Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Sn. Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın Mülakatı ile İlgili Bir Değerlendirme

Altınoluk Dergisi, 2001 – Mayis, Sayı: 183, Sayfa: 037

Altınoluk Dergisi geçen sayısında tasavvuf konusunu kapak gündemine almış, değerli meslektaşlarımız Sayın Prof. Dr. Mustafa Kara, Sn. Doç. Dr. Mahmut Erol Kılıç ve Sn. Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır ile mülakat yapmış ve cevaplarını yayınlamıştı.

Sn. Bayındır, mülakatında bizim İslam Tasavvufu adlı kitabımıza ve ilim dalımıza yönelik eleştirilerde bulunduğu için kendisine cevap vermek lüzumu hâsıl oldu.

Söze Sn. Bayındır’ın, huşû konusunda bizim kitabımıza atıfta bulunarak: “Kimileri huşû için şeyhini düşünür” ifâdesinden başlamak isterim. Önü ve sonu alınmadan, seçilen lâfızlara dikkat etmeden, adeta cımbızla çekilen bu alıntı, el-Luma’ Tercemesi‘nin (İslam Tasavvufu) sonundaki “Suallere Cevaplar” bölümünde râbıta konusundaki suallere cevaplar arasında yer almaktadır. Kitapta bir önceki soruda “râbıtanın, Allah ile murâkabeye varmak için yapıldığını ve murâkabe noktasına gelen bir sâlikten râbıtanın düştüğünü, böyle bir kişinin râbıtasının şirk sayılacağını” söylemişiz. Hemen ondan sonra gelen bu sorunun cevâbında da “namazda aslolan temel hedefin divan-ı ilahide huşu ile durmak olduğunu” belirtmişiz. Bu mânâda huşûa eremeyen kimselerin kendilerine model gördükleri mürşidlerini, önlerinde namaz kılar tarzda, bir an hatırlamalarının başka dünyalık şeyler düşünmekten daha faydalı olduğunu söylemişiz. Yoksa namazda şeyhi düşünmek, Allah için olması gereken huşûun yerine ikame edilecek bir husûs değildir.

Aslında huşûa ermek ve kalbi huşû ile meşgul etmek zor bir hâdisedir. Nitekim kalp konusuyla ilgilenen ârifler ve âlimler eserlerinde buna işâret ederler. Gazzâlî namazda tam bir kalp huzurunun insanların çoğu için zor olduğunu, ancak böyle bir zorluk sebebiyle kısmen vazgeçilse bile huşûun tamamından vazgeçilemeyeceğini belirtir (bk. İhyau ulumi’d-din, Kahire, ts., I, 159 vd). Aslında Kur’an-ı Kerim: “Okunduğunda ona kulak verme, dinleme, gönülden ve korkarak hafif bir sesle sabah akşam Allah’ı anma sayesinde insanların merhamete uğrayarak gafillerden olma ibtilâsından kurtulabileceğini” (bk. el-Araf 7/204-205) haber vermektedir. Allah’ı anmaktan uzak kalmak ve gaflet, Kur’an’ın özellikle sakınmayı tavsiye ettiği hususlardır. Çünkü insan kalbi unutkanlığa ve gaflete yatkındır.

Gazzâlî kalp huzûruna ermek için namazda okuduğunu düşünmeyi, okuduğunun mânâsındaki incelik ve derinlikleri anlamaya çalışmayı, anladığı mânâya tazim göstermeyi, tazim duygusunun ardından korku ve ümidle Hakk’a ilticâ etmeyi tavsiye etmektedir. Yani insanın huşûa ermesi için kalbî ve zihnî bir yoğunluk içinde bulunmasının gereği açıktır.

