Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Yahya b. Muâz er-Râzî – Kuddise Sirruh

Altınoluk Dergisi, 1988 – Subat, Sayı: 024, Sayfa: 045

Adı Yahya bin Muaz, künyesi Ebu Zekeriya, nisbesi er-Razî, lakabı Vaiz. Rey şehrinde doğdu. Salah ve takva ile tanınan bir ailenin çocuğu idi. İbrahim adında kendisinden büyük, İsmail adında kendisinden küçük, iki kardeşi vardı. İlim tahsili için Belh’e gitti. Gençliği orada geçti. Orta yaşlarda iken oradan Nîsabur’a göçtü ve vefatına kadar orada kaldı (H. 258/M. 871).

Reca konusunda söz söyleyen ma’rifet erbabının ilkelerinden:

“Havf ve reca imanın iki rüknüdür. Bunlardan birinde belli bir merhale kat’edenin dalalete düşmesi imkansızdır. Havf ehli, korkudan kulluk eder. Reca erbabı ise O’na vuslatı umar. İbadet olmadan havf ve reca sıhhat bulmaz. İbadet de havfsız ve racasız olmaz.”

“Hubb-i riyaset” yani baş olma sevdalılarına söylediği şu sözü meşhurdur: “Baş olma sevdasının kokusu burnuna gelen kimse felah bulmaz.”

Allah dostlarının (evliyaullah) sıfatlarını üç maddede özetlemişti:

1. Her hususta Allah’a tam güven,

2. Her şeyden müstağni olup Allah’a itimad,

3. Her konuda Allah’a yönelmek.

Yahya’nın anlayışına göre tevbe, bir yaz-boz tahtası değildi. Bir kere tevbe edildikten sonra işlenen küçük günah (zelle), tevbeden önce işlenen yetmiş yıllık günahtan daha çirkindi.

Kendisinden hak yola nasıl sülük ettiğini soran müridlerine şu cevabı vermişti:

-“Ahiret, ibadet ve zühd, akılla ilgilidir. Aklı iyi olmayanın Rabbına kulluğu da iyi olmaz. Akıllının dünyaya ait talebi, cahilin onu terkedip zahidlik gösterişlide bulunmasından daha güzeldir. Amele arız olabilecek afetten haberdar olmayan ondan sakınmasını da bilmez. Ne aradığını bilmeyen bulduğunun farkında olmaz.

Bilesiniz ki, siz büyük ve önemli bir iş için yaratıldınız. İlim, sadece ilim olsun diye öğrenilmez. İlimden maksat, onunla yapılacak ameldir. Çünkü alınacak ecir, ilimle yapılan amele göredir. Sadece ilme değil. Görüyorsunuz ki amel olunmayan bir ilim insana vebal ve aleyhine bir hüccet olmaktan başka bir işe yaramıyor. Sakın siz dünya nimet ve lezzetlerini terk ederek ahiret isteği sahih olmayan ve bu yüzden dünyası ve ukbası perişan olan mürîdlerden olmayın. Neyi istediğinizi bilerek talepte bulunun!”

Derdi ki:

Vera sahibi olmayan nasıl zahid olabilir? Sen önce sana ait olmayan (haram)lardan vera gereği olarak sakın, sonra sana ait olan (helal) dünyalıklardan zühd et; yetecek kadar azıyla iktifa et!

Onun anlayışına göre zühdün alameti üçtü: Azlık (yani az uyumak ve az konuşmak), insanlardan uzaklaşmak ve açlık.

Mevt (ölüm) ile fevt (fırsatı kaçırma) arasında şöyle bir ilgi kurardı:

“Fevt, mevtten daha kötüdür. Çünkü fevt, eldeki fırsatı kaçırıp Hakk’tan gafil ve uzak olmaktır, mevt ise halktan uzaklaşmaktır.

Mirastan ve mizandan korkar, dostlarına şöyle öğüt verirdi: “Sen, ölümü anında mîrası, haşîr gününde mîzanı kendisini rezil eden kimselerden olmamaya bak!”

Derdi ki:

“Mümin kardeşin, şu üç hasletle senden nasibini alsın. Ona faydalı olamıyorsan, bari zararlı olma! Onu sevindirmeye gücün yetmiyorsa hiç olmazsa üzme! Onu övmeye dilin varmıyorsa bari yerme!”

Onun anlayışına göre arkadaşlık vefa, demekti, dua demekti, müsamaha demekti. Bu yüzden “kendisine duada beni de unutma”, denilmek durumunda kalınan arkadaş ne kötü arkadaştı. Kendisinden özür dilenilmek zorunda kalınan dost, ne fena bir dostu. Mudara edilmek, aşağıdan alınmak zorunda kalınan ahbap, ne kötü ahbaptı.

Derdi ki:

“Hasmın anlayışlı olması mutluluk alametidir. Fakat benim hasmım hiç anlayışlı değil.”

-Kimdir senin hasmın? diyenlere:

-Nefsini, diye cevap verirdi. Hakk’ın sevgisi ile halkın sevgisi, halkın korkuşu ile Hakk’ın korkusu arasında şöyle bir ilgi kurardı:

Hakk’ın sana olan sevgisi senin Hakk’a olan sevgin kadardır. Halkın senden korkusu, senin Hakk’tan korkun ölçüsündedir. Sen Allah ile meşgul olduğun ölçüde halk da senin işinle meşgul olur. Kim Allah’ın hizmetinden mesrur olursa, varlıklar da ona hizmetle mesrur olur. Gözü Allah ile aydın olana bakan bütün gözler, aydınlanır.”

