Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Tâhâ el-Hakkârî – Kuddise Sirruh

Altınoluk Dergisi, 1993 – Eylul, Sayı: 091, Sayfa: 032

Orta boylu, yuvarlak yüzlü ve top sakallıydı. Alnı geniş, kaşları gür, iki kaşı arası açıktı. Gözleri iri ve siyahtı. Murakabesinin çokluğundan boyun kemiği dışarı doğru eğilmişti. Yüzü aydınlık ve nurlu, sözleri etkileyici, gözleri ve nazarı keskindi. Görenler yüzündeki mahabetle irkilir, kendisine güven ve saygınlık hissederlerdi.

Altın silsilenin 31. halkası Güneydoğu Anadolu’muzun Hakkari vilayetinden ve Abdülkadir Geylani soyundan. Adı Taha bin Molla Ahmed “Şihabüddin ve İmamüddin” lakaplarıyla ünlü.

İlk tahsiline babası Molla Ahmed’in yanında başladı. Küçük yaşlarda Kur’an’ı hıfzetti. Ardından devrin medreselerinin bulunduğu Bağdad, Süleymaniye, Kerkük ve Erbil şehirlerine giderek çağdaş alimlerden okudu. Dînî ilimlerden icazet aldı, edebiyat ve bazı fen bilimlerini öğrendi.

Tasavvuf Yoluna Girmesi

Taha’l-Hakkarî’nin tasavvuf yoluna girmesi amcası Abdullah Şemdinli vasıtasıyladır. Mevlana Halid Bağdadî’nin önce arkadaşı, sonra da müridi olan Abdullah Şemdinli şeyhine yeğeni Taha’l-Hakkarî’den bahsetmişti. Mevlana Halid de bir ziyaretine onu da getirmesini istemişti. Bu suretle başlayan alaka, daha sonra istiharede görülen işaretler sonucu intisaba dönüştü.Taha’l-Hakkarî’nin yüksek istidadıve Mevlana Halid’in yüce himmet ve teveccühü sayesinde üç aya varmayan (80 gün) kısa bir zaman içinde seyr u sülûkünü tamamladı, şeyhi tarafından Hakkari’nin Berdesur kasabasına hilafetle görevlendirildi. Amcası Abdullah Şemdinli ise, Şemdinli’nin ” Nehrî” de denilen “Bağlar” kasabasında irşad hizmeti yapmaktaydı. Hatta bu yüzden bazıları, bu kadar yakın yerlere iki halifenin görevlendirilmesine mana verememişlerdi. Ancak kısa bir süre sonra Abdullah Şemdinli vefat edince işin hikmetini kavradılar. Amcasının vefatından sonra Şeyh Taha, Bağlar kasabasına yerleşti ve amcasının bıraktığı yerden irşad hizmetini yürütmeye başladı.

Taha’l-Hakkarî’nin Bağlar kasabasındaki hizmeti kırk yılı aşkın bir süre devam etti. Şöhreti de Kafkaslardan Irak, Suriye ve Mısır’a, İran’dan Anadolu ve Balkanlar’a kadar ulaştı. Hatta 1853 yılında Osmanlılarla Ruslar arasında çıkan savaşta Dağıstanlı büyük sûfi mücahid Şeyh Şamil ile Hakkarili Şeyh Tâha ve kardeşi Şeyh Salih, Rus ordularına karşı Hakkari ve Azerbaycan halkını harekete geçirmişlerdir.

Bugün eski haline göre harap bir durumda bulunan Bağlar, Tâha’1-Hariri, zamanında 16. 000 nüfusu, camileri, mescidleri, tekkeleri, imaretleri, dükkanları, han, hamam ve kervansaraylarıyla şirin bir Osmanlı kasabasıydı.

Şeyh Hakkârî’nin Günlük Yaşantısı

Tâha’1-Hakkârî hazretleri teheccüd namazını evinde kılar, sabah ezanına kadar evinde evrad ve ezkar ile meşgul olurdu. Ezanla birlikte tekkeye çıkar, sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra kuşluk vaktine kadar tekkede bulunurdu. Her gün tekkesindeki dervişleri ve ilim tahsil eden talebeleri dolaşır, müşkillerini hallederdi. Tekke ve civarı, gelen ziyaretçilerle dolup taşardı. Bağlar halkı ekseriya tekkenin imaretinden yer içerdi.

İkindi namazından sonra büyük “hatm-i hacegan” yapılırdı. Hatm-i hacegandan sonra İmam-ı Rabbani’nin Mektûbât’ı okunurdu.Mektûbat genellikle halifelerden birisi tarafından okunur, Şeyh Taha gerek gördükçe lüzumlu açıklamalarda bulunurdu. Akşam yemeği genellikle “akşam üzeri” yenilirdi. Böylece akşamla yatsı arasında bir yemek telaşı olmazdı. Şeyh Taha, seyr ü sülûke giren dervişlerine bizzat teveccühte bulunur ve teveccüh saatlerini kendisi tayin ve tesbit ederdi.

