Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Silsile ve Manevî Neseb

Altınoluk Dergisi, 1996 – Ocak, Sayı: 119, Sayfa: 032

Tasavvufî terbiye, bir arada bulunma (sohbet) ve in’ikas yoluyla gerçekleştiği, hal ve duyguların yansıma ve transferi demek olduğu için mürşid ve rehbere ihtiyaç göstermektedir. Bu ilmin, Hz. Peygamber’in manevi ve ruhanî otoritesinin devamı şeklinde bir özelliğe sahip olması, bu yolun rehberlerinde ma’nevi bir silsile aranması sonucunu doğurmuştur. Silsile, tarikat şeyhlerinin Hz. Peygamber’e kadar uzanan üstadlar zincirine verilen addır. Aslında ilk hicrî asırlarda tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslamî ilimlerde genel olarak bir rivayet zinciri zorunluluğu vardı. Bilhassa hadis ve tefsir ilmine dair fikir ve görüş nakledenler, bu fikir ve görüşlerini genelde ashab yoluyla Hz. Peygamber’e isnada önem verirlerdi. Ancak hicrî III. Asırdan itibaren İslamî ilimler yazılıp kayda geçmeye başlayınca, silsile zorunluluğu da zaman içinde terkedildi. Hicrî VI. asırdan itibaren tefsir, hadis ve fıkıh konusunda silsile, pek aranmaz oldu. Tasavvuf ricali ise ilimlerinin özelliği gereği, silsile ananesini hiç terketmediler. Hatta ilk asırlarda şifahî olarak nakledilen silsile geleneğini zamanla yazılı hale getirdiler. Silsile cetvellerinin yazılı olduğu evraka “tomar” denir. Diğer ilim mensuplarının zamanla terkettiği silsile geleneğine sûfiler, ilimlerinin özelliği gereği biraz daha fazla önem verdiler. Sofilerin verdiği bu önem sebebiyle bazıları silsilenin muhdes yani sonradan düzenlenmiş bir şey olduğuna iddiaya kalkıştılar. Oysa ki silsile baştan beri, bütün İslamî ilimlerde olduğu gibi tasavvufta da vardır.

Hz. Peygamber’den günümüze kadar devam eden iki silsile vardır. Bunlardan biri Hz. Ebû Bekir diğeri de Hz. Ali vasıtasıyla Hz. Peygamber’e ulaşır. Diğer sahabelere aid silsileler, zaman içinde münkariz olmuştur.

Silsile Cenab-ı Hak’tan Cenab-ı Peygamber vasıtasıyla gelen feyz-i ilahi kanalı olduğundan bu tür feyze “feyz-ı isnadı” veya “füyuzat-ı silsile-i celile” adı verilir.

Silsile, manevi bir neseb sayılır. Kur’an’da Hz. Peygamberin hanımlarını, “Ümmetin anneleri” sayan (el-Ahzab, 33/6) ayetlemü’minlerin kardeş” olduklarını bildiren (el-Hucûrat, 87/10) ayet ve Hz. Peygamber’in “Ben sizin babanız makamındayım” (Ebû Davud, Tahare, 4) hadis-i şerifi İslam ümmetini büyük bir aileye benzetmiştir. Bu aile anlayışı tarikatlarda da vardır. Şeyh baba, eşi anne, müridler (ihvan) kardeşlerdir. Bu manevi ailenin soy ağacı, Hz. Peygamber’e ulaşan silsilenamelerdir. Bu yüzden silsilesini bilmeyen tarikat mensupları, şeceresini bilmeyen kimselere benzetilmiştir. Böyle bir titizlik tarikat bağlarında mensubiyet duygusunu pekiştirmektedir. Müridin kendisini manevi olarak şeyhinin soyundan bilmesi ve onun manevi evladı sayması; şeyhin de kendisini onun manevi babası bilmesi ve onu manevî evladı görmesi, duyguları yükseltmekte ve iletişimi kolaylaştırmaktadır.

