Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Tasavvuf Fıtri Bir Hadisedir

Altınoluk Dergisi, 2006 – Kasim, Sayı: 249, Sayfa: 012

Bilenin de bilmeyenin de konuştuğu; işin uzmanlarına pek söz düşmeyen üç alan var dünyada: Diyânet, siyâset ve tabâbet. Son yıllarda buna bir de spor ve özellikle de futbol eklendi. Dini konularda, siyasi mevzular ile tabâbet ve sağlık hususunda herkes kendini yeterli sanıyor. Görüş açıklamada, değerlendirmede bulunmada hiçbir mahzûr görmüyor. Başka konularda işin uzmanına başvurmak ve onun görüşünü almak ihtiyacını hissetseler de bu konularda küllî bir rahatlık var. Belki de insanlar bu konuların hayatlarının bir parçası olmasından dolayı bu rahatlığı hissediyorlar.

Din, diyânet konusu bunların en başta geleni. Ramazan geldi mi medya bu konuda herkesi konuşturup bazı şeyleri kaşımayı; öküz altında buzağı aramayı pek seviyor. Özellikle dinin maneviyât ve rûhâniyât gibi son derece özgün olan alanına; tasavvuf ve tarikat mevzûuna gelince ölçüler daha genişliyor; ilgili ilgisiz, yetkili yetkisiz; her ağızdan ses çıkıyor. Bildik görüntüler ve bildik laflar hemen gündeme taşınıyor. Tasavvuf ve tarikat konusu muhalif olsun, muvafık olsun insanların kolay kolay konuşup tartışmaktan vazgecekleri bir konuya benzemiyor. Dinin önemli bir alanı olarak insanları ilgilendiriyor.

Objektif bir nazarla bakıldığında tasavvuf ve tarikat bir limandır. Ancak bu limana en değerli eşyaları taşıyan gemiler yanaştığı gibi bazen de tehlikeli atıklar taşıyan gemiler yanaşabilmektedir. Hal böyle olunca limanın güvenliğini sağlamak ayrı bir önem arzetmektedir. Eğer bu limana yanaşacak gemileri kontrol eden ve zararlı atıklar bulunduranların buraya yanaşmasını engelleyecek bir kontrol mekanizması bulunmazsa liman sürekli risk altında kalmaya devam edecektir. Limanın kapalı olması problemi çözmemektedir.

Tarikat limanını kapatmak siyasi bir tercih ve idari bir karardır. Bu limanı kapatsanız da insanların vaktiyle o limanda bulunan emtiaya bu gün de ihtiyacı varsa ve bu ihtiyaç ruhi açıdan ve sosyolojik açıdan kaçınılmaz ise limanı kapatmak çözüm değildir. İnsanlar o kapalı limanın etrafında dolaşacaklar ve o mallara farklı yollardan ulaşmaya çalışacaklardır. Ancak bu arada faydalı ve zararlı olanı fark edemeden onlardan yararlanmaya başlayacaklardır. Bu yüzden bu konuda son sözü söyleyecek bir denetçiye, muhtevâyı belirleyecek bir rehbere ihtiyaç vardır.

On beş asırlık İslam tarihi boyunca oluşan bir kültür mirası var. Bu mirasın reddi mümkün değildir. Bu milletin İslam’ı yorumlama ve yaşama biçiminden kaynaklanan bu mirasın içinde elbette gözden geçirilmesi gereken ve gözden geçirildiğinde elenip ayıklanması icâb eden manevi yorum ve uygulamalar bulunabilir. Ama bunun yolu mirasın tamamını reddetmek yerine erbabına ayıklama yaptırmaktır. Oto-kontrol mekanizması ile, sisteme dâhil olmuş hatâları, temizlemektir.

İnsanlara kendi dinlerinin maneviyatını; tasavvufi eğitim usullerini yasaklarsanız; insanlar başka dinlerin mistik âyinlerini ve özellikle ‘yoga’ ya da ‘transandantal meditasyon’ merkezleri aracılığıyla uygulamaya başlarlar. Hatta bu ayinler ‘psikolojik terapi’ adıyla manevi tedavi yöntemi gibi revaç bulmaya başlar. Mevlana dururken ve Mevlevi sema varken insanlarımızın yoga ile terapi edilmesi bizim için eksiklik değil midir?

Tasavvuf, tarikat ve manevi hayat, şekilden, şekilcilikten ve suretten en uzak olan; ya da en uzak olması gereken kurumlardır. Ancak her nedense tarih boyunca bu kurumların şekil ve merasime kurban edildiği çok görülmüştür. Şekil ve merasimin dini ritüel boyutunu anlamak mümkündür. Ama sadece kılık kıyafeti ön şart olarak dayatmanın ve bunu manevi hayatın önemli bir parçası olarak algılamanın anlamı yoktur. Bu tür yanlış dayatmaları bütün tasavvufi kurumların özelliği olarak görmek ve hepsini aynı kefeye koymak ise daha büyük bir yanlıştır.

Tasavvufi hayat ve tasavvuf kültürü, bizim millî ve dînî değerlerimiz ile mefâhirimizin oluşmasında çok ciddi bir katkı sağlamıştır. Kurumsal bazda bazı uygulamalar tenkid edilebilir, eleştirilebilir; ancak tasavvuf kurumlarının bütünüyle zararlı olduğu ilmi açıdan ispat edilmiş bir husus değildir. Eleştiriler daha çok bir takım uygulamaları ve fikri bazı yorumları kapsamaktadır. Özellikle tasavvuftaki şeyh-mürid ilişkisi bir türlü anlaşılamamakta ve çoğu zaman şeyhlerin kutsallaştırılması olarak algılanmaktadır. Oysa mürid-mürşid ilişkisi gönül zemininde sevgi eksenine oturan bir usta-çırak ilişkisidir. Her meslek mensûbuna meslekî eğitimde kendisi gibi olacağı; şahsiyetiyle aynileşeceği bir model üstad sunulur. Tasavvuf eğitiminde de durum aynen öyledir. Aynileşme yani identification, gönüle girerek insanları iradi olarak yönlendirmedir. Müeyyide uygulamadan; sevgi motifiyle eğitmedir.