“Hayırlılarınız yüzleri görüldüğünde size Allah’ı hatırlatanlardır” (İbn Mace, zühd, 4) hadisinde ifade edildiği gibi sâlih ve güzel bir insanla yüz yüze gelmek; ya da onu hatırlamak; daha müşahhas bir ifadeyle insanın hakkında hüsn-i zan beslediği şahsiyeti kendi önünde namaz kılarken hayal etmek ve onun gibi derin bir duygu ile namaz kılmaya ve gönlünü Rabbına rabtetmeye çalışmak ve salihlerle aynı namazda olmanın vecdi içinde îfâya dikkat etmek niçin Allah’a saygısızlık olsun? Çünkü şeyh, ya da Hz. Peygamber -haşa – Allah’ın alternatifi değil ki.

Gâzzâli bu konuda çok değişik örnekler vererek şunları söylemektedir: “O’nun azamet ve celalinin künhünü idrakten âcizsen, huzûr-i ilâhîde olduğunu düşünerek hiç olmazsa sultanların huzûrunda durduğun gibi durmalısın. Hattâ kıyamda olduğun sürece kendi adamlarından biri veya iyi tanınmak istediğin salih kimseler tarafından kontrol edildiğini düşünmelisin. Böyle bir durumda “huşûsuz namaz kılıyor” denmesin diye vücûdunun bütün organlarında huşû alâmetleri ızhâr etmeye çalışırsın. O zaman nefsine karşı şunları söylemelisin: Sen ne cüretle Allah’ı bildiğini ve sevdiğini iddiâ ediyorsun? Senin gibi âciz bir kula saygı gösterip ondan korkuyorsun da Allah’tan korkmuyorsun? Halbuki korkulmaya lâyık olan ancak O’dur” diye düşünerek insan nefsini muaheze etmelidir.

Sn. Bayındır mülâkatında huşû kavramını sadece saygı kelimesiyle karşılamış. Oysa huşû kavramı içindeki saygı, mânânın sadece bir cüz’üdür. Nitekim Sn. Bayındır’ın sıkça kullandığı Ragıb el-Isfahanî’nin el-Müfredat‘ı huşûa tazarru mânâsı verirken huşûun daha çok organlarda; tazarruun kalpte bulunduğunu hem de “kalpte bulunan tazarruun organlara huşû olarak yansıyacağı” rivayetiyle istidlal sûretiyle verir. (bk. el-Müfredat, HŞA maddesi). Kamus mütercimi Asım Efendi ise huşûa “sesi alçaltma, gözü yumma, sükunet, tezellül, inkıyad ve ser-fürû etme” gibi mânâlar vermektedir.

Kur’an’da huşû kelimesi muhtelif şekillerde on yedi yerde geçmektedir. Bunların bir kısmında huşûun, hem dış organlara, hem de kalbe âid oluşuna işâret edilmektedir. Kur’an’da “Benim zikrim için namaz kıl!” (Taha 20/14) âyetinde kalp namazla Allah’ı anmaya hazırlanmaktadır. Ayrıca: “Namaz huşû sâhipleri dışındakilere ağır bir yüktür” (el-Bakara 2/45) ayeti namazın huşû sûyesinde yük olmaktan çıkacağını ve âdetâ mânevî hazza dönüşeceğini haber vermektedir. Şu âyette zikir, huşû ve kalp ilişkisine işaret edilmektedir: “İnananların gönüllerinin Allah’ın zikrine ve O’ndan inen gerçeğe huşû ile bağlanmalarının zamanı gelmedi mi?” (el-Hadid 57/16). Huşû, tezahürü organlarda da görülen bir kalp eylemidir. Bir başka ifade ile huşû, azamet-i ilahiyyenin kalpte hissedilmesi ve kulun kendini Rabbına ram etmesidir. Ancak buna erişmede herkesin durumu aynı değildir. Bunun en aşağı derecesi “sağında ve solundakinin ne ve kim olduğunu fark etmeyecek kadar” kulluğa yoğunlaşmak ve bunu sağlayacak yardımcı unsurlardan yararlanmaktır. En yukarı derecesi de: “Secde et ve Allah’a yaklaş” (el-Alak, 96/19) âyetinin mânâsındaki mânevî yakınlıktır.

