Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

TASAVVUFTA İNSAN VE İNSÂN-I KÂMİL

I. TASAVVUFTA İNSAN

Tasavvufî eğitimin, seyr u sülûk’ün konusu insandır. İnsan yaratılışı itibariyle Allah’ın yeryüzünde halîfesi[1] ve ahsen-i takvîm sırrına mazhardır.[2] İnsanın Allah’ın halîfesi olması, Allah’ın sıfatlarından bazı tecellîler taşımasındandır. Nitekim “Allah Teâlâ Âdem’i kendi sûretinde yarattı”[3] hadîsiyle “Ben Âdem’in yaratılışını tamamladığımda ona ruhumdan üfürdüm”[4] âyeti, insandaki ilâhî ve rabbâni tarafa işaret etmektedir. “Ruh Rabbımın emrindendir”[5] âyeti de ruhtaki imâret, idâre ve otorite özelliğini ifâde ettiğinden, insanın “hilâfet” sıfatının bu emr ve dolayısıyla rûhla alâkalı olduğunu göstermektedir.

İnsanın “ahsen-i takvim” üzere yaratılmış olması, maddî ve manevî olarak en güzel kıvamda olması demektir. Maddî ve mânevî güzellik, gerek fizîkî ve cismânî bakımdan, gerek ahlâk ve mânevîyat itibariyle rûhânî bakımdan, insanın güzel bir kıvâma erebilecek bir biçimde yaratılmasıdır.

İnsan, âlemlerin sûretlerini şahsında toplayarak zıdları birleştirmekle evrenin (makro kosmoz) muhtasar bir numunesi (mikro kosmoz) olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim insanın zıdları birleştiren ve âlemi içinde barındıran özelliğine Hz. Ali şöyle işaret eder:

İlâcın sendedir de farkında olmazsın

Sanırsın ki sen sade küçük bir cisimsin

Derdin de sendendir fakat ki bilmezsin

Halbuki sende durulmuş en büyük âlem.

Mutasavvıflar insanı “nüsha-i kübrâ” ve “zübde-i âlem” olarak görmüşlerdir. Nitekim Şeyh Gâlip de şöyle der:

Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

Merdûm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Mutasavvıflara göre, insanın bedeni arz, kemikleri dağ, ilikleri maden, iç boşluğu deniz, bağırsakları ırmak, içyağı batak, damarları akarsular, üns duygusu ümran ve medeniyet, vahşet duygusu harâbe, teneffüsü rüzgârların esmesi, söz söylemesi de gök gürültüsüne benzer.

İnsanın güzelliği ve ahsen-i takvîm sırrına mazhar bulunuşu bu âlemin özü mesâbesinde oluşundandır. “Ahsen-i takvim” sûret ve maddede değil, “hüsn” denilen mânâyı kavramadadır. Hüsn duygusundan hareketle, güzeller güzeli “Ahsenü’l-hâlikîn”ı anlamada, O’nun hüsn-i mutlakla sıfât-i kemâlini tanıyıp O’nun ahlâkıyla ayaklanmadadır. İnsan doğuştan bu kıvamda, bu kabiliyettedir. Yoksa insan dış organları açısından mükemmel değildir. Nitekim güç ve kuvvette fil, aslan ve kaplan gibi hayvanlar, insandan çok ilerdedir. İşitmede gece kelebeği denilen yarasa son derece mükemmeldir. Keza koku almada kene bütün hayvanlardan ve dolayısıyla insandan öndedir. Aslında her varlığın en mükemmeli temsil ettiği bir alan vardır. O halde insan en mükemmel bir hayvan değildir. Fakat o en mükerrem yaratıktır. Çünkü “Biz insanoğlunu en mükerrem sûrette yarattık.”[6] buyurulur. Mükerremlik sıfatı, cismânî ve rûhânî olmak üzere iki kısımdır. Cismânî olanı mümine de, kâfire de şâmildir. Rûhânî olanı ise az çok Cenâb-ı Hakk’ın ikrâm ettiği nübüvvete ve risâlete, İslâm ve hidâyete mazhar olan peygamberlere ve mümin kullara hastır.

İnsanın bir maddesi, bir mânâsı, bir cesedi ve bir de rûhu vardır. Filozoflar, insanı konuşan hayvan (hayvan-ı nâtık), mutasavvıflar da hayvan-ı âşık olarak görürler.

Kur’an, mutlak ifadelerle insanı, daima zayıf ve Allah’a muhtaç;[7] topraktan yaratılmış,[8] bir ümmet iken ihtilâfa düşüp dağılan,[9] çok aceleci,[10] isyâna mütemâyil ve mağrûr,[11] şımarık ve nankör,[12] bazen câhil ve zâlim gibi sıfatlarla anmıştır.

Kur’an’da bir de insana yüklenen emânetten bahsedilir ki[13] bu emânet genelde “akıl” olarak yorumlanmıştır. Bu emânetin verilmesiyle Allah, insanı teklifleriyle sorumlu tutmuş ve sınamıştır.