Sevgi motifi güçlendikçe bazan dışarıdan bakanların algılamakta zorlanabilecekleri fedakârlık ve feragat tezahürleri ortaya çıkar. Bu durum ise, rasyonel gözlere ve pozitif nazarlara kabullenilmesi kolay bir durum olarak gelmemektedir. Hatta bazıları şeyh-mürid ilişkisini Kuran’daki putlara tapınmayı anlatan ayetin mânâsı ile aynîleştirmektedir. Böylesi yorumları insaf ölçüleri içerisinde değerlendirme imkanı yoktur. Çünkü söz konusu ayette anlatılan açıkça putlara tapınmadır. Allah buyurur ki: ‘Dikkat et, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenleri; Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler…’(ez-zümer, 31/3). Bazıları tasavvuf konusunu eleştirirken aşırılıkta ölçü tanımayarak tasavvuf ehlinin mürşidlerine taptığı yorumları yapmaktadır. Mürşidlerini tapılacak tanrı ve put gören tasavvuf ehli var mıdır bilmiyorum, ama insanları böyle isnadlarla yargılamak insaf ölçüleri ile bağdaşamaz.

Dînî ve manevî hayatın aslı ve tohumu muhabbettir. ’Habbe’ kelimesi de bitkilerin kökü ve tohumu anlamına gelir. Tohum yere düşer, üzeri toprakla örtülür, üstüne yağmur yağar, güneş açar. Tohum vakti gelince uç verir. Kalbe düşen sevgi tohumu da öyledir. Bir kere bir kalbe düştü mü hasret, gayret ve himmetle uç verir ve bela ve musibetlerle olgunlaşır, kemale erer. Mürşidler, müridlerin gönüllerine muhabbet tohumu eken gönül terbiyecileridir. Tasavvufi hayatı asr-ı saadetteki kardeşlik anlayışının sosyal hayata bir yansıması olarak yorumlamak mümkündür.

Batı’da sekülerizmin doğurduğu ferdiyetçi tavır, insanlarda bir yabancılaşma ve yalnızlaşma duygusu meydana getirmektedir. İnsan fıtratında var olan paylaşma özelliği giderek kaybolmaktadır. Paylaşmanın en canlı biçimde yaşandığı aile ortamı bile ferdiyetçiliğe kurban verilmek üzeredir. Bu yüzden insanlar paylaşımın yüksek seviyede yaşanıp saklandığı tasavvufi ortamlara karşı ayrı bir ilgi ve sevgi duymaktadır. Herhalde Batı’da ve Amerika’da tasavvufi düşüncenin ve tasavvufi hayatın ilgi uyandırması bundan olsa gerektir. İnsanlar sevgiye, paylaşıma ve feragata hasret konumunda oldukları için bu tavırlar, onları pozitif etkilemektedir.

Bugün modern psikoloji açısından baktığımızda anlama sadece konuşmaya dayanan bir olay değildir. Önemli olan atmosferdir. Konuşma ve dil, akıl seviyesinde birbirimizle iletişimde bulunduğumuz zâhirî vasıtalardır. Oysa tabii iletişim birinden diğerine akseden duygu ve heyecan türü yansımadır. Tasavvufun hal dediği bu duygusal iletişim, dil ile konuşmaktan daha iyi bir iletişim sağlar.

İnsanın kendisini, olabildiğinden daha iyisinin ne olduğunu gösteren başka bir benlikte görüp algılaması daha kolaydır. İnsan gönül dünyası engin, fıtrat ve kabiliyeti yüksek bir büyüğün yanında bulundukça daima küçülecek, meyvenin güneşten aldığı ışık ile olgunlaşması gibi o yüksek karakterden aldığı pozitif enerji ile olgunlaşma yolunda ilerleyecektir.

Hâl ve duyguların transfer ve yansıması sebebiyle sakin insanlarla berabersek sükûnet hissederiz; çünkü onların etrafında bir sükûnet hâlesi vardır. Eğer huzursuz veya mahzun insanlarla berabersek huzursuzluk ve hüzün hissederiz. Hatta hüznümüzü göstermeye veya anlatmaya dahi gerek yoktur. Çünkü çevremizdekiler bunu hisseder. Manevî duygularda da durum aynıdır. Hal sahibi mürşid etrafındakilere pozitif enerji verir.

Tasavvufta ölüme kadar devam eden sürekli eğitim, örgün eğitimdeki diploma kaygısından uzaktır ve bir tür kendimizi adam etme derdi olduğundan anlamlı ve Allah’a verilen söze bağlı bir vaad olduğu için önemlidir. Üstelik insan hayatının tamamını kuşatır.

Tasavvuf ve tasavvuf kurumlarını yok saymak hayatın dışına çıkarmak lâfız itibari ile çok kolay ise de vâkıa olarak çok zordur. Çünkü insanlarda manevi olana karşı bir meclûbiyet vardır. Çünkü tasavvuf fıtrî bir ihtiyaçtır. İhtiyaçları yok saymak yerine, doğru ve düzgün adreslerden karşılanmasını öngörmek daha sağlıklı bir yoldur.