Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz

Sehl Bin Abdullah Tüsteri – Kuddise Sirruh

Altınoluk Dergisi, 1988 – Mayis, Sayı: 027, Sayfa: 037

« Adı Sehl b. Abdullah, künyesi Ebû Muhammed, nisbesi et-Tüsterî. Tasavvuf yolunun imamlarından. 201/816 yılında Tüster’de doğdu. Basra, Abadan ve Bağdat’ı dolaştı. Belh ve Semerkant’ta bulundu. Sonunda memleketi Tüster’e döndü. Dayısı Muhammed bin Sevvar eliyle tasavvuf yoluna girdi. Hac mevsiminde Mekke’de Zünnün Mısrî ile görüştü. Ahmed el Hadraveyh ve Ebû Osman Hîrî’nin sohbetlerine katıldı. Söz ve davranışlarındaki tutarlılık, konuşmasındaki çekicilik sebebiyle insanlar fevc fevc etrafında toplandı. Bazıları onu kıskanarak rahatsız ettiler ve bulunduğu bölgeleri terke mecbur bıraktılar. Bu yüzden sıkıntı ve çile dolu, fakat huzurlu bir hayat yaşadı. 283/896 yılında seksen yaşını geçmiş bir pîr-i fani iken Tüster’de (veya Basra’da) öldü.”

Riyazat ve nefs île mücahede, nefsin ıslahı konusunda bir takım esaslar geliştiren ilk mutasavvıf sayılır. Müridlerini çile ve riyazatla yetiştirirdi. Bu yüzden onun yolunu izleyenlere adına nisbetle “Sehliyye” denildi.

DAHA ÜÇ YAŞİNDA İKEN

Tasavvuf yoluna girişini kendisi şöyle anlatıyor:

“Üç yaşlarında iken dayım Muhammed bin Sevvar’ın geceleri kalkıp kıldığı namazları dikkatle izlerdim. Dayım bana: “Git uyu, kalbimi, meşgul ediyorsun” derdi. Birgün bana: “Allah’ı zikretmek ister misin?” diye sordu. Ben de: ‘Elbette isterim,ama nasıl zikredeceğimi bilemiyorum’ deyince şunları söyledi: ‘Yatağına girince dilini oynatmadan kalbinden üç kerre: Allah bana bakıyor, beni görüyor ve benimledir diyerek zikret! Buna üç gün devam ettikten sonra bana ‘şimdi bu sayıyı onbir’e çıkar’ dedi. Ben de onun söylediğini yaptım. Sonra kalbimde bu işten dolayı bir hazz duymaya başladım. Bir sene sonra dayım bana: ‘Sana öğrettiğim bu zikrin hakkını ver ve ona devam et! Çünkü böyle bir zikir dünyada da ahirette de yarar sağlar’ dedi. Ben yıllarca bu zikre devam ettim ve bunun hazzını sırrımda da duydum. Dayım bir gün bana dedi ki: ‘Sehl Allah ile olan, O’na nazar eden, O’nun ilahi tecellilerini müşaede eden kimse, hiç O’na asî olabilir mi? Sen, sen ol da Allah’a asî olmamaya bak!’

Dayımla olan bu münasebetlerimden sonra tenhalarda gezmekten, sessiz ve ıssız yerlerde dolaşmaktan hoşlanır oldum. Bundan sonra ailem beni bir ara mektebe göndermek istedi. Aileme, dikkat ve gayretimin dağılmaması için, muallime, her gün bir saatlik dersten sonra bana izin vermesini tenbih etmelerini söyledim. Bu suretle altı-yedi yaşlarında iken hafız oldum. On iki yaşlarına kadar sadece arpa ekmeğiyle oruca devam ettim. On üç yaşında da kafama takılan bir konuyu öğrenmek üzere Abadan ve Basra tarafına ilmî seyahatler yaptım.”