Sn. Bayındır’ın Mülâkatında “tezkiye” ile ilgili söyledikleri doğrudur, ancak eksiktir. Çünkü tezkiyede hem gelişip bereketlenme, hem de temizlenme anlamı vardır. Temizlenmeyle ilgili olarak “nefsin kötülüğü emredici özelliği” (bk. Yusuf, 12/53) ile “Nefsini arıtan kurtuluşa ermiştir, kirleten ise ziyâna uğramıştır.” (eş-Şems, 91/9-10) ayetleri ve “Arınan, Rabbı’nın adını anan ve namaz kılan kurtuluşa erecektir. Ama sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” (el-A’lâ 87/14-16) ayetleriyle irtibat kurulsa nefs tezkiyesini” dünyevi ilişkilerde duyarlılık, nefsin dünyaya va dünyalıklara meyille ilgili ciheti de hatırlanmış olacaktı. Ancak Sn. Bayındır bu tür değerlendirmelere, herhalde tasavvufu çağrıştırır endişesiyle hiç temas etmemiştir.Kur’an’ın peygamberlere âid bir vazife olarak işâret ettiği tezkiye (el-Bakara, 2/129,151; Al-i İmran, 3/164; el-Cum’a 62/2) konusunun ahlâkî bir eğitim yöntemi olduğu anlaşılmaktadır.

Sn. Bayındır’ın akıl ve kalp ile zikir konusunda söyledikleri, Kur’an ayetleri açısından baktığımızda, ya yerli yerine oturmamakta ya da eksik kalmaktadır. Nitekim Kur’an’da insanın idrak ve karar organı olarak “kalp” geçer. Anlayan-anlamayan, kavrayan-kavramayan, düşünen-düşünmeyen, seven sevmeyen hep kalptir. Akıl kalbin fonksiyonlarından sadece birisidir. Ve “akletmek” şeklinde düşünmek mânâsına geçer. Ancak Kur’an’daki kalp zamanla felsefenin de tesiriyle “akıl” kelimesiyle ifade edilmeye başlanmış; ilm-i kelâm ve fıkıhta akıl kalbin yerini almıştır. Bu değişiklik birtakım karışıklıklara da sebep olmaktadır. Çünkü akıl kelimesi tam anlamıyla kalp kelimesini karşılamamaktadır. Bu yüzden Sn. Bayındır da akıl ile kalbi iki organ gibi düşündüğünü, kalpten vazgeçemediğini “akıl ile kalp insanın iki önemli karar organıdır” diyerek göstermiştir. Ancak bu yaklaşım Kur’anî anlayışla değil, belki felsefî, kelamî ve fıkhî anlayışla daha çok uyuşmaktadır. Bu bir yaklaşım tarzıdır. Bunun yanlış olduğunu söylemek istemiyorum. Ancak Sn. Bayındır’ın özenle vurgu yaptığı Kur’anî yaklaşımıyla çeliştiğine işaret etmek istiyorum. Kur’an, imanın bir kalp işi olduğunu söylediği için akaid kitapları da: “İman kalp ile tasdik, dil ile ikrardır” diyor, “Akıl ile tasdiktir” demiyor. Çünkü akıl, kalbin imanına yardımcı unsurlar koyan bir merkezdir. Mutlak iman merkezi değildir.

Sn. Bayındır, kendisine sorulan sorularda belli yorumlardan özellikle kaçındığı intibâını uyandırmaktadır. Mesela ihsân kavramının Hz. Peygamber tarafından yapılan: “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmek, her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O’nun seni gördüğü düşüncesiyle ibadet etmektir” (Buhari, İman,37; Müslim, İman,1) şeklindeki tarifine bir türlü yanaşmamakta, ve bunun olmazlığını ifade etmek için ilginç gerekçeler öne sürmektedir: “Hıristiyan keşişler mala, evlilik hayatına ve dünyaya karışmaz, manastıra kapanarak ömürlerini ibadetle geçirirler. Kimse onların samimi olmadıklarını, gösteriş yaptıklarını iddia edemez. Herhalde onlar da Allah’ı görüyormuş gibi ibadet ediyorlardır. Ama Allah’ın İncil’de indirdiklerine değil, atalarından gelene uydukları için şirkten kurtulamamışlardır.”