İnsan Mevlânâ’nın dediği gibi melek ve hayvan arası bir varlıktır. Melekteki akıl, hayvandaki nefs ve şehvet, insanda aynı anda vardır. Bu yüzden insan hem hayra, hem de şerre yatkın bir varlıktır. Ya da bir başka ifâdeyle insandaki ruh ve akıl melekle, nefs şeytanla, cesed de hayvanla ortak vasıflardır.

A. İNSANIN MÂNEVÎ YAPISI

Filozoflar ve sûfîler, insanın mânevî yapısında “kalb, nefs, ruh ve akıl” olmak üzere dört önemli özellik üzerinde durur.

1- Kalb: İç ve öz demektir. Aynı zamanda bir şeyin altını üstüne getirmek anlamına gelir. Kavram olarak iki mânâda kullanılır. Birincisi, sol memenin altında çam kozalağına benzeyen et parçası (kalb-i sanevberî). Bu et parçası rûhun mâdeni ve kaynağı olarak kabul edilir. İkincisi, rabbâni ve rûhânî bir latîfedir. Cismânî olan kalb-i sanevberî ile ilgisi vardır. İbn Arabî’nin ifâdesiyle “nefs-i nâtıka ile ruh arasında yer alan nûrânî bir cevherdir. İçi ruh, bineği de nefs-i hayvanîdir.[14] Kur’an’daki: “Gerçek şudur ki, kör olan gözler değil, göğüslerdeki kalplerdir.”[15] “Onların kalplerinde hastalık var.”[16] âyetlerinde geçen kalb tabiri de bunu ifâde etmektedir.

2- Nefs: Bir şeyin varlığı, özbenliği ve kendisi demektir. Beden kalıbına tevdî edilen ve kötü huyların mahalli sayılan latîfedir. Sûfîlere göre nefs kula aid vasıflardan illetli olanları, insanın kötü huy ve fiilleridir. İnsanın illetli fiilleri de iki türlüdür: İrâdesiyle kazandığı günah, isyan gibi yasaklar ile nefsin aşağı ve bayağı huyları, kibir, öfke, kin, hased gibi vasıflarıdır. Nefsin hükümlerinden en çetini nefsin bu gibi şeylerin güzel olduğu vehmine kapılmasıdır. Yaptığı çirkin fiilleri beğenmesi, kendisinin bir değerinin olduğunu sanmasıdır. Tasavvufta bu durum gizli şirk sayılmıştır. Nefsânî arzuları terbiye, terkle mümkün olabilir. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurur: “Kim Rabbının makamında durmaktan korkar ve nefsini hevâdan men ederse, muhakkak cennet, onun varacağı yerdir.”[17]

“En büyük düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.”[18]; “Küçük cihaddan büyük cihada, nefs ile mücahedeye döndük.”[19] Hadîsleri ile, “Nefs kötülüğü çokça emredicidir.”[20] âyeti, nefsin kötü sıfatların merkezi oluşuna delildir.

3- Ruh: Can ve hayat demektir. Beden kalıbına tevdî edilmiş rabbâni, ilâhî bir latîfedir. O bedende bulunduğu sürece Allah Teâlâ, rûhun mahalli olan tene can ve hayat vermektedir. İnsan ruh ile değil, hayat ile diri ve canlıdır. Uyku halinde ruh yükselir, bedenden ayrılır, sonra tekrar döner. Rûhun ilâhî menşeli olduğunu gösteren âyet ise yukarda geçen: “Âdem’in yaratılışını tamamladığım zaman ona ruhumdan üfürdüm.”[21] âyetidir

Ruh, bedene hayat veren hoş bir rüzgâr; nefs ise hareket, sükûn ve arzuların kaynağı sıcak bir nefestir.

Ruhun “mahlûk” olup olmadığı ihtilaflı bir konu olmakla birlikte sûfîler “Ruh Rabbımın emrindendir. Onun hakkında size çok az bir bilgi verilmiştir.”[22] âyetini delil sayarak genellikle mahlûk olduğunu kabul ederler.

Tabibler, rûhu, mizaç olarak tavsif ederler. Bitkilere hayat veren cana nebatî nefs veya ruh, hayvanlara hayat veren cana hayvanî nefs veya ruh, insanlara hayat veren cana insânî nefs veya ruh, nefs-i nâtıka, rûh-i izâfî veya rûh-i menfûh derler.

Bitkilerde sadece nebatî ruh, hayvanlarda hem nebâtî, hem de hayvânî ruh, insanda ise nebatî, hayvanî ve insanî ruh birlikte bulunur. Büyüme, gelişme ve üreme gibi durumlar, nebâtî ruh veya nebâtî nefs sayesinde, his ve irade ile ilgili hareketler, hayvanî ruh ve hayvanî nefs sayesinde, düşünme, muhâkeme gibi davranışlar, insanî ruh veya insanî nefs sayesinde gerçekleşir. Nebatî ve hayvanî ruh ölür, insanî ruh ölmez, yaşar.

