Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

TASAVVUF KÜLTÜRÜ ve ÂİLE

Tasavvuf klâsikleri olarak bilinen kaynak eserlerimizde âdâb bahsi anlatılırken evlilik ya da bekar yaşama gibi konulara yer verilir ve tasavvuf kültürünün evlilik ve âile kurumuna bakışı değerlendirilir. Serrâc’ın el-Luma’ından, Hucvîrî’nin Keşfu’l-mahcûb’una, Gazzâlî’nin İhyâ’sından Sühreverdî’nin Avârifü’l-maârif’i ve İbn Arabî’nin Füsûs’u ile Fütûhât-ı Mekkiyye’sine kadar hemen bütün eserlerde bu konuya dâir değerlendirmelere rastlamak mümkündür…

Tasavvuf klâsikleri olarak bilinen kaynak eserlerimizde âdâb bahsi anlatılırken evlilik ya da bekar yaşama gibi konulara yer verilir ve tasavvuf kültürünün evlilik ve âile kurumuna bakışı değerlendirilir. Serrâc’ın el-Luma’ından, Hucvîrî’nin Keşfu’l-mahcûb’una, Gazzâlî’nin İhyâ’sından Sühreverdî’nin Avârifü’l-maârif’i ve İbn Arabî’nin Füsûs’u ile Fütûhât-ı Mekkiyye’sine kadar hemen bütün eserlerde bu konuya dâir değerlendirmelere rastlamak mümkündür.
Evlilik ve âileyi neslin devamı ve Rahmân sıfatının bir tezâhürü gibi gören tasavvuf ehli genelde evliliğe yönelişi seyr u sülûk denilen mânevî eğitimden sonraya bırakmayı daha uygun görmektedirler. Çünkü âlemde insanın temel vazîfesi Allah’a kulluktur. Seyr u sülûkle Allah’a kulluk noktasında azim, niyet ve kararlığını pekiştirmemiş bir insanın âile sorumluluğu ile savrulup yamulabileceği, dolayısıyla âilenin gâileye dönüşeceği açıktır.
Sûfîler âile ile gâile arasında bir nokta farkı görürler. Gerçekten de Arapça harflerle âile ile gâile aynı yazılır, gâilede bir nokta farkı vardır. O da mâsivâ noktasıdır. İşte bu âile sorumluluğu ile mâsivâ noktasına kurban olmamak için insanın kalbini tasfiye, nefsini tezkiye sonucuna götüren seyr u sülûk görmüş olması gerekir.
Toplum içinde âile, insan organizmasındaki hücreye benzer. Nasıl beden milyonlarca hücreden meydana geliyorsa toplum da hücre mesâbesindeki milyonlarca âileden oluşur. Nasıl bedenin sağlığı, hücrelerin sıhhati ve yenilenmesiyle yakından alâkalıysa toplumun sağlığı da âile hücresinin sıhhatine ve yeni âile hücreleriyle gelişmesine bağlıdır.
Tasavvuf erbâbına göre âilenin neslin devamı ve esmâ-i hüsnânın tezâhürleri açısından en iyi yorumlandığı ilâhî ferman Rûm Sûresi, 30/21. âyet-i kerîmesinde yer almaktadır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: “Sükûnet bulmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda meveddet ve merhamet peydâ etmesi Allah’ın delîllerinden/ mûcizelerindendir. Doğrusu bunda iyi düşünen bir kavim için delîller vardır.”
Bu âyet-i kerîmede âile hayâtı içinde tasavvufun önemsediği üç kavram öne çıkmaktadır. Bunlar da:
1- Sükûn/sekînet; yâni huzûr ve güven,
2- Meveddet/muhabbet; yâni sevgi ve aşk,
3- Rahmet/şefkat; yâni hoşgörü duygusudur.
Bu kapsamlı anlamlar gereği gibi algılanıp yaşanabildiğinde âile yuvasına sağlayacağı huzûr ve mutluluk açıktır. Şimdi sırasıyla bu kavramların Kur’an, sünnet ve tasavvuf kültürü açısından ihtivâ ettikleri mânâlara bir bakalım:

I- SÜKÛN, MEVEDDET ve RAHMETİN ANLAMLARI
A- Sükûn/Huzûr ve Güven
Âyette “liteskünû” lafzıyla geçen bu kelimenin hareketten sonra durgunlaşmak; yâni sükûn, taşkınlıktan sonra olgunluk ve sükûnet ya da bir yere yerleşmek; yurt ve mesken edinmek gibi anlamları vardır. Allah Teâlâ’nın Âdem’i, ondan da Havvâ’yı yarattıktan sonra onlara hitâben: “Ey Âdem, sen ve eşin Havvâ cennete yerleşin; orayı mesken edinin ve orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nîmetlerinden yiyin”  buyurması, oraya yerleşmek ve yurt edinmek anlamınadır.
