Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

SUFİZMİN İSLÂM’DAKİ ROLÜ ve YERİ

22.08.2011 / Grozni – Çeçenistan 

Sayın Başkan,

Değerli katılımcılar.

Sözlerime başlamadan önce hepinizi saygıyla selâmlıyorum.

“Sufizmin İslâm’daki Rolü ve Yeri” başlığını taşıyan bu konuşmamızda öncelikle tasavvufun hangi zemine oturduğunu, İslâm’ın yayılmasındaki önemini ve tasavvufî kurumların İslâm kültür mîrasına katkılarını ele aldıktan sonra sufizmin İslâm’daki yeri ve önemi ile alâkalı bazı tespit ve değerlendirmelere yer vermek istiyorum.

Sayın Başkan,
Değerli katılımcılar.
Sözlerime başlamadan önce hepinizi saygıyla selâmlıyorum.
“Sufizmin İslâm’daki Rolü ve Yeri” başlığını taşıyan bu konuşmamızda öncelikle tasavvufun hangi zemine oturduğunu, İslâm’ın yayılmasındaki önemini ve tasavvufî kurumların İslâm kültür mîrasına katkılarını ele aldıktan sonra sufizmin İslâm’daki yeri ve önemi ile alâkalı bazı tespit ve değerlendirmelere yer vermek istiyorum.
İnsanı konu alan bütün dinlerin ve felsefî sistemlerin rûhânî ve mânevî bir boyutu; yâni mistik tarafı vardır. Çünkü insanda “rûh” adı verilen mânevî yapı, dâimâ bir arayış içindedir. Rûhânî hayat, insanın Rabbına karşı kulluk görevleri sırasında yaşadığı rûhî derinlik ve engin mânevî hâldir. “Mânevi hazz” ve “zevk” diye de ifâde edilebilecek bu yapı İslâmî hayatta tasavvuf adıyla şekillenmiş bulunmaktadır.
Tasavvuf İslâm’ın ruh hayâtı ve İslâm Peygamberi’nin şahsında temsîl ettiği mânevî otoritenin, müesseseleşmiş ve günümüze kadar yaygınlaşarak gelmiş şeklidir. Bilindiği gibi Peygamberimiz yirmi üç yıllık elçiliği sırasında şahsında şu üç otoriteyi temsil etti: Siyâsî otorite, ilmî otorite, mânevî otorite.
Sîyâsî otorite Peygamberimiz’in Medîne devlet başkanlığından kaynaklanan idârî fonksiyonu temsîl eden bir unvandı. İlmî otorite, dînin îtikâdi/inanç ve fıkhî öğretilerini temsil eden alandı. Mânevî otorite ise nübüvvetinin rûhânî hayâta âid talimlerini tatbîkî olarak gösteren üsve-i hasene/model şahsiyet yönüydü. Tasavvuf ve kurumları Hz. Peygamber’in temsil ettiği mânevî otoritenin kurumsallaşmış hâlidir. Yâni Hz. Peygamberin üsve-i hasene özelliğiyle gönül inşâ eden mürşid kimliği irfânî hayâtın başlangıcı ve bu alandaki ekollerin çıkış noktasıdır.
Mânevî otorite elinde müeyyide gücü bulunmayan ve daha çok gönül âlemiyle irtibâtı sağlayan öğüt merkezli bir alandır. Nitekim şu âyetler bunu teyid etmektedir:
“Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur’an’la öğüt ver.”
“O hâlde (Rasûlüm), öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde bir zorba değilsin.”
Tasavvufun iki boyutu vardır: Tahalluk/eğitim ve tahakkuk/bilgi. Tasavvufun gerek tahalluk; yâni eğitim ve seyr u sülûk boyutu, gerekse tahakkuk; yâni mârifet ve bilgi boyutu insan hayâtının önemli bir kısmını teşkîl etmektedir.
Dînî hayât; İslâm’ı bütünüyle yaşamak ve dînî emirleri yerine getirmekle mümkündür. Tasavvufun tahalluk boyutuna ermek şu Kur’ânî şartların yerine getirilmesine bağlıdır: Tezkiye  ve tasfiye ile kalb-i selîme  erip dünyâ derdinden kurtulmak,  ihsân ile kulluğa varıp Hakk’a vuslat,  riyâdan kurtulup ihlâs ile ibâdet,  Hakk ile maiyyet ve zikir,  nefse ve mala esâretten kurtulmak,  teslîmiyetle Allah’a rabbânî bir kul olmak,  Allah Rasûlü’ne “emrolunduğun gibi istikâmet üzere ol”  fermânına imtisal ile yüce bir ahlâka  erip edebi koruyarak nefsin hevâsından geçmek; servet, şöhret ve şehvet  esâretinden âzâd olmak.