Bazı filozoflarla mutasavvıfların bir kısmı, ruh ile nefsin aynı şey olduğunu söyleyerek benliğin müsbet tarafına ruh, menfîsine de nefs derler. Ya da bir başka ifâdeyle nefs, ruhun alt kademesinin; yani ruh ile maddenin birleşmesi sonucu meydana gelen ilk derecesinin adıdır. Bu yüzden psikolojinin incelediği ruh değil, nefs, yani “psi”dir. Yukarıya doğru safiyet kazandıkça nefs özellikleri zâil olur. Nefsin dereceleri bir bakıma bu yükselişi göstermekte ve mutmainne derecesine eren nefs, nefs olmaktan çıkıp ruh özelliği kazanmaktadır.

Diğer bazı mutasavvıflarsa, nefs ile rûhu ayrı ayrı varlıklar sayarak, bunların birbirlerini esâret altına almaya çalıştıklarını ifâde ederler. Ruh, insanın Allah’tan kaynaklanan yönlerinin bütünü, nefs de beden menşeli özelliklerinin tümü olduğu için, biri diğerini esir etme mücâdelesi içindedir.

4- Akıl: Algılama ve idrak kabiliyetidir, iki türlü akıl vardır. Biri eşyanın hakikatini bilmekten ibâret olan akıl, diğeri ilimleri kavrayan ve Hz. Peygamber’in: “Allah’ın yarattıklarının ilki akıldır.”[23] hadîsiyle anlattığı akıldır. Mutasavvıflar genellikle akıl yerine kalb kelimesini kullanırlar. Kalb, rûh, nefs ve akıl arasında şöyle bir ilgi vardır. Bir ruhta şehvet galip gelince, nefs, rûh haram şehveti yenince, akıl, rûh iman özelliklerine sahip olunca, kalb adını alır.

Bazan rûhun ayrı tezâhürleri olarak da değerlendirilen “nefs, kalb ve akıl”, tasavvufta insanın eğitime konu olan mânevî boyutudur. Özellikle kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesi bu işin ağırlıklı noktasını oluşturmaktadır.

 

 

II. TASAVVUFTA İNSÂN-I KÂMİL

“İnsan-ı kâmil” kavramının tasavvufta, lügat anlamından farklı ve kapsamlı ontolojik bir mânâsı vardır. İnsanın Allah’ın yeryüzünde halîfesi olması itibariyle, O’nun bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan hazârat-ı hams ve merâtib-i vücûdu kendinde toplayan kişiye insan-ı kâmil denir.

“İnsan-ı kâmil” kavramı ilk devir sûfîlerinde hemen hiç rastlanmayan bir kavramdır. Ancak Hallac-ı Mansûr (ö.309/921): “Allah Adem’i kendi sûretinde yarattı.” hadîsinden yola çıkarak Allah’ın kendi nefsinde, kendisi için tecellî ettiğini söylemiştir. Bu tecellî ile Allah, kendi isim ve sıfatlarının hepsini ihâta eden sûret vücûda getirmiştir. Hallac’ın bu anlayışı, daha sonra İbn Arabî (ö.638/1240)’nin “insan-ı kâmil” düşüncesine zemin hazırlamıştır.

İnsan-ı kâmil fikri, varlık fikrinin devamıdır ve onunla alakalıdır. Nitekim İbn Arabî’ye göre kâinat ilk önce ruhsuzdu. Tıpkı cilâsı vurulmamış bir ayna gibiydi. Âdem bu cilâsız aynanın cilâsı ve rûhu olmuştur. Ona göre insan, ilahî isim ve sıfatlarının, bütün kemallerini aksettiren cismi, büyük âlemin cisminden küçük olsa bile, insan büyük âlemin bütün hakîkatlerini kendinde toplamaktadır. İnsan-ı kâmil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı kâmil, maddî ve manevî bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.

İnsan-ı kâmil, Hz. Muhammed’dir. Ancak O’nun tarihî şahsiyeti değil, henüz Âdem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed’dir. Yani hakîkat-i Muhammediyye’dir. İnsan-ı kâmil, varlığın ve hilkatin gayesidir. Zîrâ ilâhî irâde ancak onun vasıtasıyla tahakkuk edebilir. Eğer insan-ı kâmil olmasa Allah bilinemezdi.

Aziz Nesefî (ö.700/1300), ilk defa İnsan-ı Kâmil adlı Farsça bir eser kaleme almışsa da eserlerinde bu konuyu en geniş ve sistematik biçimde işleyen İbn Arabî’dir. Abdülkerim Cîlî (ö.820/1417) aynı adlı eseriyle, bu konuda söylenebilecek olanları toparlamıştır. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1194/1780) da İnsâniyyet-i Kâmile adıyla bir eser yazmıştır.