Sükûn, huzur bulmak, sükûna ermek anlamına da kullanılmıştır. Nitekim cennette tecellî nûrunun tesiriyle benlikten soyunan Âdem’in kendisinden zuhûra gelen Havvâ ile sükûn bulduğu şeklinde yorumlanarak yukarıdaki âyet şöyle açıklanmıştır: “Ey Âdem, sen ve eşin Havvâ cennette sükûn bulun.”  Âdem ile Havvâ da birbiriyle sükûn ve tesellî bulmuştu. Aslında erkeğin kadından, kadının erkekten başkasıyla sükûn bulması beklenemez. Çünkü kadın ve erkek birbirlerinin yoldaşı, sırdaşı ve haldaşıdır.
İbrâhim (a.s.)’ın çocuklarından bâzısını Mescid-i Harâm’ın ekinsiz vâdisine yerleştirmesi de yurt edinmek anlamına gelmektedir: “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için Sen’in kutsal evinin yanında, zirâata elverişsiz bir vâdiye yerleştirdim/iskân ettim.”
Bu kelimede istirâhat ve dinlenme mânâsı da vardır. Nitekim Kur’an’da buyrulur: “Geceyi sizin istirâhat etmenize elverişli hâle getirdi.”
Aynı kökten gelen “seken” kelimesi, dinlenme ve huzur anlamınadır. Nitekim Kur’an’da: “Allah size evlerinizi seken/huzur ve dinlenme yeri yaptı”  buyrulur. Namaz ve duâdaki huzûru da Kur’an aynı kelimeyle karşılar ve buyurur ki: “Senin duân onlara seken/huzur verir.”
Aynı kökten “sekîne” ise müminlerin kalbini sâkinleştiren ve onlara güven telkîn eden görünmeyen bir varlıktır. O, ya bir melek ya da kalbdeki pozitif enerjidir. Nitekim: “Müminlerin kalblerine sekîne indiren Allah’tır”  âyetinde geçen sekîneden maksad kalblere inen mânevî huzûrdur.
Hem sükûnun hem de sekînetin bir anlamı da huzûrdur. Huzûr, korku ve kaygılardan uzak bir güven ortamı demektir. Bu ortamı sağlayacak olan ise eşlerin davranışlarında birbirlerine şüphe uyandıracak ya da gönüllerine korku düşürecek tavırlardan uzak durmaları ve karşısındakinin güvenini ihlâl edecek bir yanlış yapmamaya özen göstermeleridir. Sükûnet ve sekînetten oluşacak huzûrun gerçekleşmesi buna bağlıdır.
Güvenin sağlanmasının yuva kurulmadan önceki temel şartı, sosyal statü ve mânevî açıdan kefâet/denkliktir. Evliliğin devamı sırasındaki şartı ise birliktelik, paylaşım ve gözlerin dışa değil, sâdece eşlere çevrilmesidir. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Siz iffetli olunuz ki hanımlarınız da iffetli olsunlar.”
Erkek ve kadın kişilik, ibâdet ve kulluk sorumlulukları açısından müsâvîdir. Ahzâb sûresinde bulunan bir âyette “müslimîn ve müslimât” “müminîn ve müminât” lâfızlarıyla erkek ve kadının şu on konuda eşit olduklarına dikkat çekilmiştir: Bu âyete göre kadın ve erkeğin müsâvî olduğu on özellik şunlardır: 1-İslâm, 2- Îmân, 3-Kunût/ibâdet, 4-Sadâkat/söz ve özde doğruluk, 5-Sabır, 6-Huşû, 7-Tasadduk/zekât ve sadaka vermek, 8-Oruç, 9-Nâmusu korumak, 10-Allah’ı çokça zikretmek.
Bu sıfatlara sahip olan kadın, erkekten geri değildir. İbâdet ve tâatta, irfân ve idrâkte Râbia misâli erkekleri geçen kadınlar her zaman olmuştur. Bunlar kadınlıkları sebebiyle asla horlanamaz. Nitekim Câmî, Nefehât’ında Râbia gibi âbide kadınları anlatırken şöyle bir şiir nakleder:
ولو كان النساء كمن ذ كرنا  لفضلت النسا ء على الرجال
فلا التأ نيث لاسم الشمس عيب ولاالتذكير فخر للهلا ل
Dediğim gibi olduğunda kadınlar / Ricâle üstünlüğünde ne şüphe var?