İhsân ve takvâ duygularını birleştirerek Allah ile maiyyet duygusunu bunlara hasreden şu âyet âdetâ ihsân, takvâ ve tasavvufu cem’ etmektedir: “Allah takvâ ehli ve ihsân sâhipleriyle beraberdir.”  Bunları bütünüyle tanıtan tek ilim tasavvuftur.
Diğer yandan var oluşun gâyesi Hakk’a kulluk, kulluğun temeli de mârifet-i ilâhiyye; yâni Hakk’ı tanımaktır. Tasavvuf, marifet-i ilâhiyyenin insanın önce kendisini tanımasından geçtiğini öğretir. Tasavvuf “kendini bilen Rabb’ını bilir”  ilkesinden yola çıkarak Allah ile ilişkide, insana önce kendisini tanıtmayı hedefler. Allah’ın müteâl/aşkın özelliğini muhâfaza ile birlikte O’nun tecellîlerini yaşayıp hissedebilme çabasına sevk eder. Tasavvufun gerek tahalluk ve tahakkuku telkin eden öğretileriyle, gerekse kurumları ile İslâm dîninin yaşanması ve yaygınlaşmasında önemli roller üstlendiği bilinmektedir.
İslâm toplumlarında kötülüğün yayılmasını önlemek, hayrın yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla “hisbe” adı verilen emr bi’l-ma’rûf ve nehy ani’l-münker görevi yapan bir teşkîlât vardı. Bu teşkîlât devletin kontrolündeki polis örgütü niteliğindeydi. Bunlar İslâm toplumunda kötülüğün yayılmasını engelleyen bir teşkîlâttı. Sûfîlerin yaptığı ise tebliğ, dâvet ve irşâd olup farz-ı kifâye hükmündedir. Özellikle tekkelerde yapılan bu hizmetler, İslâm’ın farklı kesimlerine ulaşmasına zemin hazırlamıştır.
Tasavvufî kurumlar, başlangıçtan îtibaren gerek ferdî, gerekse ictimâî planda son derece önemli hizmetlere imzâ atarak İslâmî kültür ve hayatın bir parçası olmuştur. Ferdî ve ictimâî alanda yaptıklarının biri, diğerinden geri değildir. Özellikle Arap olmayan milletler ve halklar arasında İslâm’ın yayılıp öğrenilmesi genellikle tarîkat ve tekke gibi tasavvufî kurumlar aracılığı ile olmuştur. Târih içinde bu kurumların yaygınlaştığı ve bugün de canlılığını koruduğu bölgelere şöyle bir göz attığımız zaman bu tesbîtin doğruluğunu kolayca görmek mümkündür. Tasavvufun Arabistan’da ve Mısır hâriç diğer İslâm ülkelerinde bugün de yaygınlık arzetmemesi, buna mukâbil daha çok Arap olmayan muhîtlerde ilgi odağı olması bunu doğrular.
Fethedilen ülke halklarının İslâmlaştırılması ve fethedilen bölgelerde İslâm’ın hayatiyetini koruması, neredeyse bu kurumların görevi gibidir. Özellikle işgale uğrayan toprakların yeniden düşman elinden kurtulmasında tarikatlar birer milis güç olarak hizmet görmüşlerdir. Cezâyir ve Tunus’un Fransız ve İtalyanlar’a karşı savunulmasında tasavvuf ve tarîkat gruplarının hizmeti herkesçe bilinen bir husustur.
Sûfîlerin yaptığı irşâd hizmeti, İslâm topraklarında gerçekleştirilir. Sûfîler bu hizmetlerinin yanı sıra bâzen gayr-i müslim topluluklarda tebliğ görevi de üstlenmişlerdir. Bugün de gerek tasavvufî gruplar, gerekse tasavvufî eserler İslâm’ın gayr-i müslim diyârlarda yayılmasında son derece etkin bir güce sâhip görünmektedir. Çünkü gerek Avrupa’da, gerekse Amerika ve Afrika ile diğer memleketlerde İslâm ile buluşan insanların neredeyse tamamına yakını tasavvuf sâyesinde Müslüman olmuşlardır.