Tasavvufta biri tabiî, diğeri manevî doğum olmak üzere iki doğum vardır. Tabiî doğum, çocuğun ebeveynin mahsulü olarak dünyaya gelmesidir. Ma’nevi doğum mürşide intisapla başlayan süreçtir. Bu doğumla mürid, doğan bir çocuğun, babasının bir parçası olması gibi, adeta şeyhinin bir parçası olur. O’nun ahlak ve özelliklerini taşır. Tabiî ve ilk doğum, insanın alem-i mülkle irtibatını sağlar, ikinci ve manevi doğum ise insanın melekût alemiyle alakasını sağlar. Nitekim Hakk Teala: “böylece biz, İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu (büyük ve muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk ki (kudret ve azametimize) kesin inananlardan olsun.” (el-en’am, 6/75) Ayette geçen “kesin inananlardan olma” özelliği, ancak bu manevi doğumla kazanılabilir. Manevî doğumu gerçekleştirmeyen kimse peygamberin mîrasçısı olmaya layık değildir. Kişi ne kadar anlayışlı ve zekî de olsa ikinci doğumu, manevi nisbeti yoksa peygamber mirasçılığına ehil olamaz. Çünkü anlayış ve zeka, aklın neticesidir. Halbuki akıl, şeriatın nûrundan mahrum ve kuru olursa mülk aleminde ne kadar dolaşırsa da Melekût alemine giremez. Bu yüzden sûfiler: “Alimler-peygamberlerin varisleridir.” (Buharî, ilim, 10; Ebû Davud, ilim, 3) hadîsinî Rasûlullah’tan itibaren manevi nesebin varlığına delil sayarlar. Rasûlullah mirasına sahip alimliğin, gönül imarıyla gerçekleşen bir irfan olduğunu söylerler.

Tabiî doğumda babanın sulbüne tevdi edilen çocuğa aid özellikler, bu suretle çocuğa intikal eder. Manevî doğumla da şeyhten müride manevî hal ve ahlâki özellikler intikal eder. Bu ilim ve haller, şeyhlere sohbet yoluyla Hz. Peygamber’den itibaren nasıl ulaştı ise müridlere de öyle yansır. Böylece manevi neseb devam etmiş olur. Sühreverdi’ye göre bu etkileşim, Allah’ın sohbet edenle sohbet edilen, sevenle sevilenin arasını telif etmesi sonucu olarak meydana gelmektedir. (bk. Avârif Terc, S. 106-108)

Bütün tarikatlarda “silsile” vardır. Ancak silsilede, birbirleriyle görüşmesi tarihen mümkün olmayanlar da bulunabilmektedir. Bunların feyzleri “üveysi” yolladır. Üveysilik cismâni olarak görüşmeleri mümkün olmayan kişilerin rüya yoluyla manen görüşmeleridir. Tasavvufta zikir telkininin sırrı, Rasûl-i Ekrem’e varıncaya kadar bütün kalblerin irtibatını sağlamaktır. Mürid, kendi silsilesini teşkil eden zevat-ı kiramın rûhaniyetlerinden şeyhi vasıtasıyla istifade eder. Bu yüzden silsilede yer alan ricalin muhtelif zamanlarda nazım, ya da nesir şeklinde isimleri yad edilerek feyz yolu aranır. Bütün tarikatlarda buna ayrı bir önem verilir. Özellikle Nakşibendiler, tarikat ayinlerine bile bu adı verirler: Hatm-i hacegan. Hatm-i hacegan tarikat silsilesinde yer alan ricalin isimlerinin saygı ile okunup yad edilmeleri demektir. Bu arada bazı sûreler ve Kur’an ayetleriyle dua ve salavat, tevhid ve lafza-ı celal zikri de icra olunur. İsimlerin anılmasının, rabıtada gönlü şeyh vasıtasıyla Hz Peygamber’e bağlamada büyük yararı vardır. Ayrıca “tefekkür-i mevt” ve “rabıta” sırasında tarikat ricalinin Hz Peygamber’den şeyhine gelinceye kadar “yarımay” (hilal) şeklinde oturduklarının tahayyül edilmesi manevi bir mülakat sayılır. Bu durum feyz-ı isnadi yoluyla salikin gönlünü açar, manevi yükselişlere medar olur.

Tarikatların silsilelerini tesbit eden bazı eserler kaleme alınmış ve bunlara silsile-name adı verilmiştir. İçerisinde ehl-i beytten birisinin yer aldığı silsilelere “silsiletü’z-zeheb” (Altın silsile) adı verilmiştir.