Zenginliği, kazanmada değil, kalpte arardı: “Kazanarak zengin olmak isteyen, fakir kalmaya devam eder. Zenginliği kalpte arayan ise daima zengindir. İhtiyaçlarını yaratıklardan görmeye çalışan daima yoksuldur.”

Gerçek sevgiyi şöyle tarif ederdi:

“Gerçek sevgi, cefa ile eksilmeyen, iyilikle artmayan sevgidir.”

Dünya ehlini ve kazanç meraklılarının anlayacağı dilden konuşur ve onlara: “İbadet san’attır, dükkanı halvettir. Sermayesi sünnete sarılmaktır. Kazancı ve karı ise cennettir” derdi.

Yahya b. Muaz ömrüm boyunca üç grup insanla sohbet etmekten sakındım, derdi:

1. Gafil alimler,
2. Tabasbus yapan hafızlar,
3. Cahil süfiler.

Mürşidlerin ve kamil insanların sözlerinden çok hal ve davranışlarının etkili olacağına inanır, şöyle konuşurdu: “Şeyhin davranışlarını görerek ibret almayan, sözlerinden hiç etkilenmez. Gördüğü davranışlardan ibret alan kimsenin ayrıca nasihate ihtiyacı kalmaz. Fakat ne yazık ki ibret alınacak şey tonlarca olduğu halde, ibret alanlar dirhem ölçüsünde.”

Bütün mutasavvıflar gibi açlık ve az yeme konusunda bağlılarını uyarır, “açlık nurdur, şehvet ateş, tokluk da odun. Şehvet ateşiyle tokluk odunu bir araya gelince sahibini yakar” derdi.

Hikmeti ve hikmet ehlinden olmayı üç şarta bağlamıştı:

1. Zenginlere hased nazarıyla değil, nasihat nazarıyla bakmak,

2. Kadınlara şehvet nazarıyla değil, şefkat nazarıyla bakmak,

3. Fakirlere kibir nazarıyla değil, tevazu gözüyle bakmak.

Kibri müslümana, özellikle ilim ehli müslümana yakıştıramaz şöyle söylerdi:-“Ey ehl-i ilim evleriniz Kayserlerin saraylarına, konaklarınız Kisraların konaklarına, Şeddad’ın binalarına benzer oldu. Kibriniz Ad kavminin kibrini andırıyor. Siz bunlara herkesten daha heveskar görünüyorsunuz! Acaba niye?”

Dünyayı viraneye, ahireti mamureye benzetirdi: “Dünya viranedir, fakat dünyayı mamur etmeye çalışanların kalbi ondan daha harabdır. Ahiret, mamuredir, fakat ahiretini mamur etmeye çalışan kimselerin kalbi, ahiretten daha mamurdur.”

“İbn Muaz, kardeşlerin birbirlerinin kusurlarını düzeltmek üzere ikazı, kardeşliğin zarurî bir sonucu olarak görürdü: “Gerçek kardeş, sana kusurlarını bildiren, gerçek dost seni günaha düşmekten sakındırandır” derdi.

Dünyadan ve dünya sevgisinden sakındırmasının sebebi, günaha düşmeyi önlemekti. “Ben size dünyayı büsbütün terk edin demiyorum, ama günahları terk edin, diyorum. Çünkü dünyayı terk etmek bir fazilettir, ama günahları terk etmek bir farizadır. Aslında dünya şeytanın sunduğu bir şaraptır. Ondan sarhoş olan ölüm kışlasında pişmanlıkla uyanıncaya kadar ayılmaz” derdi.

Tasavvufun engin müsamaha anlayışını kendi noktasından şöyle ifade ederdi: “Eğer cehennemde tasarruf yetkisini bana verseler hiçbir aşıkı yakmam. Çünkü aşk ateşi, aşıkı zaten yüz kere yakmıştır. Hakk Teala’nın keremi, cehennemi yaratmasında cenneti yaratmasından daha barizdir. Çünkü cehennem olmasaydı bir tek kişi bile taat ehlinden olmazdı.” İman üç şeyle kemale erer, derdi: Havf, reca ve muhabbet. Havf günahı terketmeyi, dolayısıyla cehennemden kurtuluşu sağlar. Reca, taata yönelmeyi, dolayısıyla cennete kavuşmayı temin eder. Muhabbet ise insanı sıkıntılara tahammüle alıştırır, bu tahammül ve sabır ise Hakk’ın rızasını kazandırır. Bu yüzden Hakk Teala’ya iştiyak ve muhabbetin alameti gam ve üzüntülerde bile rahat ve huzur bularak hayatı sevmektir.

Ona göre tevekkül, Allah’ın vekaletine razı olmak, zenginlik, Allah’la emniyette olmak, dervişlik de Allah’a dayanıp onun dışındaki bütün herşeyden müstağni olmaktı.

Kaynaklar: Sülemî, Tabakatu’s-süfiyye, 107 – 114;Hilyetü’l-evliya X, 51-70; Kuşeyrî, Risale, l, 101 – 102; Sıfatu’s-safve, IV, 90 – 98;Vefeyatü’l-a’yan, VI, 195 – 198; Cami, Nefehatü’l-üns (trc. Lamiî Çelebi), s. 108 -109;Attar, Tezkiretü’l-evliya, 361 – 377; Şa’ranî, et-Tebakatü’l-kübra, l, 94; Münavî, el-Kevakibu’d-düriyye, l, 172; Hücvîrî, Keşfu’l-mahcüb (trc. S. Uludağ), s. 222-223; Zehebî Siyeri A’lami’n-nübela, XIII, 15; İbnu’l-mulakkın, Tabakatü’l-evliya, s. 321 – 326.