Azizüddin Nesefî, “insan-ı kâmil’i şerîat, tarîkat ve hakîkatte tam olan insandır, diye târif eder ve bunu şöyle açıklar: “Kâmil insan, iyi söz, iyi hareket, iyi ahlak ve iyi bilgide tam olandır. Bu dört şeyi kemale erdiren kemale ulaşmış sayılır. İnsan-ı kâmil âlemde daima vardır, birden fazla olmaz.

İbn Arabi’nin yolunu izleyen Abdülkerim Cîlî de insan-ı kâmil’in “hakikat-i Muhammediyye” olduğunu ifade eder. Ancak bu hakikat, her devirde zamana göre değişen isim ve sûretlerde peygamber ve velî olarak zahir olur. Nitekim Azîz Mahmud Hüdâyî’nin:

Ayinedir bu âlem her şey Hakk ile kâim

Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim

beyti de bu düşüncenin ifâdesidir. İnsan-ı kâmil, varlığın hakikatlerine tekabül eder. Mesela O’nun kalbi arşa, inniyyeti (benliği) kürsüye, makamı sidre-i müntehâya, aklı kalem-i a’laya, nefsi levh-ı mahfûza, tabîatı anâsır-ı erbaaya taalluk eder.

İnsan-ı kâmil, ilahî tecellîlerin temsilcisi olduğu için onu tanımak Allah’ı tanımak demektir. Bu yüzden tasavvufî muhitlerde: “Kendini bilen Rabbını bilir”[24] hadîsi yaygınlık kazanmıştır. Hacı Bayram Velî’nin şu kıt’ası bu anlamdadır.

Bilmek istersen seni                Can içre ara anı

Geç canından bul anı             Sen seni bil, sen seni

Tasavvufî telakkîde her insan potansiyel bir insan-ı kâmildir. Çünkü insan, insan-ı kâmil olabilecek kabiliyetler taşır. Bu kabiliyetlerini tasavvufî terbiye usûllerine göre geliştirenler, o makama erişebilir.

İbn Arabi’den sonra gelişip sistemleşen “insan-ı kâmil düşüncesi, ondan sonraki sûfilerde belli bir şekilde ifâde edilmiştir. Osmanlı döneminin büyük sûfîlerinden Aziz Mahmud Hüdâyî (ö.1038/1628) özellikle padişahlara yazdığı mektuplarında bu konuya yer vermiştir.

İnsan-ı kâmil cümlenin rûhudur. Cümleyi câmi olup cümlenin hakkını verendir. Halkta Hakk’ı, Hakk’ta halkı görendir, Hakk’ın da halkın da hukukuna eda şuûruna erendir.

A. MÜMİN-İ KÂMİLİN ÖZELLİKLERİ

Tasavvufta “insan-ı kâmil” kavramı genellikle Hz. Peygamber ve ona niyâbeten kutub ve gavs için kullanılan bir kavramdır. “Mümin-i kâmil” kavramı ise “insan-ı kâmil” kapsamının dışında kalan kemal ehli insanlar için de kullanılmaktadır. Böyleleri büyük günahlardan kendilerini koruyan, küçük günahları da bilerek yapmayan kimselerdir.

Kâmil mümin denilince bütün kusur ve hatalardan arınmış bir insan hatıra gelmemelidir. İslam’da lâ-yuhtîlik (günahsızlık) ilkesi yoktur. Doğuştan gelen bir günah ve suçluluk da yoktur. İnsan elbette hata ve günahtan sâlim olamaz. Ama bununla birlikte kâmil mümin Kur’an’daki: “Sizi boş yere mi (abes) yarattığımızı sanıyorsunuz?”[25] “İnsanoğlu başıboş salıverileceğini mi zannediyor?”[26] âyetlerinde istifhâm-ı inkarî ile ifâde edilen yaratılış sırrının cevabını: “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım”[27] âyetinde bulmaktadır. İnsanın yaratılış gayesi kulluk olduğu için sûfîler ubûdiyyet ile hürriyet arasında bir irtibat görürler. İnsanın yabancılaşma sonucu kulluktan uzaklaşmasıyla hürriyetten de kopacağını; köleliğe, nefse ve hevâya kulluğa yöneleceğini ifâde ederler. Çünkü Allah Teâlâ: “Nefsini tanrı edineni gördün mü?”[28] buyurarak buna işaret etmektedir. İnsan Allah’a kul olduğu sürece hürdür, nefsinin esâretinden kurtulmuştur. Allah’a kulluktan uzaklaştığı sürece esirdir, nefsinin kölesidir. Kâmil bir müminin ancak Allah ile, insanlarla, dünya ve eşyâ ile ilişkilerinde temâyüz eden özellikleriyle tanınır:

 

1. ALLAH İLE İLİŞKİLERİNDEKİ ÖZELLİKLERİ

Kâmil bir müminin Allah ile ilişkilerindeki en önemli özelliği îman, îkan, ihsan, teslimiyet ve tevekküldür. Îmanın iki boyutu vardır. Marifet ve muhabbet; yani Allah’ı önce esma ve sıfatlarıyla tanımak, ardından O’nun sayısız nîmet ve ihsanlarını görüp sevmektir. Bu sevgi sebebiyle O’na îkan ve ihsan duygusuyla bağlanıp görüyormuş gibi kulluk etmek, O’na güvenmek ve teslim olmaktır. O’ndan gelecek her şeye rıza göstermektir. Emirlerine boyun eğmektir.