İslâm’ın süratle yayılmasında özellikle diğer din ve inanç mensûplarına gösterilen müsâmahanın önemli bir etkisi vardır. Çünkü İslâm’da Hristiyanlık’ta olduğu gibi, emperyalist emeller taşıyan ve arkasında devlet desteği bulunan misyonerler yoktur. Onun yerine insanlara İslâm’ın mesajını taşıyan sivil nitelikli davetçiler vardır. Bu davet hizmetini sâdece bir gruba hasretmek mümkün değilse de özellikle “leşker-i duâ” olarak anılan derviş ve sûfîler, fiilen bu işi yapmışlardır. Nitekim “intişar-ı İslâm târihi” kaynaklarının verdiği bilgilere göre pek çok gayr-i müslim diyâra, İslâm onlar sayesinde ulaşmıştır. Horasan erenleri Müslüman-Türk misyonerleri olarak kabul edilebilir. Anadolu, Kafkas ve Balkanlar’ın İslâmlaşmasında en büyük pay onlarındır.
Tasavvuf kurumlarının İslâm’daki rolü ve yeri şüphesiz sadece tebliğ ve savunmadan ibâret değildir. Ferdlerin eğitimi, mânevî hayâtın yükseltilmesi, edebiyat-şiir, mûsikî, mîmârî ve hüsn-i hat eserleriyle san’at hayatının canlanması tasavvufun ilgi alanına giren konulardandır. Gerek Fars ve gerekse Türk edebiyatının ölümsüz şâirleri hep tarikat, tekke ve tasavvuf muhitlerinde yetişmiş insanlardır. Bu bakımdan İslâmi kültür tasavvufla bütünleşerek ölümsüzleşmiştir, diyebiliriz.
Tasavvufun sosyal kurumları sayılan tekkeler mektep, mescid, kütüphâne, meşveret ve imâret özelliği taşımaktaydı. Mektep özelliği ile dînî ve millî bilgilerin öğretildiği bir mekân; mescid özelliğiyle ibâdethâne; imâret özelliğiyle fakirlerin ve imkânı kıt insanların ve dervişlerin karınlarının doyurulduğu sofra; meşveret özelliği ile sosyal hayatta karşılaşılan problemlere çözümler aranan bir danışma ve dayanışma yeri; mânevî problemleri olanların sığındığı ve sıkıntıların izâleye çalışıldığı bir sığınma yeriydi. Seyr u sülûkün tamamlanması için: “Yaratan’a kulluk bilinciyle yaratılana hizmet” anlayışından hareketle hastaların bakıldığı bir şifâhane konumundaydı buralar.
Sufizm, İslâmî hayatın ve kültürün önemli ve vazgeçilmez bir parçasıdır. Ortaya çıkışından bu yana dâima ilgi odağı olmuştur. Bugün gerek düşünce sistemi olarak, gerekse hayat tarzı ve terbiye biçimi olarak hem ilgi çekmekte, hem de çeşitli tartışmalara konu edilmektedir. Eskiden olduğu gibi tasavvufun sosyal müesseseleri olan tekkeler ve eğitim kurumu sayılan tarîkatlara, halkın ilgisi hiç azalmamış¬tır. Özellikle Batı’da ve Amerika’da tasavvufun hem tarîkat boyutundaki eğitim tarzı, hem de düşünce planındaki üslûbu ilgi odağı olmaya devam etmektedir.
Sufizmin İslâm’daki rolünü ve yerini ele aldığımız bu tebliğimizde konu hakkında şu tesbit ve değerlendirmelerde bulunabiliriz:
1- Gönülleri fethetmeden, kalbleri ısındırmadan ülkeleri ve beyinleri fethetmenin imkânı yoktur. Leşker-i duâ denilen gönül erleri kendilerini ülkelerin fethinden çok gönüller fethine memur görmüşlerdir. Onların insanlara bu türden yaklaşımları İslâm’ın güler yüzü olmuştur. İslâm fütûhâtı sâdece ülkelerin fethine yönelik bir askerî hareket olsaydı muvaffak olması söz konusu olamazdı.
2- Tebliğ ve irşâdda kavlî yöntemden çok fiilî ve temsîli yöntemin daha etkileyici olduğu açıktır. Bu yüzden tasavvuf ehli, insanları sözden çok davranışla etkileme yolunu tercih etmişlerdir. İnsanı etkileyen güzel söz ve yaldızlı laflardan çok sağlam karakter ve tutarlı davranışlardır.
3- Dîni kısaca “et-ta’zîm li-emrillâh ve’ş-şefakatü alâ halkillâh” diye tanımlayan sûfîler, kulları Allah’ın şefkatiyle buluşturmak için hüsn-i muâmele ile insanlara yaklaşmışlar ve inanç ayırımı yapmaksızın onlarla çeşitli ortamlarda birlikte olmuşlardır. Bu durum tasavvufun İslâm’daki yerini ve önemini ortaya koyan önemli bir husustur.