Müslümanların imanlarında ve ibadet hayatlarında ihsan, bir kıvam ve kalitedir. Cibril hadisinde İslam, iman ve ihsan diye bir sıralama vardır. İslam ve imana dayalı ihsandır burada kastedilen.

Aslında ihsan, kalpteki ilahi müşahede duygusunun sâbitleşerek şuûr haline yükselmesidir. İhsânı böyle bir îman kıvamı olarak kabul etmeyeceksek şu ayetteki ihsanı sadece güzellik ve iyilik diye mi anlayacağız? “İslam’da ilkler ve önde gelenler muhacirler ve ensar ile onlara ihsân ile tabi olanlardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan” (et-Tevbe 9/100).

Sn. Bayındır’ın zikir konusunda söyledikleri Kur’an’ın söylediklerinin sadece küçük bir bölümü. Kur’an’da müştaklarıyla beraber 256 yerde geçen bu kavram Sn. Bayındır’ın dediği gibi “kişinin edindiği bilgiyi her an kullanacak şekilde zihninde hazır tutması”ndan ibaret değildir. Hele hele zihin-zikir ilişkisi Kur’an’da hiç yoktur. Kur’an’da zikir hep kalp işi olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca Allah’ı zikretmeyi emreden bazı ayetler, “O’nu unutmamayı; unutmuşsa hatırlamayı” (bk. el-Kehf. 18/24) “iş, güç ve alışverişin insanı Allah’ın zikrinden alıkoymamasını” (en-Nûr, 24/37) emreder. Bazı âyetler zikrin herhangi bir kayıt ve şeklini belirtmeden mutlak olanına (bk. el-Ahzab 33/42; el-Cuma 62/10); bazıları da Rabbının adını anarak isimle yapılmasına (bk. el-Maide 5/4; el-Müzzemmil 73/8; el-İnsan 76/25) işaret eder. Bu iki tür zikir emrinden biri lafzî olarak Allah’ı isim, sıfat ve fiilleriyle sena etmek, anmaktır. İkincisiyse daha kamil mânâda“mal ve evlâd ile her türlü dünyevi meşguliyetin insanı kalben Allah’ın zikrinden alıkoymamasıdır” (bk. el-Münafikun 63/9).

Kur’an “kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur, doygunluğa erer” (bk. er-Ra’d 13/28) buyurduğu halde Sn. Bayındır: “Kur’an’ı anlamadan ezberlemek veya okumak yahut manasını düşünmeden yüz binlerce zikir çekmek insana bir mânevî haz verir ama, kalbi tatmin etmez ve imanı taklîdden kurtaramaz” demektedir. Sözü böyle genelleyerek söylemenin Kur’ân’ın lâfzıyla da bir mûcize oluşu gerçeği ile çelişeceğini düşünüyorum. Ayrıca biraz önce söylediğimiz gibi isim zikrinden mutlak zikre geçmek ve azamet-i ilahiyyeyi bütün heybetiyle hissetmek yine Kur’an, zikir, ibadet ve bunlara kalbin iştirakiyle olacak bir keyfiyettir. Kur’an’ı tedebbürle okumak, zikri kalbin iştirâkiyle yapmak insanı tedricen mutmain bir kalbe yükseltir. İbadetlerden haz alacak rûhî kıvam ve ayakları şişirecek kadar namazdaki kıyam, “şükredici bir kalp” sâyesinde gerçekleşir. Bunun anahtarı da şekli nasıl olursa olsun Kur’anî ifadeyle zikirdir.