Tevekkül ve teslimiyet Allah’a güvenmektir. Sûfîlere göre tevekkül Allah Rasûlü’nün hali, el emeği ile geçinmek için çalışmak (iktisab), sünnetidir.

O’nun hali sünnetinden üstündür. Bu yüzden onlar, teslimiyyet ve tevekkül ile Hakk’a tefvîz-ı umur etme üzerinde dururlar.

Rıza, tabiattaki ilâhî kanunlar hükmünü icra ederken itiraz etmemek, sızlanmamak, kulun Allah’tan, Allah’ın kuldan râzı olması, işi kolaylıkla kabullenmesi demektir. Nitekim Ebû Süleyman Daranî: “Kul nefsâni arzulardan sıyrılınca Rabbından râzı olur.” der. Râbia Adeviyye: “Allah’ın nimeti kadar musîbeti de kulu memnun edince rızânın gerçekleşeceğini” söyler.

Şükür, ihsanda bulunanın nimetini O’na boyun eğerek itiraf etmektir. Her nimetin şükrü kendi cinsinden olur. Şükür kulda itmînan meydana getirdiği gibi nimetin artmasına da sebep olur. Nitekim Allah Teâlâ: “Şükrederseniz nimetimi artırırım. Nankörlük ederseniz benim azabım çok şiddetlidir”[29] buyurur.

Şükür dil, organlar ve kalb ile olur. Dille şükür, kulluk bilinciyle nimeti ilahiyyeyi itiraftır. Organlarla şükür, organları gösterilen istikamette kullanmaktır. Kalb ile şükür kalb gözüyle nimeti vereni görmektir. Ebû Osman Hîrî: “Şükür, şükürden aciz olduğunu idraktir.” der.

Şükür ve rızayı sabır ile desteklemek gerekir. Sabır müminin önemli bir vasfıdır. Asr süresinde sabır, Allah’a îman ve sâlih amelden sonra tavsiye edilen bir ilkedir. Îmanda ve salih amelde kemal sabırla gerçekleşir.

Allah ile ilişkinin bir boyutunu model şahsiyet sayılan Hz. Peygamber ile ilişkiler teşkil etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, sevgisine mazhar olmayı Peygamberini ittiba şartına bağlamıştır.[30] Peygamberin emrettiği şeyi alıp uygulamayı; sakındırdığı şeyden uzaklaşmayı emretmiş,[31] Peygambere itaati kendine itaate denk saymıştır.[32] Bu itibarla peygamberine îman ve ona gönülden bağlılık olmadan, Allah’a îmanda kemal gerçekleşmez. Peygambersiz bir din, rehbersiz bir dînî hayat düşünülemez. Hz. Peygamber sevgisinin ve ona uymanın tedrici olarak gerçekleşmesi için tasavvuf mânevî eğitimde mürşid mecburiyeti getirmiştir.

2. İNSANLARLA İLİŞKİLERİNDEKİ ÖZELLİKLERİ  

Kâmil bir müminin insanlarla ilişkilerinde en önemli özelliği adl ve ihsandır. Adalet hakkı gözeterek denge ile hareket etmek, ihsan ise ziyadesini yapmaktır. İnsanın çevresindeki insanlara karşı iyilik yapması, her türlü hayâsızlık ve kötülükten uzaklaşması sosyal hayatın gereğidir.[33]

“Üsve-i hasene” olan “model şahsiyet” Hz. Peygamber’in gösterdiği biçimde İslam’ın güzelliklerini edeble yaşamak gerekir. Edeb: Bütün hayır ve meziyetlerin toplamıdır. Utanılacak tavır ve davranışlardan uzak durmak demektir. Ebû Hafs Haddad: “Tasavvuf edebden ibarettir” derken bu sırra işaret etmiş ve Mevlânâ: “Hayvan ile insan arasındaki fark edebdir.” diyerek bu gerçeği vurgulamıştır. Nitekim şâir de şöyle der:

Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan

Giy o tacı emin ol her belâdan.

Edeb, güzel ahlaktır, îsardır, başkalarını kendine tercihtir. Ferâgat ve fedakârlıktır. En azından kendisi için istediğini başkaları için de istemek, kendisi için istemediğini başkaları için de istememektir. Bu, insanda sevgi doğuracak bir paylaşımdır.

Toplum içinde insanı ahlâkî açıdan yaralayacak ve başkaları nezdinde küçültecek, dedikodu, gıybet, sû-i zann, nemîme, iftira, istihza gibi ahlakî marazlardan uzak durmaktır. Kardeşlik duygularını zedeleyecek, birlik ve beraberliği bozacak tavırlardan kaçınmaktır.