Halka ve İdarecilere Karşı Tavrı

Halkın her sınıfından insanlara karşı iltifatlarını esirgemez, zaman zaman ziyaretlerine gider, sıkıntılarına koşardı. Devlet ricaliyle münasebetlerini şeyhinin nasihatlarına uyarak zaruret miktarından öteye geçirmezdi. Nitekim devrin İran hükümdarı Mehmed Şah gördüğü bir rüya üzerine ehl-i sünnet mezhebine girmişti. Şöhreti İran’a kadar ulaşmış bulunan Taha’l-Hakkarî’den kendisine bir muallim göndermesini istedi. O da Şah’a Abdurrahman isimli bir halifesini gönderdi. Şeyhin, talebini yerine getirmesinden ve gönderdiği halifenin hizmetinden memnun kalan Şah, İran hududundaki iki kasabayı bütün varlıklarıyla Şeyh Taha’ya bağışladı. Fakat Taha’1-Hakkarî bunu kabul etmedi. Bir mektupla Şah’a şunları yazdı: “Ben Osmanlı teb’asındanım. Devletimin sayesinde şahsımın ve ailemin geçimi yolundadır. Alakalarınıza teşekkür eder, hediyelerinizi kabul edemeyişimin mazur görülmesini istirham ederim.”

Hediyelerin kabul edilmeyişine üzülen Şah, Abdurrahim Efendi ile de istişare ederek tekrar elçi gönderdi. “Madem ki bu iki kasabayı kabul etmediler, bari buraya bağlı iki köyü kabul etsinler” diye yazdı. Ayrıca elçiyle şeyhe süslü bir asa ve kıymetli bir cübbe armağan etti. Şeyh köylere sahip çıkmadı, vakfetmekle yetindi. Asa ile cübbeye de el sürmedi. Durumdan bir vesileyle haberdar olan devrin Osmanlı sultanı Abdülmecid Han, bir name ile şeyhe bu davranışından dolayı iltifatlarda bulundu. Şeyh de hediyeleri padişaha sundu.

İrşad Üslûbu

Tasavvufta: “Arife işaret kafidir.” diye bir kaide vardır. Taha’l-Hakkarî hazretleri bu kaide gereği irşad ve eğitimde direkt metodu değil, endirekt yolu; işaret üslûbunu tercih etmiştir. Nitekim halifelerinden birisine şu tavsiyede bulunmuştur: “Halka önce işaretle muamele edin; bu fayda vermezse sözle uyarın. Bundan da nasib almayandan yüz çevirin…”

Taha’l-Hakkarî hazretleri; “Misvakla kılınan bir rekat namaz, misvaksız kılınan yetmiş rekattan hayırlıdır.” (İbni Hanbel, VI, 272) hadis-i şerifine şu anlamı verirdi: Hadiste geçen “sivak” kelimesi misvakla ovmak manasına geldiği gibi, “sivak” yani “senden başkası” anlamına da gelir. Bu duruma göre hadisin manası şöyle olur:

“Sensiz; yani kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rekattan daha değerlidir.”

Rivayete göre bir gece Şeyh Taha’nın kilerine bir hırsız girmiş ve un çuvalını sırtlayıp kaçmak istemişti. Fakat hırsız kaldırmaya güç yetiremeyince çuvalın ağzını açta ve içinden bir miktar un boşalttı. Tekrar kaldırmak için hamle ettiyse de başaramadı. Yine boşaltıp kaldırmaya çalıştığı bir sırada Taha’l-Hakkarî kilere girdi. Çuvalın arkasından tutup: “Evladım yardım edeyim, herhalde kaldıramıyorsun?” dedi. Şeyhin ayak sesinin ardından konuşmasını da işiten hırsız, iyice buz kesmişti. Durumu fark eden Şeyh Taha, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Hadi ben yardımcı olayım da çuvalı sırtına yükleyelim, ama dikkat et, bizim adamlarımız görmesin. Belki seni üzerler. Bir daha da ihtiyacın olduğunda kilere değil, bize gel. Biz senin ihtiyacını görelim.”

Hırsız bu müsamaha ve alicenaplık karşısında çok etkilendi ve iyice mahcub oldu. Şeyhten afv dileyerek bendeleri arasına katıldı.

Vefatı

Taha’l-Hakkarî hazretleri şeyhi tarafından irşadla görevlendirilişinin kırk ikinci yılında (1269/1853) müridleriyle bir gezintiye çıkmıştı. Sohbet sırasında şeyhe Şam’dan gelen iki mektup sunuldu. Şeyh Taha, mektupları damadı Abdülahad Efendi’ye okuttu. Ardından:

“Şöhret afettir. Artık bizim ötelere seferimiz yakındır. Bize dünyadan nasib kalmamıştır.” dedi ve ihvanıyla dergaha döndü. Dergaha gelince fenalaştı. Hastalığının on ikinci günü etrafında bulunan akraba ve müridleriyle vedalaşıp helalleşti. İkindi vakti ruhu Hakk katına uçtu (1269/1853).

Kabri, Hakkari’nin Şemdinli ilcesine bağlı Bağlar köyündedir. Bağlar kadısı olan kayınpederi ile amcası Abdullah Şemdinli’nin kabirleri de aynı mezarlıktadır. Amcasının mezarında kubbe olduğu halde o, mezarına kubbe ve türbe istememiştir.

Taha’l-Hakkarî hazretleri pek çok halife yetiştirdi. Nakşîliğin Halidî kolu, Güneydoğu Anadolu, Irak ve Suriye’de adeta onun yetiştirdiği halifelerce temsil edilmiştir. Necip Fazıl’ın mürşidi Abdülhakîm Arvasî’nin şeyhi Seyyid Fehim Arvasî ile Taha’l-Harîri onun yetiştirdikleri arasındadır.

-rahmetullahi aleyh-

Kaynaklar: el-Hadâiku’1-verdiyye, s. 260; Necip Fazıl, Altın Silsile, s. 328-331; İslam Alimleri Ansiklopedisi, XVIII, 246-257;Seyyid Tahâ-i Hakkâri, Hiskav Yayınları.