Sehl nefse ağır gelen şeriat hükümlerinin her şeye rağmen sıkı sıkıya uygulanmasının kişinin kemaline vesile olacağını söylerdi. Şer’i mes’elelerde taviz vermez, dünyevî mevkii ve parası ile halka kendini kabul ettirmeye çalışanlara yüz göstermezdi. Nitekim rivayete göre İran’ın ileri gelenlerinden Yakub bin el-Leys kabıza tutulmuştu. Devrin bütün doktorları çağrıldığı halde bir türlü tedavi edilememişti. Artık tıbbın yapacağı bir şey kalmamış, iş duaya kalmıştı. Sehl’in salah ve takvasından kendisine bahsedilince hemen adamları vasıtasıyla onu getirtti. Sehl, ona önce günahlarından pişmanlıkla tevbe etmesini söyledi. Sonra da: “Allah’ım ona günahın zilletini gösterdiğin ve tevbe nasib ettiğin gibi taatın şerefini ve tadını da göster, şifa bulup ibadet etsin.” diye dua etti. Biiznillah derhal şifa buldu. Bunun üzerine Emir Yakub Sehi’e armağanlar vermek istedi. Fakat o, kabul etmedi. Memleketine dönünce bazı dostları, kendisine: “Keşke kabul etseydiniz, burada fakirlere dağıtırdık” deyince şu karşılğı verdi: “Siz dünyalık mı istiyorsunuz? Yere bakın.”

Bir de baktılar ki, yer boydan boya altın. Sehl şöyle konuştu: “Allah ile beraber olan, dünyalığının çoğalmasini istemez, dünyalığın azına, çoğuna da değer vermez.”

O’nun anlayışına göre tasavvuf yoluna giren süfî, sırrınıaklar, ihtiyacım gizler, farzları eda eder, zann, dedikodu ve kusur araştırmayı bırakır, yalan söylemez, iftira etmezdi. Derdi ki: Gıybet etmek istemeyen zan kapısını kapasın. Zandan kurtulmak isteyen tecessüsü bıraksın. Çünkü tecessüsten kurtulan gıybetten yana selamete çıkar, Gıybetten selamete çıkan yalanı bırakır. Yalanı bırakan iftira etmekten kurtulur. Zann ile iş yapan yakin nürundan mahrum olur, Malayanî (boş sözler) konuşan doğru sözlülükten uzaklaşır. (Çok söz yalansız olmaz.) Organlarını Allah’ın emrinden başka şeylerle meşgul edenler takvadan yoksun kalır.

Baş olmaya hak kazanmak için herkesi olduğu gibi kabul etmek ve kimseye cehalet isnadında bulunmamak gerekirdi. Halkın elindekine göz dikmemek, aksine kendisinde bulunanı başkalarına vermek başarılı bir idareci olmanın temel şartıydı ona göre.

Hayattan dört şekilde tad almak mümkündür, derdi;

1- Melekler gibi ibadet ve taatla,

2- Peygamberler gibi ilahi ilim ve vahiyle,

3- Siddîk, sadık ve salih kullar gibi Allah’ın emrine uymak ve Rasûlü’nün sünnetine tabi olmak suretiyle,

4- Bu üç zümrenin dışında kalan, ister abid, ister zahid, ister alim, diğer insanların yaptığı gibi yiyip içmek ve uyumamak suretiyle.

Müridlerine şöyle nasihat ederdi: “Nefsiniz sizden günah olan birşey istediği zaman, siz onu açlık ve susuzlukla terbiye edin. Fakat günah olmayan bir şey istediğinde ona hakkını verin, yedirin, içirin, geceleyin uykudan nasiplendim.”

KALB KASVETİ VE GÜNAHLAR

Kalb kasvetiyle günah arasında şöyle bir ilgi kurardı. Yasak av avlayan avcıdan fidyesi hemen nasıl alınırsa, seçkin kulların kalpleri dünyaya meyledince onlardan taat ve ibadet zevki fidye olarak alınır

Sordular:

—Kalp, kendisinin Cenab-ı Hakk nezdinde makbul ve muteber olup olmadığım anlayabilir mi? şu karşılığı verdi.

—Tabii anlayabilir. Allah’ın kendisini günaha düşmekten koruduğu, taata muvaffak buyurduğu kul Hakk nezdinde makbul sayılır. Öbürü değil. Ona göre edebin en aşağı derecesi haddini bilmek, en yukarı derecesi emin olmadığı konuda susmaktı, ilmin şükrü amel, amelin şükrü de ilmini artırmaktı.