Müzekkerlik olmaz ay için iftihâr / Müenneslikten gelmez güneşe bir âr.
Tasavvuf târihinde nice Râbialar gelip geçmiştir. Ünlü mutasavvıf İbn Arabî’nin Endülüs’teki mürşidlerinden biri Kurtubalı Fâtıma Müsennâ’dır. O, doksanı mütecâviz yaşına rağmen İbn Arabî’ye rehberlik etmişti.  Tasavvufta ricâl-i gaybdan sayılan “abdal” unvânı ile anılan “kırklar” arasında kadınların da bulunması bu açıdan düşünülmeye değer bir konudur.
Değişik anlamlarda kullanılan sekînet kelimesi bu farklı mânâlarıyla âilede zuhûr etmektedir. Şöyle ki:
1- Eşler evlilik sâyesinde mesken ve yurt edinmektedir. Türkçede izdivâcın “ev”lenmek olarak tercüme edilmesi bile kelimenin bu anlamıyla alâkalıdır.
2- Eşler evlilik sâyesinde birbiriyle sükûn ve huzûr bulmakta, doyuma ermektedir.
3- Eşler evlilik sâyesinde hareketli bir hayâttan sükûna ererek yerleşik düzene geçmektedir. Yuva eşler için sükûn ve istirâhat mahallidir.
4- Evler seken, huzûr ve dinlenme yeridir.
5- Ev ortamı namaz ve duâ gibi mânevî bir huzûr verir. Kur’an’da salât ve seken kelimelerinin yan yana kullanılması ve Allah Rasûlü’ne dünyada ilk sevdirilen şeylerden birinin kadın ve diğerinin namaz olması bu konuyu hatıra getirmektedir.
6- Evlilikte kalbleri sakinleştiren pozitif enerji anlamındaki sekînet, insanlara medeniyet tesisini telkîn eden bir iç motivasyondur.

B- Meveddet/Sevgi ve Aşk
Muhabbet anlamına gelen meveddet kelimesi istemek ve sevmek; istenilen ve sevilen şeyin gerçekleşmesini arzu etmek demektir. Kur’an-ı Kerîm’de “meveddet, vüdd” ve Allah’ın isimlerinden el-Vedûd şeklinde geçmektedir. Nitekim: “Îmân edip sâlih amel işleyenler var ya Rahmân onları sevdirecektir (meveddet)”  buyrulur. Gerek bu âyette ve gerekse bahse konu Rûm sûresindeki âyette meveddetten maksad, kalblerde meydana gelen yakınlaşma ve kaynaşmadır. Yakınlaştıran ve sevdiren Vedûd sıfatının sâhibi Allah’tır.
Âyette geçen meveddet, eşlerin birbirlerine olan sevgisini ifâde etmektedir. Meveddeti muhabbet/sevgi olarak algıladığımız zaman bazı tefsîrlerde geçtiği gibi neslin devamı için cinsel doyum mânâsına anlamak da mümkündür.
Meveddet, insanları yuva kurmaya sevk ederek kabile, millet ve devletlerin oluşumuyla sosyal hayât gerçekleşebilmektedir. Sosyal hayâtın oluşumunu sağlayan motor güç kadın ve erkeğe yerleştirilen, yuva kurmayı sağlayan meveddet duygusudur. Allah insanı iki cins olarak yaratmış, ruhlarına meveddet duygusu vererek cinsler arası alâkadan ruhlar için bir sükûn, sinirler için bir dinlenme vesîlesi kılmıştır. Kalb ve bedenin huzûru, hayât ve maîşetin istikrârı, ruh ve vicdânın ünsiyeti meveddet sâyesindedir. Meveddet duygusu sâyesinde iki en yabancı, birbirine en yakın hâle gelmektedir.
Hikmet sâhibi yaratıcı kudret her iki cinsi birbirine uygun bir âhenkle yaratmış, psikolojik ve fizyolojik açıdan tam uyumlu kılmıştır. Erkek ve kadınların yapıları gibi sayıları da birbiriyle dengeli ve uyumludur. Fıtrata beşer eliyle bir müdâhale olmazsa hiçbir bölgede bu denge bozulmamakta, sâdece erkeklerin ya da sâdece kızların doğduğu görülmemektedir. Bu işleyiş, bir tesâdüf değil; akıllara durgunluk veren mükemmel kudretin planıdır. Yaratıcı kudret bu düzeni kadın ve erkeğin birbirinin ihtiyaçlarını karşılayarak birbirlerinden sükûnet bulma amacıyla yapmıştır.