4- Sûfîlerin diğer din mensûpları, özellikle ehl-i kitâb ile ilişkilerinde ortak hedef her insanı potansiyel Müslüman olarak görme ve İslâm’a kazandırma gayretidir. Kur’ân’daki ehl-i kitâbı ortak bir kelimede buluşmaya çağıran hitâb-ı ilâhî  Müslümanların ve sûfîlerin müşterek çıkış noktası olmuştur. Özellikle tasavvuf klasikleri ve sûfî tabakâtında bu konuya âid örnekler bu görüşü teyid etmektedir.
5- Başka din mensûplarına inanç, ibâdet ve ictimâî münâsebetlerde hoşgörü göstermek kişilerin dinleri, inançları ve kişilikleriyle ilgili özgüvenle yakından alâkalıdır. Bu konuda özgüven problemi taşımayanlar başkalarının varlığından rahatsız olmaz; hatta onlara yaratıcının saygın bir varlığı olarak bakar.
6- Tasavvuf İslâmî değerleri birebir yansıtan ve asr-ı saâdetteki diğer din mensûplarıyla birlikte yaşama geleneğini en iyi biçimde sürdüren, halkı Hakk için sevmeği öğütleyen bir disiplindir. Bu disiplinde Hakk’ın değişik tezâhürleri söz konusudur. Her vasıftaki insanı çağıran; onlara “gel” diyen gönül sultanları ancak onları oldurmak, erdirmek ve Hakk’a vardırmak üzere davet ederler.
7- Tasavvufî düşünce İbn Arabî, Mevlânâ ve Yûnus Emre gibi sûfîler aracılığıyla İslâm’ın cihânşümûl mesajını bütün cihâna ulaştırmıştır. Tasavvufun mevcûdiyeti Balkanlardaki farklı din, mezhep ve ırkların korunmasının da teminâtı olmuştur.
8- Kâinâtta varlık ve dengeyi sağlayan bir cezbe kanunu vardır. Gökcisimleri ve yerdeki varlıklar birbirleriyle olan ilişkilerini bu cezbe ve incizâb kanunuyla sürdürürler. Tasavvufî düşüncede beşerî münâsebetlerin dengesini sağlayan da sevgi ve cezbe kanunudur. Olduğu gibi görünüp göründüğü gibi olmayı prensip hâline getiren insanlar başkalarını cezbeder ve etkiler.
9- Tasavvufu “güzel ahlâk ve edeb” diye tarif eden sûfîler insanlara başkalarıyla geçimli olma, kahır çekme, yük kaldırma gibi konularda kendilerine önemli görevler düştüğünü ifâde etmiş olmaktadırlar. Yûnus’un:
Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek
Dervîş gönülsüz gerek / Sen dervîş olamazsın
diye özetlediği güzel ahlâk ve geçim ehli olma konusu sûfî şahsiyetleri merkez insanlar hâline getirmektedir.
10- Beraber bulundukları insanları yanlışlıklarını mazûr görüp hatalarını tevîl ederek hoş gören, buna mukâbil nefislerini suçlu görüp kınayan tasavvuf ehli günümüzde bencilliğin, egoizmin hâkim olduğu noktalarda diğergâmlık ve hasbîlik vasıflarıyla insanları kuşatmaktadır. Kendisini toprak gibi gören, üzerine atılan pisliklere rağmen kendisinden dâima güzellikler biten gönül insanları, çağımızın çıkarcı insanını kuvvetle etkileyecek çarpıcı bir güce sahiptir.
11- Sufizmde toplumun tekâmülünü öngören, başkalarını kabullenmeyi esas alan, mümin kardeşini kendisine tercih eden ve karşılıksız sevmeyi ve vermeği yeğleyen bir yapı vardır.
12- Globalizmin; küreselleşmenin ve çok kültürlülüğün tartışıldığı günümüzde farklılıkları zenginlik kabul eden, her cins, dil ve ırktan zümreleri içinde barındıran tasavvufî telâkki, insanlığın işine bugün her zamankinden daha çok yarayacak bir olgudur.
Netîce itibariyle tasavvufun gerek telkin ettiği hayat tarzıyla, gerekse kurumlarıyla İslâm’ın güler yüzünü temsil ettiğini ifâde edebiliriz. Küresel dünya vatandaşlığının tartışıldığı günümüzde düşünce ve inanç gruplarının birbirleri üzerinde baskı oluşturmadan birlikte yaşamalarının tasavvufî gelenekle daha kolay ve kalıcı olabileceği açıktır.