”

“İnsanın gönlünün ölmesidir.”

“Gönül neden ölür”

“Dünyayı sevmekten” diye cevap verdi. “Çünkü dünyalığı aziz tutan zillete duçar olur. Ne kadar çok olursa olsun, fanî olan bakî olana denk değildir.

* * *

Buyurdu ki:

“Kalbe gelen vesvese şeytandandır. Bir şey için devamlı arzu varsa, o, nefisten geliyordur. Bu arzulardan kurtulmak için oruç ve namazla riyazat yolunu tutmalıdır.”

Kendisi anlatıyor:

Abadan’da siyahî bir zat vardı, harabelerde yaşardı. Bir gün pazardan bir şeyler aldım ve ziyaretine vardım. O bana:

“Nedir bunlar” diye sordu.

“İhtiyaç duyabileceğiniz birtakım yiyecekler” dedim. Bir şey söylemeden eliyle duvarı işaret etti ve güldü. Bir de baktım ki, ne göreyim, o harabelerin duvarları hep altın. Yaptığıma pişman oldum, götürdüklerimi hemen oraya bırakarak mehabetinin tesiriyle oradan uzaklaştım.

* * *

Vera’ sahibiydi. “Halis veraın bir zerresi binlerce rekat namazdan hayırlıdır” derdi. Bir gün Mekke’de Hazret-i Ali evladından birinin Kabe duvarına yaslanarak vaaz ettiğini gördü ve sordu:

“Dinin temeli nedir?”

“Vera!”

“Dinin afeti nedir?”

“Tama!”

Hasan Basrî bu cevaptan çok memnun kaldı ve bu sözün muktezasına uygun olarak vera ehli oldu. Vera hakkında şöyle derdi:

“Vera’ın üç derecesi vardır:

Birincisi: Vera sahibi, öfkeli zamanında da, sakin anında da ancak hakkı söyler.

İkincisi: Allah’ın gazabına yol açabilecek davranışlardan azalarını korur.

Üçüncüsü: Allah’ın razı olduğu hususları gaye edinir.”

* * *

Bir gün akşam namazı kılmak için bir mescide girdi. Habib A’ce-mî, namaz kıldırıyordu. Habib A’ce-mî, Arap olmadığı için kıraatta lahin yapar endişesiyle arkasında namaz kılmadı. O gece rüyasında kendisine: “Neden onun ardında namaz kılmadın? Eğer kılmış olsaydın, o ana kadar işlemiş olduğun günahların hepsi bağışlanacaktı” diye nida olundu.

Bulunduğu bir mecliste istemediği halde bir gıybeti dinlemek zorunda bırakıldı. O gece rüyasında gördüklerini şöyle anlatıyor:

Birisi elinde bir tabakla bana doğru yaklaştı. Tabakta domuz eti vardı. Ondan almamı istedi. “Domuz etidir, yiyemem” dedim. Adam ısrarla “Yiyeceksin!” diyerek çenemi açtı ve zorla ağzıma bir lokma koydu. Eti ağzımdan atmaktan korkuyor, yutmaktan da tiksiniyordum. Bu halde iken uyandım. Otuz gün, otuz gece yiyip içtiğim her şeyde bu kokuyu hissettim.”

Kerhen de olsa gıybeti dinlemek zorunda kalmanın manevî cezasının pek ağır olduğunu bildiği halde asla kendisini gıybet edenlere aldırmazdı, Bir gün kendisine:

“Falanca seni gıybet etti” denildi. O da gıybet edene bir tabak helva gönderdi ve:

“Duydum ki hasenatını bana hediye etmişsin. Ben de karşılık olarak bunu armağan ediyorum” dedi.

Onun zühd yaşantısı haşyet ve hüzün doluydu. Dertli ve üzüntülüydü. Uyku uyumaz, uyuklama nedir, bilmezdi. ibadet için kolları sıvalı bir abiddi. Onu görenler hüznüne bakıp başına biraz evvel bir felaket gelmiş zannederlerdi. Şöyle derdi:

“İman ehli kimseler kaygılı uyanır, kaygılı akşamlar. Çünkü iki korku arasıdadır. Biri geçmiş bir günah ki Allah tarafından nasıl karşılanacağı belli değil. Biri kalan bir ömür ki, devamı müddetince hangi tehlikelere maruz kalınacağı meçhul.”

“Sonunda ölüme varacağını bilen, kıyamette kalkacağına inanan, kalkınca Allah’ın huzuruna çıkacağına kani olan kişiye gereken kaygı ve endişe içinde yaşamaktır.”

Onun telakkisine göre huşüda kalb için lüzumlu olan daimî bir korkudur.