Meveddet ve muhabbet irfân ehli kişilerce kâinâtın varlık sebebi olarak görüldüğü gibi onlara göre kadına muhabbet ve hürmet de Allah’a muhabbetin eseridir. Çünkü ârifler kadında Hakk’ın ışığını görür.  Nitekim Kur’an’da da: “Biz her şeyi bir nefsten yarattık. Eşini de ondan yarattık”  buyrulur. Bu yüzden tasavvufta aşk denilince genelde ilâhî aşk anlaşılmakla birlikte mecâzî aşk da makbûl sayılmıştır. Mecâzî aşk nezih bir duyguyla karşı cinse olan sevgidir. Nitekim ilk tasavvuf klasiklerinden sayılan Serrâc’ın el-Luma’ında yer alan sûfiyâne bir beyit mecâzî aşkı çok güzel özetlemektedir:
صح عند الناس أني عا شق
غير أن لم يعر فوا عشقي لمن
Halk nezdinde benim âşıklığım sıhhat buldu,
Ancak kimse bilmedi, benim aşkım kime oldu?
Sultânu’l-âşıkîn unvânının sâhibi İbn Fârid, bütün ârifler gibi mutlak cemâli mukayyed cemâlde görmekte ve âlemdeki her güzelliği Hakk’ın cemâliyle îzâh ederek şöyle demektedir:
فكل مليح حسنه من جمالها
معار له أو حسن كل مليحة
Her güzel kadın ve her yakışıklı erkeğin güzelliği
O’nun güzelliğinden ödünç alınmadır.
Bu anlayış tevhîdin tezâhürüdür. Her şeyin sâhibi ve her fiilin fâili olarak Allah’ı gören insan sonuçta kendi varlığından geçerek Hakk ile kâim olduğu gerçeğini yakalar, bu duyguya eren de benlikten kurtulur, fizîkî güzelliği de maddî varlığı da kendinde emânet görerek bunlarla övünmek yerine Hakk’a şükretmenin yolunu arar. Bu ise insânî ilişkilerde mistik bir tavrın, sağlam bir tevekkül ve teslimiyetin tezâhürü demektir. Âriyet güzelliklerle ve fânî zenginliklerle övünen insan, elbette bunları aşanla bir olmaz. Evlilik hayâtında da iyilik ve güzellikleri Hakk’ın lütfu, eksiklikleri kendi nefsinin kusuru olarak gören, geçim ehli olur. Hem huzûr duyar, hem huzur verir; sever ve sevilir.
Mevlânâ Mesnevî’sinde Hz. Peygamber (s.a.)’den naklen “akıllıların kadınlara mağlub olduğunu, câhillerin ise gâlip gelmeye çalıştığını” söyleyerek der ki: Akıl ve gönül sâhipleri üzerinde kadınlar gâliptir. Câhil kişiler ise kadına gâlip olurlar. Câhiller pek sert ve pek kaba kişilerdir. Çünkü câhil ve kaba erkeklerde, incelik, lütuf ve sevgi azdır. Onların yaratılışlarında hayvanlık sıfatı üstündür. Sevgi, incelik ve acımak insanlık huyudur. Öfke ve şeh¬vet ise hayvanlık sıfatıdır.
Akıl ve gönül sâhibi ince ruhlu bir erkek, kadınlara karşı dâimâ anlayışlı, müşfik ve nâzik davranır; asla huşûnet göstermez.  Kırmaz ve incitmez. Buna mukabil câhil ve kaba erkekler kadınları ezmeye kalkar. Kaba ve sert davranır. Çünkü böylelerinin tab’ında hayvanlara mahsus sebüiyyet/yırtıcılık duygusu vardır. Muhabbet, aşk ve incelik insanların; sertlik, kabalık ve şehvet hayvanların vasfıdır.