Sn. Bayındır, “Kalbin manevi yönüyle ilgilendiğini söyleyenler elbette var. Bu bütün dünyada ve her inanç sistemi içinde bulunur. Ama Allah bize bir kitap ve peygamber göndermiştir. Onların çizdiği sınırın dışına çıkanlar beni ilgilendirmemektedir.” diyor. Merak ediyorum, acaba çıkmayanlar ilgilendiriyor mu? Çünkü kendisi bu konudaki fikrini ve tavrını belirtmeden kendisine şöyle bir misyon biçiyor: “Bunlar kendi uygulamalarına kitap ve sünnetten yorum getirmeye kalkışınca onları uyarmak bizim görevimiz olur.” Burası aslında çok nazik ve sübjektif bir konu. Çünkü insanlar karşılarındakini yargılarken, ya da kendilerini savunurken Kur’an âyetlerinin arkasına sığınmayı tercih ederler. Nitekim Hariciler de Hz. Ali’yi Kur’an’a karşı olmakla suçlamışlar, ancak Kur’an’daki kâfirlere âid hükümleri Müslümanlara uygulamaktan çekinmemişlerdi.

Kalp ilmiyle uğraşan; yani farz ibadetlere ilaveten nafile ibadet, zikir ve vird ile rûhânî hayatlarına seviye kazandıranları kitap ve sünnetin dışına itivermek ne kadar doğrudur, bunu erbâbının ve okuyucuların takdirine bırakıyorum. Ancak ilk sûfilerden itibaren yollarında şer’î çizgiyi korumaya özen gösteren Allah dostları, sözleriyle ve fiilleriyle bir titizlik ortaya koymuşlar, kendilerinin ve ilimlerinin kitap ve sünnet çizgisi içindeki yerini sürekli vurgulamışlardır. Nitekim Cüneyd’in, Bayezid’in ve Sehl Tüsterî’nin bu konuda çok net ifadeleri vardır. Bayezid: “Gökyüzünde bağdaş kurmuş oturan bir kimsenin sözlerine inanmayın. Ta ki hareketlerinin sünnet çizgisinde olup olmadığını anlamadıkça” der.

Hz. Mevlânâ da şöyle der:

Ben Kur’an’ın bendesiyim sağ olduğum müddetçe…

Ben Muhammed Muhtarın yolunun tozuyum.

Kim benden bundan başkasını naklederse,

Ben o sözden de, onu nakledenden de bîzarım

Sûfiler ilimlerinde meydana gelebilecek yanlışlıklar için eserlerinde “Sufilerin Yanlışları” başlığı altında özel bölümler açarak özeleştiriden korkmamışlardır (bk. el-Luma’ Terc. 369-439).

Sn. Bayındır: “Tasavvufta, ‘biz bilmeyiz, büyükler bilir’ anlayışı vardır” demektedir. Bu söz tasavvuf kitaplarında yer almasa bile halk tasavvufunda sûfîlerin fail-i mutlak olarak Allah’ı görüp kendilerine bir varlık izâfe etmediklerini, olsa olsa kemal ehli, ilim ve irfan sahibi insanların sözlerine kendilerinden daha çok güvendiklerini belirten bir temkin ifadesidir. Ama her halükarda: “Biz bilmeyiz büyükler bilir” sözü, “Herşeyi ben bilirim, en doğrusu benim anladıklarımdır. Müslümanlık bizden sorulur” anlayışından çok daha doğru, çok daha insânî ve çok daha İslamîdir. Bu şu demektir: “Dini naslar; âyet ve hadisler bellidir ve ortadadır. Yorum ve hüküm çıkarmak ancak ehlinin işidir. Ben kendimi o seviyede görmüyorum. Bu liyâkate hâiz kimselerin yolundan gidiyorum.” Böyle bir düşünce neden içi boşaltılmış bir zikre kapı açsın.