Ahlâken kemâle ermiş kişilerin İslam toplumunda Hakk’ı tavsiye ve emr-i bilmaruf hizmetiyle de meşgul bulunmaları gerekir. Çünkü toplumda kötülüğün yayılmasını önlemek, en azından kötülüğe bulaşmamak kadar önemli bir görevdir. Kur’an’da İslam toplumu içinde böyle bir grubun bulunmasının emredilmiş olması bundandır.[34]

Ayrıca İslam ile insan arasındaki engellerin kaldırılması demek olan “cihad” hizmeti; malî, bedeni, fikri katkı ve bir îman borcudur.

3. DÜNYA İLE İLİŞKİLERİNDEKİ ÖZELLİKLERİ 

Mü’min-i kâmil için dünya bir araçtır. Çoğu zaman insanı aldatmaya yönelik tuzakları eksik olmaz. Nitekim Kur’an’da bununla ilgili pek çok ayet vardır. “De ki: Dünya metâı azdır. Takvâ sahipleri için âhiret daha hayırlıdır.”[35]

Dünyadan kurtulmanın yolu zühddür; yani dünyanın faniliğini düşünüp ona kapılmamaktır. Ayet-i kerîmede: “Rabbının adını an ve her şeyi bırakıp O’na yönel!”[36] buyurulmaktadır. Hadîs-i şerifte de: “Dünya’dan zühd eder, yüz çevirirsen Allah seni sever. İnsanların elinde olandan yüz çevirdiğin takdirde insanlar tarafından sevilirsin.”[37]

Dünya’ya karşı zâhid olan ve zühd konusunda insanları uyarma meziyetine sahip kimselere sokulmak emredilmiştir. Çünkü dünya sevgisi sâri hastalık gibidir. Dünya sevdalılarının yanında bulunanlara bu hastalık bulaşır. Zühd dünya malından, şöhret ve süsünden yüz çevirmektir. Allah ile ganî, Allah ile azîz olmaktır. Allah ile meşgul olmayı önleyen ne varsa kalpte ona yer vermemektir.

Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hesti, terk-i terk, anlayışıyla dünyaya dalmamalı, ukbâya aldanmamalı, varlığa sevinmemeli, gönlü gerçek sahibine açmalıdır. Mal içinde yüzse bile mal sevgisini gönlüne bulaştırmamalıdır.

Mâsiva şaibesinden dili tathire çalış

Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alış

Mâsiva ile alakayı kesmek, dünyaya ve onun nimetlerine kıymet vermemek, insanlar arasında iken bile Hakk ile meşgul olmaktır.

Kâmil mümin herkes gibi umumi hayata karışacak, kendisinin, aile efradının ve başkalarının işlerini görmeye çalışacak ve Allah takdir etmişse zengin de olacak. Mal da can gibi emanettir; devre mülktür. Emaneti en iyi biçimde kullanmak ise ibadettir.

Mal sahibi, mülk sahibi                      Hani bunun ilk sahibi

Mal da yalan mülk de yalan               Var git biraz da sen oyalan

III. MÜMİN-İ KÂMİL OLMAK İÇİN SEVGİ ve MODEL GEREĞİ

İnsanoğlu, yaratılış icabı birlik tutkunudur. Birliğe götüren sebeplerin en güçlüsü ise sevgidir. Nehir ve dere suyundaki birlik tutkusu, bu suları denize, oradan da okyanusa taşır. Kâinatın her zerresi bu tutku ile birbirine koşar. Evrendeki çekim kanununun en temel vasfı da sevgi ve câzibedir. Bu yüzden Allah Teâlâ kendisine duyulan aşk ve sevginin Peygamber sevgisiyle bütünleşip ona tebeıyyetle kemâle ermesini istemektedir: “De ki: Siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın”[38]

İttibâ, bir iktidâ olayıdır. İktidâ, sevgi ile ve gönülden istekle onun izine basarak yürümek demektir. Kur’an Hz. Peygamber (s.a.) için böylesine sıcak bir sevgiyle tam bir bağlılık istiyor. Çünkü Kur’an Hz. Peygamber’i bir model şahsiyet olarak sunuyor: “Allah’ın Rasûlü’nde sizin için Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça ananlar için güzel bir örnek (üsve-i hesene =model şahsiyet) vardır”[39] buyurmaktadır. Kur’an Hz. Peygamber’den başka İbrahim ve diğer peygamberler hakkında da bu tabiri kullanmaktadır.[40]