Tasavvufî muhîtlerde Allah Rasûlü (s.a.)’nün: “Bana dünyânızdan üç şey sevdirildi: Kadınlar, güzel koku ve gözümün nûru namaz”  hadîsinin yorumunda ilginç açıklamalar vardır. Nitekim İbn Arabî’nin bu konudaki yorumları dikkat çekicidir: Hadîste Hz. Peygamber (s.a.)’in kendisine sevdirilenlerden ilk olarak kadınları zikretmesi, kadının erkeğin bir parçası olmasıyla alâkalıdır. İnsan, Hakk’ın zuhûrunun parçası olduğu gibi kadın da erkeğin zuhûrunun parçası olduğundan bu sevgi küllün cüz’e iştiyâkıdır. Kadın erkeğin sûreti üzere zâhir olduğundan erkek kadına müştak oldu. Erkeğin kadına olan iştiyâkı bir şeyin kendine iştiyâkı gibidir. Allah âdetâ erkekte kadının kendisinden çıkartıldığı boşluğu kadına arzu ile doldurmuştur.
Kadın hakîkat îtibâriyle erkeğin aynı; sûret îtibâriyle ise cüz’ü/parçasıdır. Küllün cüz’e muhabbeti; parçanın bütüne muhabbetinden fazladır. Bu yüzden Hz. Peygamber’in kadınlara muhabbeti kendi cüz’üne muhabbeti gibidir.
Kadının erkeğe iştiyâkı ise bir şeyin kendi yurduna düşkünlüğü gibidir. Çünkü erkek yaratılışı îtibâriyle kadının yurdu mesâbesindedir. Bu îzâha göre erkeğe kadın sevdirildi. Allah da kendi sûreti üzere yarattığı Âdem’e muhabbet gösterdi ve nûrdan yarattığı meleklere ona secde etmelerini emretti.
Ümmetine örnek olarak gönderilen Allah Rasûlü’nün hayâtı, beşerî sıfatlardan uzaklaşmak tarzında olmamıştır. Şayet o, dünyâ zevk ve hazlarını reddedecek tarzda yaşayıp melek sıfat bir hayâtı tercih etseydi insanlar için model olamazdı. Hatta böyle bir hayât tarzı ölü doğmuş bir norm olarak kalırdı. Çünkü insanlar beşerî vasıflarıyla böyle bir modeli algılayıp uygulayamazlardı. Oysa fıtrat-ı selîmesini koruyan insan, Allah’a kulluk ve şükürle tabiî zevk ve hazları birleştirebilirse bunları ibâdete dönüştürmüş olur. Allah Rasûlü’nün “bana dünyânızdan üç şey sevdirildi” ifâdesi bir bakıma şükürle tabiî hazların birleştirilmesi sonucu oluşan ibâdet ortamından haber vermektedir.
Hz. Peygamber adl/denge üzere model oluşunun gereği olarak dünyâ işlerinden soyutlanıp Hakk cânibine doğru yükselmek istediğinde Bilâl’e hitâben: “Yâ Bilâl, namaz için ezan okuyarak bizi ferahlandır!”  buyururdu. Vahdet galebesinden çıkmak istediği zaman ise Âişe vâlidemize hitâben: “Yâ Humeyrâ, konuş benimle!”  buyurarak eşiyle geçirdiği o saatleri bile ibâdet gibi yaşardı.
Erkekle kadın arasındaki muhabbet münâsebeti, yaratılış sırasında başlamıştır. Erkek hem kendi parçası olan kadını, hem de kendini yaratan Rabb’ını sever. Bu yüzden de Peygamberimiz (s.a.) hadîsinde: “Ben kadınları sevdim” değil, “Bana kadınlar sevdirildi” buyurmuştur. Böylece sevgisini Allah’a nisbet etmiştir.”
Tasavvufî telakkîye göre kadınlar, gerek yaratılış sırasında ve gerekse daha sonra Hz. Peygamber’in dilinden muhabbet ve aşka mazhar olduğundan büyük bir mazhariyete ermiş sayılırlar. Erkeğin kadına meclûbiyeti, kadının mazhar-ı aşk ve muhabbet oluşundandır. Aşk evvelâ kadında zuhûr etmiştir. Hz. Âdem, aşk ve muhabbetin zuhûrunu Havvâ’da görmüş ve onu sevmiştir.
Âriflerdeki kadın sevgisi nebevî bir mîrastır. Hz. Peygamber’den kalmıştır. Bu muhabbet sırr-ı ilâhîye işârettir. Kadına verilen değer, hayâtın ve neslin devamı için kadının yaratıcı kudretten vasıf ve tecellîler taşıması sebebiyle ilâhî mukadderâtın temeli olmasıdır.  Nitekim dilimizdeki: “Yuvayı dişi kuş kurar” atasözü bu gerçeği dile getirmektedir.
