Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Allah’a Götüren En Sağlam Rehber

Altınoluk Dergisi, 1991 – Subat, Sayı: 060, Sayfa: 029

Ebu Hamza, Bağdat tasavvuf ekolünün önde gelen üstadlanndan. Zikrin safası, cem’u’l-hirnme, mahabbet, şevk, kurb. üns gibi tasavvufun sırlarına dair söz söyleyenlerin ilkidir. Bağdad’da ondan önce bu tür konularda konuşan pek yoktur. Sünni mezheb imamlarımızdan Ahmed bin Hanbel ile de çağdaştır. Ebu Hamza vakit vakit İbn Hanbel’in derslerine ve sohbetlerine katılırdı. Tasavvuf ve maneviyat konuları gündeme geldikçe İmam Ahmed, ona: “Söyle bakalım sûfî. bu konudaki senin ve meslektaşlarının görüşü nedir?” derdi.

AŞKI TADAN BİLİR

O’na göre aşk, ancak çekenlerin bildiği, tadanların tanıdığı tatlı bir çileydi. Nitekim ona sordular:

– Aşık, sevgilisinden başkasına yönelebilir mi?

O şu karşılığı verdi:

– Hayır, aşk sürekli bir sıkıntı, kesiksiz bir sürür ve devamlı bir sancıdır. O’nu ona mübtela olandan başkası bilemez. Nitekim Hz. Mevlana da kendisine “aşkın ne olduğunu” soran biri ne: “Ben olursan anlarsın” diyerek aşkı ancak tadanların tanıyabileceği görüşünü ifade eden “Men lem Yezuk lem ya’rif: Tatmayan bilmez” sözünü hatırlatmak istemişti. Fuzuli de bu acı veren fakat acısı acıtmayan ve incitmeyen aşk belasını şöyle terennüm etmişti:

Aşk derdiyle hoşem, el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim, helakim zehr-i dermamndadır.

SEVGİDE ÖLÇÜLER

Sevgi ile ilgi arasında münasebet kurar, sevenin sevdiğini unutmayacağını söylerdi. Derdi ki: “İnsanın sevdiğini hatırlayıp anmaması imkansızdır. Sevgilisini hatırlayıp anınca da ondan hazz ve tad almaması mümkün değildir. Sevgilinin adını anmakla (zikir) meşgul olmaktan hazz alanın da başkasına ilgi duyması söz konusu değildir.

Fakirlik halini sevmenin zor olduğunu ona ancak sıddikların tahammül ve sabır gösterebileceğini söylerdi. Bu yüzden sehaveti, malı olanın olmayana vermesi değil, olmayanın olana vermesi, ya da olmamasından şikayetlenmemesi olarak tarif ederdi.

Dünya sevgisinin insan kalbini meşgul ve rahatsız ettiğini bildiğinden dünya sevgisini kalbinden çıkaranın dinleneceğini bu sevgiden boşalan yere zühd ve takvanın yerleşeceğini belirtirdi. Kalbe giren zühd ise, tevekküle yer açardı, bu sayede kulun teslimiyeti ve Hakk’a olan güveni artardı.

DAİMÎ FAKR HALİ

Üç şeyle birlikte şu üç şeye sahip olan manevi âfetlerden kurtulurdu. Onlar da:

1. Tok bir gönülle birlikte aç ve boş bir mide.

2. Tam bir zühdle birlikte daimi fakr.

3. Daimi zikirle beraber tam bir sabırdı.

Cünevd’in anlattığına göre Ebu Hamza, karnını pek nadir doyururdu. Çünkü Mekke dönüşünde onun yanına vardığını ve yemek ikram ettiğini söyler. Ebu Hamza ikram edilen mütevazı yemeği yedikten sonra “Mekke’den Bağdat’a gelinceye kadar bu üçüncü yemeğim” demişti.

EN SAĞLAM REHBER

Hakk yolu bilene o yola girmek kolay gelirdi. Böyleleri zaten Hakk yolun ancak Allah’ın bildirmesiyle bilineceğini bilirdi. Fakat “istidlal tariki” ile Hakk bulmaya çalışan bazan hata, bazan da isabet ederdi, iyi ve sağlam bir rehbere tabi olan gayesine kolayca ererdi. Allah’a götüren en sağlam rehber ise, hal, fiil ve sözlerinde Allah Rasulü’ne tabi olmaktı.

Derdi ki:

“Samimi bir dervişin en önemli alameti zengin olduğu halde fakra talib olmak gerçek, Ganî’inin Allah olduğunu bilmekti. İzzet ve saygınlık anında zillet ve tevazua da razı olabilmekti. Meşhur olduktan sonra unutulmayı göze alabilmekti.

HAYIR YOLU AÇILMIŞSA

Şöyle öğüt verirdi:

Allah Teala, sana hayır yollarından birini açarsa ona sıkı sarıl. Ama sakın ola ki o hayırlı işe takılıp onu vereni unutma ve o hayırla böbürlenme! Böyle bir durumda sana düşen o işe seni muvaffak kılana teşekkür etmendir. Şayet, seni başarıya ulaştıranı, unutur, sadece başardığın işi görürsen gözden düşersin. Şayed şükür yolunu tutacak olursan Allah nimet ve başarını artırır. Çünkü Allah: “Eğer şükrederseniz, nimetimi artırırım” (İbrahim, 14/7) buyuruyor.

Kişiye en büyük kötülüğün yine kendinden geleceğini, nefsinin hakkını verip şerrinden kurtulanın mutluluğa ereceğine inanırdı. Halkı kendisinden emin ve salim kılanın da halkın hukukunu korumuş olduğunu vurgulardı.

Ona göre üns, halk ile muaşeretten sadrın daralmasıydı. Derdi ki: “Ölümü düşünene Bakî olan sevdirilir, fânî olan yerdirilir. Nefsinden çekinenin kalbi, Mevtasına muvafakat suretiyle üns haline erer.”

Yerine göre, gafletin de işe yaradığını söyler, gaflet olmasa sıddıklar zikrullahın safasından can verir, derdi. Kur’an’daki: “Cahillerden yüz çevir” (el-Araf, 7/199) ayetini tefsir ederken: “Cehaletin en büyüğü nefstir, öyleyse herşeyden önce ondan yüz çevirmeli” diye konuşurdu.

İlahi adaletin gücünden ve şiddetinden korkmayı, fakat Allah’ın ihsanından ümid kesmemeyi öğütlerdi. Mekr-i ilâhîden emin olunamıyacağını söylerdi. Mekr-i ilâhîden nasıl emin olunurdu ki, Adem’in başına gelen bu yüzden gelmişti. Biz de cennette: “Geçmiş günlerde işlediklerinize (tuttuğunuz oruçlarınıza) mukabil yiyin için” (el-Hakka, 69/24) denilerek yeme-içme ile meşgul edilip, cemâl-i ilâhîden mahrum kalabiliriz. Böyle bir mekr, ne büyük bir mahrumiyet olur? derdi. Bu yüzden daima Allah’ı ve rızasını istemeyi tavsiye ederdi.

-rahmetullahi aleyh-

Kaynaklar: Sulemi, s.295-298; Hılyetü’l-evliya, X, 320-322; Tarih Bağdad, l, 390-394; Kuşeyri, er-Risale, l, 151; Nefehatü’l-üns, (trc. Lamii Çelebi), s.123-124; Şarani, l, 85; ibnu’l-mulakkın, s. 150-151; Âlâmü’n-nübefâ, XIII, 165-168; el-Keva-kibu’d-dürriyye, l, 261-262; el-Vâfi bi’l-Vefeyat, l, 244-245.