Üsve veya İsve, Rağıb el-Isfahânî’nin beyânına göre; iyi veya kötü, üzüntü veya sevinç veren, başkalarına örnek teşkil edecek haslet demektir. Teessî: Örnek veya model kişiye uymak ve onun ardınca gitmek demektir. Peygamberler ve Hz. Peygamber, sâdece dünya ve dünya süsünü arayanlarla Allah’ı ve âhiret gününü düşünmeyenlere rehber olmak üzere değil, aynı zamanda Allah’ı ve âhireti gözleyen, Allah’ı çokça ananlar için de en güzel örnek olmak üzere gönderilmiştir. Çünkü kendilerini ibâdete verip ibadet ve riyazatta müslümanlıktan ve Hz. Peygamber’den daha fazla olmak iddiasında bulunabilecek kimselere de o modelin itidal çizgisi örnek olarak sunulmuştur. Nitekim asr-ı saâdette Hz. Peygamber’in ibâdet hayatını öğrenip adetâ onu azımsayarak devamlı oruç tutmaya, sürekli namaz kılmaya ve hiç evlenmemeye azmeden kimselere onun yaptığı uyarı bunu ortaya koymaktadır.

Allah Rasûlü’nü ümmete model olarak sunan: “Peygamber size neyi verdiyse alın, neyi yasakladıysa ondan sakının” [41] âyeti, O’nun yalnız sözleriyle değil, fiil ve hareketleriyle dahi delil ve kendisine uyulan bir rehber olduğunu hükme bağlamaktadır.

Allah Rasûlü’ndeki örnek şahsiyeti ortaya koyan ayet, aslında insanların ahlakî eğitim sürecinde model arayışı özelliğini gündeme getirmektedir. İnsanlar kuralları öğrenip uygulamaktan çok, onları uygulayan örneklerle bütünleşmeyi arzularlar. Model şahsiyet ahlâk gibi teorik bir konuda insanların işini kolaylaştıran müşahhas bir nümûnedir. İnsanlardaki etkileşim özelliği hallerin ve duyguların yansıma etkisi eğitimde modeli gerekli kılmaktadır.

İnsanlık tarihine bakıldığı zaman, nesilleri için sunulabilecek kahramanları ve kitleleri için model şahsiyetleri bulunan toplumlar, sosyal gelişmelerde ve kitlenin yönlendirilmesinde çok daha başarılı olmaktadırlar. Gençlerin gönüllerine zerk edilen modeller, onları alır götürür ve yeni ufuklara taşır. Gençlere sunulacak modeli bulunmayan toplumlar tükenmeye ve varlık heyecanını yitirmeye mahkûmdur.

XX. Yüzyılın başında Batı’da gelişen kültür değişimi ile birlikte topluma sunulacak modeller de değişti. Batılı ilim ve fikir adamları sinema, tiyatro ve TV aracılığı ile Batı insanına yeni kahramanlar üretmeye soyundular. Ve yeni değer ölçülerine göre tarihten bir takım modeller sunarak XX. yüzyıl Batı insanının kişiliğini dokudular. Kültürel etkileşim, İslâm toplumlarına aynı modelleri birlikte taşıdı. Bu yüzden bizim toplumumuzun gençleri de son yarım yüzyılda Batı ve Amerikan toplumlarının model gibi sunduğu film kahramanları ile bütünleşti. Kendisini onlarla aynileştirme yoluna girdi.

Model arayışları çok mühimdir. Son birkaç yıldır, İslâm dünyasında ve ülkemizde Hz. Peygamber başta olmak üzere İslâm büyüklerini tanıtmaya yönelik çabalar önem arz etmektedir. Çünkü kendi gönül dünyasına uygun modelleri bulamayanlar, kendilerine takdim edilen diğer modellere takılır kalırlar.

Bu noktada en önemli mesele, model ile modele ulaşacak insanlar arasında kurulacak sevgi köprüsüdür. Bu köprü kurulmadan yapılacak bilgilendirme yetersiz kalmaya mahkûmdur.

Bugün İslâm dünyasının dışında Batıda da yaptığı inkılâb sâyesinde en etkili 100 arasında ilk sıraya yerleşen; hatta Hıristiyanlığın peygamberi Hz. İsâ’dan öne geçen Hz. Peygamber’i tanımak ve sevmek en önemli meselemiz. Çünkü marifet ve muhabbet birbirine bağlı şeylerdir. İnsan önce tanır, sonra sever ve ardından sevdiği gibi olmak ister. İşte bütün mesele de buradadır.

Yukarıda geçen “ittibâ” âyeti ile ardından gelen “üsve” âyeti marifet, muhabbet ve ittibâ sürecine ışık tuttuğu gibi, Sevgili Peygamberimizin: “İman, Allah ve Rasûlü’nün sana her şeyden daha sevgili olmasıdır.”[42] hadîsiyle: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki hiçbiriniz, ben kendisine ebeveyninden, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, iman etmiş olamaz” hadîsi onu sevmenin îmân’da kemâle ermek demek olduğunu göstermektedir.