Erkekle kadının durumu su ile ateşe benzetilmiştir. Zâhir gözüyle bakılınca su, ateşten güçlüdür. Çünkü su ateşi söndürür. Ama araya bir perde konursa o zaman ateşin gücü ortaya çıkar. Meselâ bir testi ve çömleğe konulan suyu, ateş fokur fokur kaynatır.
Kadın ve erkek arasındaki koruyucu perde nikâhtır. Nikâh perdesi sâyesinde oluşan âile ortamında kadın, kendi ateşini söndürmeden erkeğini kaynatır ve olgunlaştırır. Bu yüzden “nikâhta kerâmet vardır” demişlerdir. Nikâhsız berâberlik ise ateşle suyun perdesiz ve tenceresiz birlikteliği demektir ki su her zaman ateşi söndürür geçer, gider. Dolayısıyla zâhiren güçlü gibi görünen suyu araya giren perde/hâil sebebiyle ateş nasıl kaynatırsa kadın da güçlü görüntüsüne rağmen erkeği öyle kaynatır ve o tencerede nice evlat ürünleri pişirir. Çünkü mânâda ve özde gâlib olan kadındır.
Erkeğin kadına olan sevgisi, onun vâsıtasıyla ilâhî güzellik vuslatına ermesidir. Erkek kadını sevdiği için vuslat istedi. Öyle olunca da kadının erkeğe galebesi tabiî oldu. Erkek vuslatın gâyesi olan muhabbeti diledi. Vuslatın en büyüğü kadın ile erkeğin mücâmaatıdır.  Unsurlardan oluşan bu sûret âleminde nikâhtan başka bir vuslat yolu yoktur. Vuslat, Hakk’ın kendisine halîfe olmak için kendi sûreti üzere yarattığı mahlûka karşı gösterdiği ilâhî teveccühün karşılığıdır. Âdem bu vuslatta kendi nefsini görür. Allah Âdem’i tesviye ve tâdil ile kemâle erdirdi. İlâhî nefesiyle ona kendi rûhundan üfledi. Böylece Âdem’in zâhiri halk/madde, bâtını Hakk oldu.
Tasavvufî açıdan sevgilisinin hakîkatine ve nurlarının âşinâlığına mârifet sebebiyle kadına/eşine muhabbet eyleyen kimse, Allah’a muhabbet etmiş olur. Bu sınırlar içinde kadına duyulan muhabbet, ilâhî bir muhabbet sayılır. Çünkü aşk rûhun rûha olan iştiyâkıdır. Nefsin tene duyduğu özlem ise şehvettir. Tene bağlı şehvet ve muhabbet, ruhsuz bir beden gibidir.
Âyette meveddet olarak ifâdesini bulan muhabbet, sevgi ve aşkın genel anlamda hayâtın içinde, özel anlamdaki evlilikteki yeri konusu şöyle maddeleştirilebilir:
1- Meveddet/sevgi âlemin varlık sebebidir. Yaratılışla ilgili olan kenz-i mahfî hadîs-i kudsîsi  bu gerçeğe işâret etmektedir.
2- Meveddet/sevgi sâyesinde cezbe kanunu gereği varlıklar birbirine akmakta kadın erkeğe, erkek kadına ilgi duymaktadır.
3- Sevgi, yaratılış sırasında Âdem ve Havvâ’ya ilkâ edilen yüksek bir duygudur. Bu yüzden tasavvufta aşk diye ifâde edilen meveddet/muhabbet ivazsız, garazsız sevmektir.
4- Meveddet/sevgi bir iç motivasyondur. İnsanı harekete, eyleme, özveriye fedâkârlığa, ferâgate hazırlar. Zaten gerçek sevgi vermekle belli olur. Sevmeden verilmez, vermeden sevilmez.
5- Sevginin mecâzî olanı hakîkate götüren bir köprü mesâbesindedir. İnsanoğlu karşı cinse duyduğu sevgiyle sevgi motifini tanır, geliştirir ve o sâyede ilâhî aşka temrin yapar.
6- Sevgi ilâhî menşeli olduğu gibi nebevî bir mîrastır. Hz. Peygamber (s.a.)’in dünyâda kendisine sevdirilenler arasında saydığı kadın cinsi onun mazhar-ı aşk oluşundandır.
7- Rûhun rûha iştiyâkı olan aşk ve sevgi ile nefsin tene bağlı yönelişi demek olan şehveti birbirinden ayırmak gerekir.
8- Meveddet, el-Vedûd esmâsının mazharı olduğuna göre, insanda ilâhî bir nefha ve hayâtı anlamlı kılan hoş bir râyihadır. O olmadan hayâtın zorluklarına katlanmak mümkün değildir.