Bizim yolum uz şu yedi şeyle tamam olur, derdi, Kitab-ı ilahî’ye sarılmak, Resulün sünnetine bağlanmak, helalinden yiyip içmek, başkalarına eziyet etmemek, günahlardan sakınmak, tevbeye devam etmek ve hak sahiplerine haklarım vermek.

İKİ TÜRLÜ BELA

O’nun telakkisine göre bela iki türlü olurdu. Rahmet olan bela, ceza olan bela. Belanın rahmet olan çeşidi kula, Allah’a olan ihtiyacım ve O’nun azameti karşısında hiçliğini gösterir, tedbirin takdire engel olamıyacağını öğretirdi. Kula ceza olan bela ise onu telaşa, ve tedbire sevk eder, kalbini meşgul ederdi. O’nun düşüncesine göre Allah île kul arasındaki perdelerin en kalını varlık ve benlik iddiasıydı. Hakk’a giden yolların en kısası da O’nun azameti karşısında hiçliğini anlamaktı.

ZİKR TERBİYESİ

Bir müridine şu suretle zikir telkin etmişti: “Günboyu bütün gücünle Allah Allah demeye çalış. Bunu zorlanmadan yapar hale gelince geceleri de aralıksız buna devam et!” Mürid verilen talimata göre hareket ederek rüyasında bile”Allah,” der hale geldi. Daha sonra Sehl ona hatırlama ve hiç unutmama şeklindeki gizli zikri öğretti. Mürid bu kal-bî zikre de devam ederek nihayet vecd ve istiğrak haline yükseldi.

İnsanın kulluk neşve ve istidadiyla yaratıldığına inanan Sehi, “Kendi ihtiyarıyla Allah’a kul olmayan mecburen dünyaya ve yaratıklara (kadına, paraya vb.) kul olur,” derdi. Çünkü hakikaten başkasıyla huzur bulabilen bir kalb, yakîn kokusunu koklamaktan mahrum kalır. İçinde Hakk’ın razı olmadığı şeyi barındıran kalbe nur giremez.”

Sordular:

—Müşahade nedir?

—Kulluk, diye karşılık verdi,

—Kulluğa ne île erilir? diyenlere

—Geceleri namaz kılmak, gündüzleri günah işlememek suretiyle, dedi.

TEVBE NEDİR?

Tasavvuftaki cem’ fikrine sahip olarak “Ben kapı gibiyim, hareket ettirilmedikçe hareket etmem” diyen kimse hakkında görüşü sorulduğunda şu cevabı verdi:

—Bu sözü söyleyen ya siddîktır ya da zındıktır. Siddîk böyle bir sözü eşyanın ancak Allah ile kaim bulunduğuna, herşeyin Allah’tan olduğuna ve ona rücü edeceğine inanarak söyler. Zındık ta kulun irade ve ihtiyarım reddederek sapık Cebriyye mezhebinin görüşü ne uyarak bu sözü söyler. ;

Sordular:

—Tevbe nedir? Şu karşılığı verdi:

—Günahı unutmandır, soruyu soran:

—Asıl tevbe günahı unutmamak değil mi? deyince:

—Hiç de öyle değil, çünkü vefa ve sata anında cefayı hatırlamak, cefa olur, dedi.

—rahmetullahi aleyh-

Kaynaklar: Sülemi. Tabakatu’s-sufllye, 206-216; Hılyetü’l-evliya, X, 189-212, Kuseyri, er-RIsale, l. 92-95; Hücviri, Keşfül-Mahcüb, l, 351-352, Sıfatu’s-Safve, IV, 64-66. Vetayatü’l-ayan, 11-ayan, II, 429-430: Tezkiretü’l-evliya, 304-324; Netehatü’1-üns (trc. Lamiî Çelebi) s.119-121; Şarani. et-Tabakatü’l-Kübra,l. 66-67; el-Kevakibu’s-saire,l, 237-243; Şezeratü’z-zeheb,II. 182: Tabakatü’t-evliyas.222-236: Abdulhalim Mahmud, eş-Şeyhu’l-Emin, Sehlet-Tüstevî,Kahire 1984. 160 s.