Bu sevginin Allah Rasûlün’ün gönlünde nasıl mukâbele gördüğü Kur’an lisânıyla şöyle anlatılmaktadır: “O Peygamber müminlere nefislerinden daha yakın ve müşfiktir. Onun eşleri onların analarıdır”[43]; “Andolsun size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkündür. Üstünüze titrer. Müminlere karşı çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır”[44] Son ayette Allah, Peygamberinin müminlere karşı olan şefkat ve merhametini kendisine aid olan Raûf ve Rahîm isimleriyle tescîl etmiştir. Doğrusu âlemlere rahmet bir peygambere yakışan da budur. Onun şefkat ve merhamet örnekleri siyer ve hadis kitaplarında uzun uzun anlatılmıştır. Ama bu şefkat ve marhametin hedefi bellidir: Muhabbet.

Muhabbetten oldu Muhammed hâsıl

Muhammedsiz muhabbeten ne hâsıl”

sözü de bu gerçeği çok özlü biçimde ifade etmektedir.

Hz. Peygamber’e duyulan sevgi, ilâhî aşkın hem başı, hem de sonudur. Bu da başta Hz. Peygamber modeline uyma şeklinde ortaya çıkar. Sonunda bu sevgide istiğraka erip Allah’da fânî olmak şeklinde gerçekleşir. İlâhî aşk, sabır ve sebat ile Hz. Peygamberin davranışlarını taklîde bağlıdır. Taklîd ile başlayan bu iletişim ilâhî sırların kapılarını açar. Ardından taklîd, tahkîk vadisine erer. Yâni ibâdet, aşk ve birlik haline gelince de Allah’ı sevmekle Rasûlü sevmenin aynı şey olduğu ortaya çıkar. Nitekim şu ifâde bunu anlatır:

Zâtıma mir’ât edindim zâtını

Bile yazdım adım ile adını

Başlangıç dönemini teşkil eden model ile bütünleşmenin sağlanması amacına yönelik ibâdet ve riyâzatla ittiba dönemi nefse çok ağır gelir. Nefs ittiba kaydından sıyrılma yollarını arar. İlâhi aşk ve cemalden uzaklaştıracak fânî sevgilere, geçici cazibelere meyleder. Hatta daha ileri gidip bazen bu fânî meyil ve hevesleri gerçek aşk sanır. İşte bu ortamda ısrarla “ittibâ” işine ağırlık verilmelidir. Nefsin güzel görüp hoş gösterdiklerinden kaçmak; ağır görüp kaçmak istediklerine koşmak bu dönem için en etkili perhizdir.

Fânî olanlardan büsbütün geçip ebedi olana varmak kolay iş değildir şüphesiz. Bunun yolu da sevgiye kanat açmak ve bu sevgiyle dolu olanları sevmektir. Nitekim şu duâ bunu tâlim etmektedir. “Allahım! Bana seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi, senin sevgine yaklaştıran şeyleri sevenleri sevmeyi nasîb et!”

Demek ki: Sadece model ve sadece kural yetmiyor. Model ile kuralı birleştiren ve onları insana monte eden sevgiye ihtiyaç vardır.


[1] el-Bakara 2/30.
[2] et-Tîn, 95/4.
[3] Buhârî İstizan, 1, Müslim, Birr, 115.
[4] el-Hicr, 15/29, Şad, 38/72.
[5] el-İsrâ, 17/85.
[6] el-İsrâ, 17/70.
[7] en-Nisâ, 4/28.
[8] el-Enâm, 61/2.
[9] el-Bakara, 2/213.
[10] el-İsrâ, 17/11.
[11] en-Nahl 16/4.
[12] el-İsrâ, 16/67.
[13] el-Ahzâb, 33/72.
[14] Istılahatu’s Sûfîyye, 145.
[15] el-Hacc, 46.
[16] El-Bakara, 2/11.
[17] en-Naziat 79/40-41.
[18] Keşfu’l-hafâ, I, 143 (412).
[19] Keşfu’l-hafâ, I, 424 (1362).
[20] Yûsuf, 12/53.
[21] el-Hicr, 15/29, Sâd 38/72.
[22] el-İsrâ, 17/85.
[23] Bkz. Keşfu’l-hafâ, I, 263 (823).
[24] Keşfü’1-hafa, II, 262 (2532).
[25] el-Mü’minün, 23/115.
[26] el-Kıyâme, 75/36.
[27] ez-Zâriyat, 51/56.
[28] el-Furkan, 25/43.
[29] İbrahim, 14/7.
[30] Âl-i imran, 3/31.
[31] el-Haşr, 59/7.
[32] en-Nisa, 4/80.
[33] en-Nahl, 16/90.
[34] Âl-i imran, 3/104.
[35] en-Nisa, 4/77.
[36] el-Müzzemmil, 73/8.
[37] İbn Mâce, Zühd 1.
[38] Âl-i İmran, 3/31.
[39] el-Ahzâb 33/21.
[40] bkz. el-Mümtehine, 60/4,6.
[41] el-Haşr 59/7.
[42] İbn Hanbel, Müsned, IV, 11.
[43] el-Ahzâb, 33/6.
[44] et-Tevbe, 9/128.