9- Meveddet ve sevgiyi romantik ve platonik bir aşk gibi algılamak insanı çoğu zaman yanıltabilir. Meveddet ve sevgi romantizmden kaynaklanan bir duygu yoğunluğu değil, el-Vedûd esmâsına doğru kulun kendini aşma ve Müteâl olana ulaşma çabasıdır.
10- Sevgiyi platonikleştirmek sûretiyle erişilmez gibi algılamak ne kadar anlamsızsa hiç bedel ödemeden elde edilebileceğini düşünmek de o kadar safdillik olur. Dikene katlanmadan gonca gibi açmak ve kokmak nasıl mümkün değilse bedel ödemeden sevilmek ve meveddete mazhar olmak da mümkün değildir. Fuzûlî aşkın bedelsiz olmayacağını ve karşılık beklemeden olan aşkın gerçek aşk olduğunu ne güzel ifâde eder:
Cânı kim cânânı için sevse cânânın sever
Cânı için kim ki cânânın sever cânın sever

C- Rahmet/Hoşgörü
Rahmet, incelik ve ihsân demek olup tabîata yerleştirilmiş şefkat anlamınadır. Rahmet Allah’tan olunca nîmet ve lütuf, insanlardan olunca incelik ve şefkat mânâsınadır. Bu yüzden gökten inen yağmura da Allah’ın ikrâmı olması îtibâriyle rahmet denir.
Kur’an’da en çok geçen Rahmân ve Rahîm ilâhî isimleri bu köktendir. Burada geçen rahmet ise verenin Allah olması îtibâriyle ilâhî bir lütuf, insanlardan zuhûru îtibâriyle de incelik, merhamet ve şefkattir.
Hasan Basrî’nin âyette geçen meveddeti cimâ’, rahmeti çocuk olarak yorumlaması  eşlerin meveddet ürünleri ve şefkat tezâhürü çocuklarıdır. Çünkü çocuklar âile yuvasını şenlendiren, huzûr ve mutluluğu artıran, insanın kendisinin devamı gördüğü varlıklardır. Dolayısıyla rahmet lafzıyla âile yuvasının sosyal ve mânevî hayât için şefkat üretimine geçtiğini söylemek mümkündür.
Rahmân ve Rahîm sıfatlarının mazharı olan rahmet, Kur’ânî ifâdeyle her şeyi kuşatmıştır.  Allah Teâlâ kendi esmâsı arasında bulunan Rahîm ismini Kur’an’da bir yerde peygamberine sıfat olarak da zikretmektedir.
Peygamberine beşerî münâsebetlerde bir vasıf olarak verildiği beyân buyrulan “rahmet”in insânî ilişkileri nasıl etkilediği âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyrulmaktadır: “Allah’tan bir rahmet sâyesinde sen insanlara karşı yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Şu hâlde sen onları affet, bağışlanmaları için mağfiret dile, işler hakkında onlarla müşâvere et, kararını verdiğin zaman da Allah’a dayan.”
Bu âyet-i kerîmeye göre Hz. Peygamber’de zuhûr eden ve insanlarda da bulunması istenen beşerî ilişkilerde ve âiledeki rahmetin tezâhürünü şöyle maddeleştirmek mümkündür:
1- Rahmet ve merhamet gereği leyyin/yumuşak davranmak; çünkü hilim kılıcı öfke kılıcından dâimâ daha keskin ve daha sonuç alıcıdır.
2- Kabalık, katı yüreklilik ve sertlikten uzak durmak; çünkü sertlik her zaman toz kaldırır, ilişkileri zedeler.
3- Hatâ ve kusurları affedici, bağışlayıcı ve hoşgörülü olmak.
4- Hatâ ve kusuru hoş görmeğe ilâveten hatânın ilâhî isyâna taalluk eden boyutu varsa karşımızdakine aynı zamanda af için duâ etmek.
5- Muhâtabımızı adam yerine koyup değer vererek onun fikrine danışmak.
6- Haklı ve isâbetli kararlardan sonra ise Allah’a dayanıp güvenmek.
Allah Rasûlü âile içindeki hüsn-i muâmelenin rahmet vesîlesi olduğunu şöyle ifâde buyurmaktadır: “Erkek hanımına, hanımı da beyine baktığında Cenâb-ı Hakk onlara rahmetle nazar buyurur. Şâyed erkek hanımının elini tutarsa her ikisinin de günahları parmaklarından dökülür.”