Sûfiler, şeyhin müridine söylediklerini ve silsilesini yazdırmasına delil olarak şu hadis-i şerifi öne sürme4ktedir. Peygamberimiz, Mekke fethinde bir hutbe irad buyurmuştu. Ebû Şah isimli biri bu hutbenin kendisi için yazılmasını istedi. Hz Peygamber (s. a.) “Ebû Şah için bu hutbeyi yazın buyurdu (Buharî, Lukata, 7; Müslim, Hacc, 447, Ebû Davud, ilim 3)

Manevi nisbetin alameti için de delil şudur: İbni Mes’ûd’un rivayetine göre Allah Rasûlü “Allah kimin hidayete ermesini isterse onun göğsünü İslam’a açar” “El-en’am, 6/125) ayetini okuyunca şöyle buyurdu. “Nur göğse girince göğüs genişler. Bunun alameti dünyayı bırakıp ahirete yönelmek, ölüm gelmeden hazırlıklı olmaktır. (Beyhaki…’ (Şuabül îmanlı, 352.105/52. hadis) Eşraf Ali Tanevi, bk. hadislerle Tasavvuf, Trc. Zaferilluh Davudi İst. 1995, s 157, 266 vd… Batınî nisbetin alâmetinin biri de hadiste belirtildiği gibi ahirete yönelmek ve ölüme hazırlıklı olmaktır.

Tarikat şeyhleri ve tasavvuf mensupları, zaman içerisinde liyakati olmayan ve seyru süluk görmemiş na-ehil kişilerin şeyhlik iddiasına kalkışmasını önlemek için, bir icazet şartı getirmişlerdir. İcazet, şeyhlerin mürid yetiştirmek üzere ehliyetini ispatlamış ve seyr u sülûkunu tamamlamış olan mensuplarına verdikleri yazılı veya şifahi izindir. Eğer verilen irşad izni, yazılı belge ise onun adı icazetnamedir. XVII.yüzyıldan sonra şeyhliklerin babadan oğula geçmesi sebebiyle tasavvufi eğitimin belli bir düşüş kaydetmesi, tekke şeyhlikleri için icazetname aranması sonucunu doğurmuştur. Şeyhten icazet alan sâlik, “halife” sayılır ve tekke açmasına izin verilirdi. Ancak tekkesi ve faaliyetleri mensûbu bulunduğu tarikatın merkez tekkesi (âsitâne) tarafından denetlenirdi. Müstakil ve sorumsuz hareketine izin verilmezdi.

Hilafet icazetnameleri iki türlü olurdu. Birisi şeyhin hayatıyla sınırlı olmak üzere verilen hilafet-i nâkısadır. Bu icazetin hükmü, şeyhinin vefatıyla sona erer. İcazet sahibi şeyhinden sonra müstakil hareket imkanına sahip değildir. Aksine asitane denilen merkez tekkenin, yada şeyhinin yerine post-nişin olan ser-halifenin işaretine uyar. Çünkü ser-halife hilafet-i kâmile sahibi kişidir. Hilafet-i tamme veya hilafet-i kâmile, şeyhinden sonra da müstakil hareket imkanı sağlayan ve sahibinin seyr u sülûkunu ikmal ettiğini gösteren vesikalardır. İrşad için icazete, icazet için de kesiksiz bir silsileye sahip mürşidden seyr-u sülûk görmeye ihtiyaç, hatta mecburiyet vardır.

Bir şeyhin sağlığında pek çok hulefası bulunabilir. Bunlar şeyhlerinin vefatını müteakip hemen yeni bir kol açmak yerine, merkez tekkenin hükmüne ve şeyhin baş halifesinin işaretine uymalıdır. Tasavvufta şeyh ve mürşid, fıkıhta müftü (fetva makamı) konumundadır. Halife ise vaiz; gibidir. Vaiz müftüye bağlı olduğu gibi halife de şeyhe bağlıdır. Tarikat pirleri de mezhep imamları ve müctehidler konumundadır. Bu itibarla herkesten bulunduğu konumdaki hiyerarşiye uygun hareket etmesi beklenir.