Sn. Bayındır tasavvuftaki mürşidi, neredeyse Hıristiyanlıktaki İsa-Mesih gibi görmektedir. Mülâkatında her ne kadar teşbih lafızları kullanmasa da düşüncelerini şu cümlelerle belirtmektedir: “Allah’ın dûnunda, yani onun yakınında başka tanrılar edinme inancı bu şekilde oluşur. Halbuki yukarıdaki ayetler Allah’ın bize uzak olmadığını, Allah’ın yeryüzü kralları gibi değil, bize bizden daha yakın olduğunu; dolayısıyla aracıya gerek olmadığını bildirmektedir.” Bu cümleler Sn. Bayındır’ın neyi kastettiğini; tasavvuftaki mürid-mürşid ve Allah ilişkisini nereye oturttuğunu gayet iyi ortaya koymaktadır.

Oysa İslam’da Hristiyanlıktaki gibi bir ruhbanlık anlayışı yoktur. Kul Rabbına şahsen aracısız teveccüh edebilir. Mürşid ve şeyhlerin, kulu Rabbinin yoluna yönlendirmeleri, ruhbanlığı andıran bir faaliyet değildir. Yürünecek yolda birlikte yürümek ve mürşidin müride rehberlik etmesi demektir. Ruhbanlıkta râhib olmadan Hakk’a teveccüh mümkün değildir. Halbuki değerli meslektaşımız tasavvuftaki murakabe kavramına baksa, murakabede salikin “Allah’ın, kendisine şahdamarından daha yakın oluşunu” (Kaf 50/16) ve “Nerede bulunursa bulunsun Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu” (el-Hadid 57/4) düşünmek demek olduğunu görecek ve mürşidsiz, onun öğretileriyle teveccühün gerçekleştiğini müşahede edecekti.

Sn. Bayındır’ın özen gösterdiği tevhid hassasiyetini sufiler, iskatu’l-yâât anlayışı ile iyelik bildiren “benim elim, benim malım, benim canım” gibi ifadelerden bile tecerrüd edip azamet-i ilahiyye karşısında ser-fürû etmek mânâsında anlamaktadır. Allah, herkes ve her varlıkla beraber. Ama insanlar bunun ne kadar farkında? Tasavvuftaki tevhid duyarlılığı, kudsî hadiste haber verilen, insanın farz ve nâfileleri ifadan sonra ulaşacağı “Ve nihayet ben kulumu severim. Ben onu sevince de gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı… olurum”(Buhari, Rikak, 37) ifadesindeki gönül enginliğine ermek, bilgi kadar duygu ile de tevhidi teneffüs etmektir. Ve yüreğinin derinliklerinde: “Attığın zaman sen atmadın” (el-Enfal 8/17) âyetinde anlatılan ve “Allah’tan başka hiçbir kuvvet ve gücün olmadığını” ifade eden fail-i mutlak inancına ermektir.

Ayrıca bizim anlayışımıza göre dinde Hz. Peygamber’in konumu, mesaj getiren bir postacılık değildir. O’nun asıl özelliği “üsve-i hasene”; yâni model şahsiyet olmasıdır. O canlı Kur’an’dır. Din ve beden ilimleri gibi, ilimlerin tecrübi olanları üstadsız öğrenilemez.

Sn. Bayındır mülakatın bir yerinde: “Namazın farzları, vacipleri ve sünnetleri arasında içine vesvese getirmemek diye bir şey yer almaz” diyor. Ona bakarsak fıkıh kitaplarımızda namazda huşu ve ihlas diye bir farz, vâcip veya sünnet de yer almaz. Aslında İslamî ilimler tefsiri, hadisi, fıkhı ve ilm-i kelamı ile bir bütündür. Ve her biri, bu bütünün parçaları mesabesindedir. Dolayısıyla ilimler arasında bir görev dağılımı vardır. Her ilim herşey meşgul olmaz, olamaz. Olursa eksik olur.

Söylediklerimiz yeni tartışmalar ortaya getirmek için değil, belki zihinlerde mübhem kalan bazı konuların aydınlanması içindir. İslâmî hayatın temelini oluşturan İslâmî ilimler birbirinin alternatifi olmadığı gibi ilim adamlarımız da birbirinin alternatifi değildir.