Âile bir taraftan insan neslinin devamını, diğer taraftan medeniyetin tesisini sağlayan mükemmel bir düzendir. Eğer kadın ve erkek cinsleri farklı şekillerde yaratılmasa ve birlikte olduklarında duydukları sükûn, sükûnet ve sekînet kendilerine verilmeseydi insan nesli hayvanlarda olduğu gibi yine üreyebilirdi. Ama medeniyet oluşmazdı. Çünkü medeniyeti sağlayan insan neslinin birliktelikten duyduğu sükûn, meveddet ve rahmettir. Sükûn ve seken ile yuva kurarak yerleşik düzene geçen eşler, meveddet ile sevgiyi soluklamakta, maddî ve mânevî doyuma ermekte; rahmet tezâhürü olan çocuklarıyla rahmânî bir haz yaşamaktadır.

II- BİR BAŞKA AÇIDAN SÜKÛN, MEVEDDET ve RAHMET
Âyette geçen sükûn, meveddet ve rahmeti Allah’ın âyetlerinden olmak üzere bir ömür boyu huzûr ve mutlulukla devam eden uzunca bir âile birlikteliğinin muhtelif safhaları olarak da yorumlamak mümkündür:

A- Sükûn ve Sekînet Safhası
Evliliğin ilk yıllarını oluşturan ve eşlerin fizîkî ve rûhî bakımdan birbirlerinde sükûnet buldukları, gözlerini dışa yumup âile yuvasına açtıkları ve sâdece birbirlerinin gözlerini görmekle mutlu oldukları dönemdir. Hayâtın hızlı akışı, organizmadaki hücrelerin hızlı bir biçimde yenilenmesi sâyesinde bu dönemde eşler kendi içlerinde birbirlerine yetmekte ve problemlerini birlikte çözmektedirler.

B- Meveddet Safhası
Evliliğin çocuklarla süslendiği, eşlerin birbirlerine samîmî bir dost ve arkadaş gibi hayâtın zorluklarını paylaştıkları kemâl/olgunluk dönemidir. İzdivâçların ürünü olan çocuklarının şenlendirdiği ortamda âile yuvası sevgi sıcaklığında kemâle erer. Gençlik, câhillik ve tecrübesizliğin ürettiği yanlış tavırlar azalmış, eşler birbirini iyice tanımış, sevgi ve güvenin egemen olduğu bir ortam doğmuştur. Bir yandan da eşlerin çocuklarını yavaş yavaş yuvadan uçurmaya hazırlandığı hasad dönemidir bu dönem. Belki de âile saâdetinin en yüksek seviyede soluklandığı bir ortamdır. Yuvadan uçan yavruların huzûr ve mutluluğunu görmek ana yuvadaki meveddeti, muhabbeti tezyîd eder.

C- Rahmet ve Şefkat Safhası
Gençlik ve olgunluğun ardından gelen, sekînet ve meveddetle yaşanan dönemden sonraki yaşlılık safhasıdır. Her şeyin aslına rücûu gibi insan da yaşlandıkça çocukluğuna geri döner. Bu, hem fizîkî davranışlarda yardım ve desteğe muhtâc olmasını, hem de psikolojik olarak şefkat ve merhamet desteğine ihtiyâç duyması sonucunu doğurur. Allah Teâlâ anne babaları yaşlılık çağına ulaşan evlâdlara şöyle nasîhatte bulunur: “Anne babana merhametle üzerlerine alçakgönüllülük kanatlarını indir ve onlara şöyle duâ et: Rabbim, küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse şimdi Sen de onlara öylece rahmet et.”
Yaşlanan insan merhamet ve şefkate ihtiyâç duyar. Evliliğin bu safhasında eşlerin ilişkileri merhamet zeminine oturmaktadır. Çünkü birbirlerinin desteğine ihtiyaçları vardır. Birbirlerine ihtiyaçlarının daha iyi farkına varmışlar ve biri olmadan diğerinin hayâtını sürdürmesinin zorluğunu anlamışlardır. Birbirlerine olan nazarları bile şefkat doludur. Birbirinin sesini duymak, nefesini hissetmek bile eşlerin bu safhadaki huzûr ve mutlulukları açısından çok önemlidir.
Netîce olarak:
Sükûn dönemi eşlerin “can cana”,
Meveddet dönemi “yan yana”,
Rahmet ise “şimdi lâzımsın sen bana”
dönemleri olarak değerlendirilebilir.