Cehennem ateşinden o derece korkardı ki, cehennemi yalnız kendisi için yaratılmış sanırdınız. Nitekim “Cehennem’den en son çıkacak kişi Hünad adlı biridir.” hadîsi şerifini’ düyunca ağlamış ve “Keşke Hünad ben olayım; zira onun en son da olsa cehennemden çıkacağına dair bir teminatı var. Bizim böyle bir teminatımız yok” demişti.

Şöyle buyurdu:

“Eğer Kur’an okuyorsan ve ona inanıyorsan; dünyada hüznün çok, korkun ziyade olsun. Çokça ağlayasın.”

Bu ve benzeri sözleriyle insanları korkuttuğunu öne sürenlere:

“Emniyete kavuşuncaya kadar korkmak, emniyete kavuştuktan sonra korkmaktan daha hayırlıdır” diye karşılık verirdi.

* * *

Bir bedevi kendisine sabrın ne demek olduğunu sordu:

“Sabır ikidir, biri bela ve musîbetlere sabır, diğeri ilahî yasaklara karşı sabırdır” diye karşılık verdi. Bedevî:

“Senden daha zahid birini görmedim” deyince Hasan Basrî:

“Benim zühdüm tamamen rağbet, sabrım tamamen sızlanmadan ibarettir” dedi.

“Ne demek yani? Bu sözü biraz açıklar mısın? Düşüncemi alt üst ettin.”

“Musîbet ve ta’attaki sabrım, cehennem ateşinden korktuğumun ifadesidir. Bu ise sızlanma değil de nedir? Dünyaya karşı zahid ve rağbetsiz oluşum, ahirete istekli olmamdan başka nedir ki? Sabrı cennet ve cehennem endişesi ile değil mahza Allah için olana ne mutlu!”

* * *

Buyurdu:

“Ma’nevî lezzeti şu üç şeyde arayın. Namazda, zikirde ve Kur’an tilavetinde. Bulursanız ne ala. Bulamazsanız bilin ki, kasvet-i kalb sebebiyle ma’nevî lezzetle amel kapınız kapanmıştır.”

Kendisine:

“Ya şeyh! Gönlümüz uyuyor, uyarsanız ne olur” denilince:

“Keşke sizin gönlünüz uyuyor olaydı, uyuyanı uyarmak kolaydır. Ama sizin gönlünüz ölüdür. Çünkü ne kadar zamandır harekete getirmeye çalışıyorum da hiç bir hareket yok” buyurdu.

Hasan Basrî’ye göre ilm-i batın:

“Allah’ın, kulunun kalbine yerleştirdiği ve yaratıklardan hiçbirinin muttalî olmadığı, ilahî bir sırdır. “Elbiseni temizle” ayet-i kerîmesini “Huyunu güzelleştir” şeklinde tefsîr eder ve “Hakîm’in dili kalbine bağlıdır. Bir şey söylemek istediği zaman kalbine danışır, faydalı ise söyler, değilse susar. Cahilin kalbi ise diline bağlıdır, dili kalbine müracaat lüzümunu duymaz rast gele konuşur” buyurdu.

“Gönül ehli olanlar, devamlı sükutu ihtiyar etmişlerdir. Gönülleri dile gelip, söz lisana sirayet etmedikçe konuşmazlar.”

Son olarak:

“Başkasına bir şey emretmek istediğin zaman, onunla önce kendin amel et!” buyuran İlim ve amel adamı, büyük mürşid Hasan Basrî, vaaz ve nasihatlerim şahsında yaşayarak halka örnek olmuştur. Hicrî 110’da (M.728) Hakk’a yürüdüğünde memleketi Basra’da cenazesi büyük bir kalabalık tarafından kaldırılmıştır. Hatta rivayete göre vefatında bazı Hak dostları sema kapılarının açıldığını görmüşler ve bir münadînin şöyle nida ettiğini duymuşlardır:

“Hasan Basri, Allah kendisinden razî olduğu halde Hakk’ın huzuruna varmaktadır.” 1-Keşfu’l-hafa, 1/15.
2- el-Müddessir, 4.

Kaynaklar :İbn Sa’d, Tabakat, VII, 156 vd.: Isfahani Hilyetu’l-evtiya, II, 130 vd , Hucvîrî, Keşfu’l-mahcüb tercemesi, 183, Şa’ranî, Tabakalli’l-kubra, l, 31 vd., ibn Hallıkan, Vefeyatu’l-a’yan, II; 69, Attar, Tezkiretü’l-evliya, 30 vd , en Nebhanî, Cami’u kiramati’l-evliya, 21. Kuşeyrî, Risale tercemesi, 213. Kelabazî-et-.Ta’arrui; Munavî, el-Kevakİbnü’d-dürriyye, l, 17